HASBİHÂL
Övgüsünü de sövgüsünü de muhatab insanın yüzüne karşı yapmayı ayıp sayan bir kültürde, bir insanın portresini çizmeye niyetlenmeliyiz… Henüz 30’lu yaşlarını bile devirmemiş bir insanı, köşesine çekilip hâtırat yazmaya rahatlıkla itebilecek bir kültür iklimi…
Gençler hâtırat yazamamalılar; zira hatırlayabilecekleri miktarda bir mâzileri olmamalıdır… Normal toplumlarda, gençlerin görece radikal olmalarının sebebi de budur, korumaları gereken bir mâzileri yoktur fakat yaşayacakları uzun bir istikbâl vardır… Bu tip toplumlarda orta yaş mensubları ise liberal eğilimlidir; bir miktar mâzi, bir miktar istikbâl… Yaşlılara düşen ise muhafazakârlıktır… Çünkü bir istikbâlleri yoktur fakat korumaları gereken koca bir mâzileri vardır… Hâtırat yazmak, ilk olarak yaşlıların işidir… İkinci olarak, mâzileri, yani kendileri ile bir muhasebeye girmek isteyenlerin… Son olarak ise hayat karşısında mağlub olanların, daha doğru bir ifadeyle, mağlub olmaya değecek bir hayatı yaşamış ve yaşıyor olanların…
Samimiyet, en ilkel anlamıyla, akıldan geçenle dilde duran arasında, nezâket dışında bir perde bilmeme hâli… Ben, elimden geldiğince, çubuğu da tersine bükme adına, nezâket perdesini de yırtarak konuşmak gerektiğinde ısrar ediyorum… Her tartışmada herkesin herkesi suçladığı gizli ve müfsid bir gündem sahibi olma ithamı, asgarî edeb ve haysiyet sahibi olan insanların birbirine yönelteceği bir şey değildir…
İlk gençlik yıllarımda, içinde yaşadığım toplumdan nefret ediyordum… Kendimi bu topluma ait hissetmiyordum… 10 yaşında bir insanın karşısında duran gelecek; okul, iş, evlilik, emeklilik ve ölüm gibi bir torna tesviye tezgâhının aşamalarından ibaretti… Ergenliğin verdiği keskinlikle de, toplumun şiddet yoluyla tamamen yıkılıp baştan kurulması gerektiğini düşünüyordum… İçinde yaşadığımız insan kalabalıkları ahmak, kaba ve nefsanîydi… Bugün de temelde çok farklı düşündüğümü söyleyemem…
Bunun üstünde veya bunun altında veya en doğrusu bununla beraber, insan kalabalıklarından daha yoz bir kamu hayatı ve bu hayatla birlikte şekillenen bir sistem (devlet, eğitim, kültür, bilim, din, sanat, siyaset), her aklı ve vicdanı yerinde insanı isyan ettiriyordu… Hâlâ da bir şey değişmiş değildir… Buna kısaca yozluk diyeceğim…
İşte ben, kendimin seçtiği dar çevremle beraber bu yozluğun mamulüyüm… İnsanlığın bütün bir evren ve tarih karşısında elleriyle yoklayarak ışığı arama yalpalamalarının küçük bir örneğini de biz verdik, veriyoruz… Her ergen ailesine, okula, çevresine, topluma isyan eder… Biz ise ergenlikten önce başladığımız, ergenlikten sonra da evrilttiğimiz bir isyan halindeyiz… Bir şeyler yanlış gidiyordu, bir şeyler yanlış gidiyor…
Elbette herkes yaşadığı toplumdan biraz memnundur, biraz şikâyetçidir… Lâf mı?.. Bizim itirazımız ise sanki daha temelde bir şeyeydi veya bize öyle geliyordu… Öyleyse bile, bize hâlâ öyle geliyor… En çok kafa yorduğumuz konu ahlâk, düşünüş tarzı, muhakemeydi… Ben şöyle hayâl ediyordum: Neşatî’nin “palaspare berduş ve kase be-kef” dediği gibi, elde dilenci kâsesiyle dinden felsefeye, bilimden sanata koşturuyorduk… Elbet biri derde derman olmalıydı, buna bir çare öneriyor olmalıydı… O koşturmaca sohbetlerinde -mecaz değil!- Marks ile İbn Arâbi, Laozi ile Hegel aynı cümlede geçerdi…
Ben kendime bir söz vermiştim: dürüst olacaktım… Üniversal dürüstlük benim için çok yüksek bir ahlâkî çıtadır… Ben en azından sadece kendime karşı dürüst olacaktım… İnsan zihninin kendine oynadığı oyunlar, tam kelime anlamıyla müthiştir… Bunu en iyi bağımlılığı olan insanlar bilir… Bağımlı insanların, mesela sigarayı bıraktıklarında veya sigara içmeye devam etmek istediklerinde, kendilerine söyledikleri yalanları düşünün… mesela dünya barışı için sigara içmeye devam etmesi gerektiğini öyle bir anlatır ki!.. Veya sınava hazırlanan bir öğrencinin ders başına oturmadan önceki argümantasyon kompleksiliğini değme felsefecilerle karşılaştırın… Ben kıvırmayacaktım… Mazeret tedarik etmeyecek, aklamayacaktım… Safsata yapmayacak, zihinsel eğilimlerden kaçınacaktım… Verinin söylemeye imkân vermediği şeyi söylemeyecektim; ağzımdan veya zihnimden kaçarsa da derhal düzeltecektim… Veri ile tez arasındaki ilişkiye sürekli gözümü dikecektim… Bunca zaman sonra anlıyorum ki, bu ahlâk ve düşünüş, mücessem matematik ahlâkıydı…
Bir paragraf önce tanımlanan düşünme şeklini tamamen benimsemiş bir insanın, Türkiye toplumunda yaşayacağı sıkıntıyı hayâl bile edemezsiniz… Parasından altı sıfır atalı on yıldan fazla olmuş fakat hâlâ kuruş hesabını gündelik hayatta neredeyse kimsenin yapamadığı ve toplumunun ezici çoğunluğuna, daha doğru düzgün imlâ öğretememiş bir ülkede, öyle zamanlar olur ki, gündelik hayatı devam ettirmek imkânsız hâle gelir… Gödel’in “evrimin hezimetine uğramak” dediği hâl… İşte bu tip çileleri hiç olmazsa konuşabileceği dostlara sahib olmak, çoğu zaman bir yara sarma ameliyatıdır… Ki, onlara bu sözü de vermiş, eğer bu ilkelerden saparsam beni en şedit şekilde düzeltmeleri gerektiğini ihtar etmişimdir…
Biz bu yozluğun mamûlüyüz dedim… Fakat bu yozluğun, yatay değil de dikey bir şey olduğunu, bütün toplum katmanlarını, fikir kamplarını dikine kesen bir şey olduğunu fark etmek de ancak tecrübe ile mümkün… Bu, eğlencecilik ideolojisinin bugün temel tezlerinden biri olan “Türküyle, Kürdüyle, Çerkesiyle, Lazıyla bok gibi bir milletiz” şeklinde ucuz ve yüzeysel bir söylenme değildi… Bu yozluğun merkezine seyahat, insanları şuraya buraya savurur… Ki Türkiye tarihi bir savruluşlar tarihidir…
Ben kendimi matematikçi olarak görüyordum… Hep en bunaldığım zamanlarda, Hardy’yi de hatırlayarak, toplumsal meselelerin benim işim olmadığı, bu konunun uzmanlarının bu meselelerle ilgilenmesi gerektiğine kaçıyordum… Özellikle aksiyomatik kümeler teorisi, matematiksel sistemler, matematiğin temelleri, safsata ve zihinsel eğilimler gibi konulara doğru eğildikçe, toplumsal meselelerle matematik arasında (Snow’u şimdi hatırlamanın yeridir) su geçirmez bölmeler olmadığını, iki ayrık alandan bahsetmediğimizi idrak etmeye başladım… Gittikçe daha bütüncül bir görüşe varmaya başlamıştım…
İnsan en deneysel bilim yapma pratiğinde bile, bir takım varsayımlarla işe başlar… Mars’a koloni kurmak gibi salt bilimsel bir faaliyet bile Mars’a koloni kurulabileceğine inanmakla mümkündür… Çünkü bilgi, -son tecride- gerekçelendirilmiş inançtır… Batı’da Rönesans ile kendine gelmeye başlayan “insan”, bir müddet sonra, esasında sadece efendi değiştirdiğini fark etti… Çünkü sulta, sulta olduktan sonra, dayanağının fizik mi metafizik mi olduğu önemini yitirir… Ve 20. yy’da Heisenberg’in belirsizlik, Einstein’ın görelilik ve Gödel’in tamamlanmazlık teoremleri ile iş iyice içinden çıkılmaz bir hâl aldı… Evet, hisse karşı veri, bir üstünlüktür lâkin verinin ne kadar veri olduğu ve “anlamı” yine bir yorum meselesidir…
Türkiye yozluğunun sebeblerinden ve sonuçlarından biri de “Batı” düşmanlığıydı… “Batı”, artık onlar her kimlerse, her türlü kötülüğün kaynağıydı… Üstelik bu düşmanlık, yine yatay değil neredeyse bütün toplumsal kesimleri Kemalistler, İslâmcılar, milliyetçiler, solcular) dikey kesen bir şeydi… Nihayet damağımda kalan tat şudur: Cahil ve küstah Türkiye ahalisi, insanlık bakımından, sadece bilim ve teknolojide değil, ahlâk ve maneviyat, his ve fikir bakımından da “Batı”nın çok çok gerisindedir ve “Batı”dan hâlâ öğrenmesi gereken tonla şey vardır… Ve bence şu gayet nettir: “Batı” düşmanlığı ile “Batı” medeniyetini bilmek, Türkiye’de ahlâksızlık ile sıhhat arasındaki farktır… Türkiye, daha önce de defalarca belirttiğim gibi, ahlâkı kimin kimle seviştiğinden ötede bir şey olarak algılamadığı sürece, kendisi için yerin altının üstünden daha hayırlı olacağı bir ülke olarak kalmaya devam edecektir…
Bir önceki paragrafta, bütün Batı ibarelerinin tırnak içinde olduğu, dikkatten kaçmamış olabilir… Direkt söyleyeyim: Batı medeniyeti diye bir şeyin var olduğuna inanmadım, inanmıyorum… Ortadoğu diye kültürel veya politik bir kategori olduğuna da inanmıyorum… Ortadoğu bataklığı, Ortadoğululuk lâneti diye böğüren yarı okumuş, yüzü güya Batı’ya dönük genç hayvan sürülerinden nefretimi her zaman ifâde ettim… Bu tiplerden birine, “var mısın İngiliz usûlü yapalım… Bu tip bir avam kamarasına misalen Kürd beyleri de girer, meşayıh-ı kirâm da… Yok eğer illa elitizm diyorsan, Arabça, Farsça, Yunanca ve Lâtince’den en az ikisini düzgün konuşup yazamayan hiç kimse, mesela senin gibi hödükler idareci sınıfına giremez” demiştim…
Ahlâksızlığın temelinde biz ve onlar vardır… Ahlâkî rölativizm, ahlâkî çifte standart, bu ülkenin başına gelmiş en büyük faciadır ve Türkiye ahalisinin Batı düşmanlığı tam da bu iğrenç retorik üstünde şekillenir… Türkiye ahalisi için en büyük düşman onlar’dan çok biz hapishanesinin duvarını oyanlardır…
Medeniyet tarihinin bir döneminde (9-13. asırlar arası) insanlığın öncüsü, Müslüman dünya idi… Medeniyette, sanatta, bilimde, ticarette dünyanın en ileri coğrafyası İslâm coğrafyası idi… Kendi ışıklarını Yunan ve Hind’den aldıkları ile komplekssiz bir şekilde, Süryanî ve Farisîlerin de yardımıyla orijinalleştirip daha yukarıya taşıdılar… Bu bayrak, bugün, “Batı” denilen yere emanettir… O hikâyenin özeti bu kadardır… Ve neticede Doğu da Batı da Allah’a âittir…
Bizler, içinde elit kıvılcımı yaşatmaya çalışan insanlarız… Bir kuşak önce Niğde’nin bilmem ne köyünden kalkıp gelmiş ve İstanbul’da talihi yaver gidip parayı bulan taşralının bir süre sonra Boğaz’daki yalısına bilmem nereden kaç paraya bulduğu padişah fermanını asıp soyunun padişahın çizmecibaşısından geldiği iddiası gibi bir elitlikten bahsetmiyorum… Malûm, Türkiye’de aristokrasi yoktur… Öyleyse elitliğimizi bilgiyle, tefekkürle, çabayla, tavırla, ahlâkla biz kurmak zorundayız…
Bir Kızılderili hikâyesinde, “yüzlerimize bakın, bizler geride kalanlarız… Anlatacak hikâyemiz var” denir… Hikâyemizi yazmaya çalışıyoruz…
Cem TÜRKBİNER