DÜŞLERDEN HAYATA / YAŞADIĞIMIZ GÜNLER
Mektubunu aldım sevgili dostum. İnan aynı hisler içerisindeyim. Sen doğru davranmaya çalıştıkça, her şey sana karşı da, seni çıldırtırcasına bir terkiple elbirliği etmişçesine üzerine geliyor.
Sevmesen de, istemesen de bir şekilde senin dünyanla temasa geçmiş insanlar fütursuzca müdahil oluyorlar hayatına… Sen, çektiğin sıkıntılar yetmezmiş gibi onlarla uğraşmak zorunda kalıyorsun, gönül kırmamak adına… Bir türlü kıramadığımız şu “insan sevgisi”, hak etmeseler de gösterilen hoş görü, aslında farkında değiliz ama zarar verir hâle geliyor bize.
Henüz çok genç olan insanların bunu anlaması imkânsız dostum… Hak, adalet, eşyayı yerli yerine koymak ya; tahammül, genç insanda daha fazla bu noktada, henüz yolun başında, nerden bilsin gereksiz yere gösterilen hoş görü belki de haksızlıkların en büyüğü, en büyük adaletsizlik.
Öğrenecekler dostum, öğrenecekler… Bizler nasıl öğrendikse düşe kalka, onlar da öğrenecekler.
Bize biçilen rol buydu! Sen aslında yüzüne tükürmek istiyorsun, bağırmak, ağlamak istiyorsun, sırf bazılarının hatırına yapmıyor, böyle davranmıyorsun… Aslında rol içinde rol değil, bize biçilen rol bu! Ne derece başarılı olduk tartışılır! Şuna inanıyorum ki insan davranışlarının iyi veya kötü sirayet gücü çok fazla, kötünün daha fazla. Aynı çevre içerisinde, olmaması düşünülebilir mi; insan davranışları birbirinden bağımsız olsun, birbirine sirayet etmesin?!.
Her ne ise yaşıyoruz işte!
Şu koskoca dünya sahnesinde bize biçilen rolü oynuyoruz. Eğer pazarlıksız kabullenmişsek bu rolü ne âlâ! Büyük bir iştiyak ve tevekkülle, rolümüzü oynayalım! Ne dersin?
Başka bir sahne, şu koskoca sahne içerisinden;
“Sofi’ye gelen mektuplarda çocuklarda olan merak duygusundan bahsedilir. İnsanları öğrenmeye iten en büyük etkenlerden birinin merak olduğu yazar. Çocuk örneğini de vererek; çocukların her şeyi merak edip, patavatsız ve düşünmeden her şeyi karıştırmaları ve büyüdükçe büyüklerinin telkini ile zamanla bu duygunun veya içgüdünün köreldiğini, daha doğrusu mümkün olduğunca aza indirgendiği de yazıyordu.” Evet, insanda çok garip bir şekilde, bilinmeze karşı merak duygusu var. Bu da çok tabiîdir bizim inancımıza göre: Allah’ın kendisi sırlarla dolu bir hazine… Hem bilinenle, hem de bilinmezle kuşatılmışız. Bu nasıl bir ahenktir ki, bütün zıtlıkları kendisinde toplamış! Merak; Allah’ın, fıtratında insana nakşettiği, büyük bir nimet veya külfet…
Çocuklarda olan merak ise, tedbirsiz ve temkinsiz, o saf patavatsızlıklarıyla bilinmeyenin üstüne gitme isteği… Sonuç olarak çocuklar yaptıklarından dolayı iyi veya kötü mesuliyet altında değiller. Çocuklar ya!
Zaten ondaki de bu merak duygusu değil miydi; tâ ilerileri göstererek;
— “Haydi! Yarışa var mısın?” derken ağabeyine.
Daha küçüklerdi, saf ve yazılmamış kâğıt misâli… O ise nerden bilebilirdi ki, iki oğluyla birlikte yıllar öncesine doğru bir yolculuğun başında olduğunu. Kâh denizin derinliklerinde, kâh kara parçasının balçıklı çöllerinde, kendisine çizilen yolda, istese de istemese de yürüyordu, yüzüyordu nişansız, namsız… İnsanı fezâya kadar çıkartan da, denizin derinliklerine gömen de, merak!
Bilinmeyen o kadar çok şey var ki!.. Namsız da bu kader yolculuğunda; denizin o garip ve gizemli, bir o kadar da ürkütücü derinliklerinde iki oğlu ve balina dostuyla yol alıyordu. Oğullarıyla birlikte balina dostlarının o koskocaman gövdesine tutunarak ilerliyorlardı. Gizli dehlizlerden, yosunlarla kaplı kayalıkların arasından yüzerek ilerlerken, Namsız, birden, nasıl nefes alıp da denizde böyle yüzebildiklerini düşündü. O ânda balina o kocaman gözleri ile Namsıza bakarak;
— “Neden şaşırıyorsun ki! Allah her şeye kâdir değil mi? Dilerse en mümkün olmayacaklar bile mümkün kılar. Yeter ki sen inan!”
“Doğru!” dedi içinden Namsız. Ve denizde yaşayan insanlar geldi aklına… Okumuştu, suda yaşayan “su insanları”nın olduğunu. Böyle bir şey mi idi bu? Yoksa?.. “Yoksa”sını boş ver be Namsız! Balina dostunun dediği gibi, tüm saflığın ile imânın hakikatini yaşamaya bak sen! Gerisi de pek mühim değil zaten.
Ama ne?.. Peşlerinde onları yok etmek isteyen insanların, onların peşinde olduklarını unutmuştu. Birden bir telâş aldı Namsız’ı. Neyse ki çocukları yanında ve denizde emniyetteyiz diye düşünerek rahatladı… Deniz, nasıl kucaklamış, basmıştı bağrına. Hani kocaman yürekli insanlar misâli, samimi ve çilekeş her insan o gönülde bir köşecik bulur kendine, öyle büyüktür gönülleri; hesaba, ölçüye vurulamaz… İnsanlığın, hani ya nerdeyse tükendiği zamanda, biz garibanların sığınacağı o gönlü bulmak nasıl zor bir şey. Dalmışlardı çaresizlikle denize…
Bir açıklama yapmak zorundayım: Bu serüven nasıl başlamıştı? Bunlar neyin nesiydi?.. Onları yok etmek isteyen insanların, hatta bütün dünya onların peşindeydi, bunu fark etmesiyle Namsız, bir kovalamaca başlamış, işte o çaresizlikle iki oğluyla birlikte dalmışlardı denize. Küçük oğlu, ağabeyine “yarışa var mısın?” derken, anlamadan, biraz da sevinçle atlamıştı suya, hiç bir şeyin farkında değillerdi. Oysa çıkamayacaklardı belki de sudan… Zaman akıyordu şüphesiz ama onlar geceyi gündüzü pek fark edemiyorlardı; mavi, bazen yeşilimsi bir helezonda süzülüyorlardı, kaç gün, ay, yıl olmuştu hiç kestiremiyordu. Sadece sudaki ışık pırıltılarından, ki büyülüyordu onları, gündüz olduğunu anlıyordu. Dünyadaki tüm kötülükler dışarıda onları bekliyordu. Hâlâ devam eden kovalamacadan ibaret olan bu serüven, bu çerçevede sürüp gidiyor.
Neden onlar da bizim gibi denizin içinde duramıyorlardı? Hem de tüm teknolojik imkânlara sahipken… Ne yazar! O’ndan mahrum olmanın, hiçbir şeye malik olmamayı beraberinde getirdiğini bilmiyorlar. Bilmiyorlar ki O’na malik olmak, hiçbir şeyden mahrum olmamak demekti.
Bir bilimselliktir tutturmuşlar… Aklın nereye kadar gidebileceğini, neleri kuşatıp, kuşatamayacağını bilmiyorlar!.. Ruh diye bir şey var! Ne kadar gizemli, bilinmez olsa da, hakikatte, O’nun nelere malik olduğunu bilmiyorlar. Bu âleme ait olmayanı, bilimle açıklamaya çalışıyorlar. O sizin biliminize sığar mı? Siz aklınızla kuşatmaya çalışıyorsunuz, sizi kuşatanı! Bu nasıl mümkün olabilir?!. Aklın kuşatamadığı her yer ve her şeyin ancak O’na teslim olmakla izah edilebileceğini ya da edilemeyeceği… Bilmiyorlar… Onlar bilimsellikleri ile kovalaya dursunlar, Namsız, bir hedef belirlemişti bile; bu kovalamaca içerisinde, tüm ruhu ile gizli bir hazineyi arıyordu denizin derinliklerinde… Anahtarı ruhunda olan bir hazine, hem de filmlerdeki gibi, yıllar, belki de asırlar önce denizin derinliklerine gömülüp, yosun tutmuş, tahtadan, basit ve eski bir sandıkta gizli olan, onu bekleyen hazineyi arıyordu!
Balina dostlarının sırtında tutunarak ilerlerken; kara, kocaman bir delik belirdi önlerinde… Düşünmeye ne hacet, girecekler bu dehlize, ya aradığımız hazine orada ise. Bir ânda balina ile göz göze geldiler, sanki her şey Namsız’ın hareketine bağlıymış gibi bekliyordu. Çok garipti, ağzımızı açmadan bakışarak anlaşıyorduk. Gülümsedi; garip olmayan ne vardı şu âlemde diye geçirdi içinden?
— “Haydi balina dostum kılavuz ol da bize, dalalım şu dehlize. Biz gidelim de şaşmadan hedefe doğru, Rabbimden her ne gelir ise başım gözüm üstüne…”
Ve girdiler kara delikten içeriye, aman Allah’ım bu da ne?!. Burası küçük minyatür bir şehri andırıyor. Evler, bahçeler, sokaklar, caddeler… Yoksa bu şehir, zamanında, kara parçasının üzerinde olan, bir afet veya yerin kendi hareketi ile denizin derinliklerine gömülen bir şehir mi? Ama niye böyle minyatür? Hani avucum biraz büyük olsa sığacak, ama her şey çok net! Bu manzara, Namsız’a sıkıştırılmış insan hayatını, daraltılmış, hareket alanları yok edilmiş çağını tedai ettiriyordu. Öyle bir çağ ki insan denen eşrefi mahlûkat, yeryüzünde Allah’ın halifesi olmaya namzet gerçek insan soyu yok edilmeliydi!..
Görüntü muhteşemdi! Aldanmamak gerektiğini biliyordu Namsız. Ancak panzehir hemen yanı başındaydı zehrin, ayrılmazdı birbirinden, bunu da çok iyi biliyordu… Çocuklar da bu manzara karşısında hareketsiz, şaşkın bakışlarla kalakalmışlardı. Bir süre, Namsız ve balina dostları da aynı hâl üzere öylece seyrettiler bu muhteşem manzarayı.
Nice zaman sonra Namsız, bir bakış fırlattı Balinaya:
— “Sen de mi daha önce görmedin, bilmiyordun burasını? Biz böyle şaşkın şaşkın duruyoruz da, sana ne oluyor? Oysa senin dünyan burası dostum.”
— “Bilmiyordum” dedi balina. “Oysa bu okyanuslarda doğdum, büyüdüm! Dediğin gibi burası benim dünyam!”
Sınırları olmayan yüce bir gönlü keşfeder gibi, denizin derinliklerinde yol alırken, her keşifte aslında kendinin farkına varmak nasıl da insanı hayrete düşürüyor. Her şeyin nasıl birbiriyle alâkalı olduğunu; biri olmazsa diğerini bulamamak, görememek, görünmez bağlarla bir birine bağlı koskocaman bir âlemde olmak! Sen acziyetin nispetinde darmadağın olacakken, kızgınlıklarınla, isyanlarınla ve tabiî ki yenilgiyi kabul etmez inatçılığınla, çoğu kez farkında olmadan, görünmeyeni görüyor, duyulmayanı duyuyorsun! Ve birden anlıyorsun, anlar gibi oluyorsun ve müthiş bir duygu… Hayret ki hayret!.. Sanki bir el, tek bir hareketiyle kararmış gökyüzünü maviye boyuyor veya körleşmiş, uyuşmuş gönüller uyanıveriyor yüzyıllar süren ölüm uykusundan!..
İşte, hepsi birlikte, hem şaşkın, hayret ve tedirgin bir bilinmezin içindeydiler…
***
Küçücük dünyamızda bile, bilinmezler ve sırlar içerisinde kalakalıyorsun değil mi Dostum? Nereden ve nasıl giriyorlar dünyamıza kestiremiyorsun. Nasıl oluyor da, hiç ummadığımız ve ilk ânda ne olduğunu anlayamadığımız bir şekilde kendimizi başka dünyaların içinde buluyoruz?
Bu mesafeleri ne zaman kat ettik?
Nasıl bir dünyadayız?
Oysa küçük bir dünyamız olduğunu sanırken, nasıl büyük ve kocaman olduğunu hayretle müşahede ediyoruz. İşte bu muhteşem ahenk içerisinde yaşıyoruz! Ve bu ahengi bozan belki de çoğu kez, biz, yani sen, ben oluyoruz.
Ruhumdan ruhuna selam, Sevgili Dost!
Esma TURAN