KÜLTÜR, MEDENİYET VE DEMOKRASİ
Merhum Elmalılı Hamdi Yazır, yazılmasına lüzûm gördüğü Kur’ân tefsirinin mukaddimesinde, “İran’da çıkan yünden, Avrupa’da bükülen ipten, Türk tezgâhında dokunan halıyı Türk malı tanıdım.” der. Tarih boyunca bir çok materyali kendi coğrafyamızın dışından getirip bizleştirdiğimiz gibi bir çok kavram ve fikri de kendi tezgâhımızda dokuyup bizleştirmiş ya da bunun gayretini göstermişiz.
Cemil Meriç, “Kültürden İrfana” adlı eserinde “kültür” kelimesinin yolculuğunu anlatır: Kültür kelimesi, bugünkü teknik ve antropolojik anlamıyla İngilizceye Tylor tarafından 1871’de yerleştirilmiştir. Bununla beraber İngiliz ve Amerikan sözlüklerine ancak elli yıl sonra girebilmiştir. Tylor “medeniyet” kelimesinden hoşlanmıyordu. Bazı tereddütlerden sonra Almancadan kültür kelimesini aldı. “Hars mı diyelim irfan mı?” derken Ziya Gökalp “kültür” yerine “hars”ı kullanır. Hars ve Medeniyet adlı, konu ile alâkalı on iki makalesini içeren eserde devrin tanıma muhtaç iki kavramını ele alır. Pek ısınamasak da Kültür de zaman ile evcilleştirilir. Sosyoloji Notları’nda Cemil Meriç, “Batı ruh yapımıza kendi mefhumlarını zerkediyor. Bu yüzden idrakimiz mefluç hâle geliyor. Kavgayı önce kelimeler dünyasında kazanmak mecburiyetindeyiz.” diyor. Bu kavgayı verecek cesaretimiz var mı? Kazanmadan evvel savaşmayı göze alabilmeliyiz. Tarih bize bu cesareti verecek malzemeyi sunuyor. “Kelimeleri tarih yoğurur.” diyor Cemil Meriç. Medeniyet ve kültür kelimeleri de yoğrularak gelmiştir bugüne. Kelimeler hangi tarihin tezgâhında yoğrulursa onun eseridir.
Aynı devrin kültür ile beraber lügâtimize giren kelimelerinden medeniyet de enine boyuna irdelenir. Mesela devrin aydınlarından Namık Kemâl’in medeniyetten ne anladığını şöyle ifâde eder Cemil Meriç; “Her yerde doğruluğu sabit olmuş hakaik-ı ilmiyye…” Mehmed Akif’in “tek dişi kalmış canavar”ı olan bu kavram aynı zamanda İslâm topraklarının Batı emperyalizmine açılan kapısının anahtarı olur. Batı kendisi dışındaki dünyayı “medenî” görmez. “Medenî olduğu söylenen bir topluluk, mesela 19. yüzyıl İngiliz toplumu, muayyen bir hukuk sistemi olmadığı için yarı medenî kabul edilen Hindistan toplumundan üstün müdür?” diye sorar İbrahim Kalın Akıl ve Erdem’de. “Jeremy Bentham’dan Thomas Macaulay’a 19. yüzyıl Avrupa aydınları ve hukukçuları bu soruya tereddütsüz evet cevabını verdiler.” diyerek ekler ; “Zira onlara göre medeniyetin en önemli kriteri, hukuk ve düzen sahibi olmaktı. Müslüman azınlığın yönettiği Hindistan toplumunda ne İslâm hukuku ne de Hint hukuk geleneği, Avrupalı medeniyet kriterlerini karşılayacak bir hukuk fikrine ve düzen mefhumuna sahipti. Bu yüzden Birleşik Krallık, Hint toplumuna yeni bir hukuk sistemi getirmeli, yeni bir eğitim sistemi kurmalı ve böylece medenîliğin ölçütü olan hukuk ve düzen fikirlerini topluma yerleştirmeliydi.” O devir işgâl kapılarını açan bu anahtar kelimeyi daha iyi anlamak için yine Akıl ve Erdem’de bir İngiliz seyyahın “1829’da Blonde gemisinde verilen baloya katılan Türklerin “medenî tutumu” (cesareti) hakkındaki şu ifâdesine dikkat kesilmekte yarar var : “Ayrılmadan önce birkaç saat içerisinde medeniyet yolunda üç büyük adım attılar: Kadınlar ile dans ettiler, alenen içki içtiler ve kumar oynadılar.” Akif’in “tek dişi kalmış canavar” olarak tanımlaması Tylor’ın hoşlanmamasının nedeni ile aynı mıdır bilemem lâkin bu kelimeye karşı temkinli oluşumuz bundandır. Ya onların sunduğu gibi alacağız ya da bizleştireceğiz, fikir tezgâhımızda işleyip öz malımız kılacağız. Kültür yerine harsı ya da irfanı kullanmasak da zaman ile kelimeyi ustalıkla işleyen fikir ustalarımız “cultur”u bizleştirmeyi başardığı gibi “civilization” kelimesine karşılık medeniyet kelimesini de işleyerek bizleştirmiştir.
Kültür ve Medeniyet kavramları Batı’dan geldiği gibi ya da Batılı gibi düşünen içimizdekilerin sunduğu gibi kalmamış özellikle içerisinde kök itibari ile “Medine”nin geçmesi ile de medeniyet lügâtimize yerleşmiştir. Artık medeniyet eşittir Avrupa ya da Batı değildir. İnce ustalıkla tefrik edilmiştir. Kültür ve Medeniyet Üzerine Denemeler’de Yılmaz Özakpınar, “Ziya Gökalp, Mümtaz Turhan ve Osman Turan gibi Erol Güngör de, medeniyeti sarsılmış bir toplumda yazdı.” der. Cemil Meriç, Ziya Gökalp’i anlatırken, “Ziya Gökalp bütün fikir adamları gibi birçok hataları olan bir fanîdir. Hataların ülkenin her sınırından girdiği bir devirde yaşıyordu.” dediği, koruma duvarlarımızın tarumar edildiği, burçlarımızın yıkıldığı bir toplumda medeniyeti tarif etme gayreti ile bu tefrik bir nebze başarılmış, mevcut kullanımına gelebilmiştir. Bütün savrulmalara rağmen “biz ve onlar” olarak kavramlaştırabildik. Yılmaz Özakpınar’a göre, “Osmanlı İmparatorluğu çökerken, imparatorluğun çekirdeği olan topraklar üzerinde millî devlete geçiş süreci başladı. Kültürün yeni baştan yapılandırılması gerekiyordu. Fakat millî devlete geçişin sosyal anlamı yanlış tasarlandı. Kültürü yeni baştan yapılandırma yerine, kültürü besleyen medeniyeti değiştirme yolu seçildi. Bütün icraat, İslâm medeniyetinden çıkıp Batı medeniyetine girmeyi temsil ediyordu.” Bu iki kelime içimize gelişi ve sonrası millî devlete geçiş ile beraber bütün sabıka ve arızalarına rağmen bugün Batıcı zihinlerden çok milliyetçi, muhafazakâr ya da İslâmcı camiada zihinlere hitap etmekte ve daha yoğun kullanılmakta, düşlenen ideali ya da muhteşem maziyi kendi penceresinden anlatan bu camialar kavrama karşı herhangi bir yabancılık çekmemektedir. (Kültür kavramı İslâmcı camiada çeşitli eleştirilere hâlâ tabi tutulsa da soğuk ve itici olarak tam anlamıyla görülmemektedir.) “İslâm Medeniyeti, Türk-İslâm Medeniyeti, Türk Kültürü” vb. ifadeler ile kavramlar rahatlıkla bugün kullanılmaktadır. Mesele şimdi ait olduğumuz medeniyet ile kültürümüzü şekillendirebilmekte.
Bu iki kelime hayatımıza bir saldırı aracı olarak girmiş olsa dahi zaman ile bizleştirerek bu araçları etkisiz hale getirmeyi başarmışız. Dün olduğu gibi bugün de çeşitli saldırı araçları ile üzerimize gelen “hayâsız akın” karşısında savunma halinde ve aslında biraz şaşkın ve endişeliyiz. Bu endişe verici araçlardan en önemlisi bugün “demokrasi” kavramı olarak karşımıza çıkıyor. Burada soracağımız soru şu: Bu kelimeyi medeniyet örneğinde olduğu gibi “ismen, cismen ve ruhen” tezgâhımızda işleyecek ustalığımız var mı? Ya da olduğu ve dayatıldığı gibi hâlâ hayatımızda tutmaya devam mı edeceğiz? Sarsılmış bir medeniyetin çocukları olarak dayatılan bu kavramı işleyecek azmimiz kaldı mı? Yeniden kalelerimizi onarıp, burçlarımızı yükselterek kendimize olan inancı ve güveni kuşanıp, tarihî tecrübelerimiz ile yoğurup biz olabilmek ya da biz kalabilmek yolunda bu çağın taarruzuna karşı koyabilecek miyiz?
Suat KÜRŞAT