KÜLTÜR, MEDENİYET VE DEMOKRASİ -2-

KÜLTÜR, MEDENİYET VE DEMOKRASİ -2-

Her toplum kendi iradesi ile şekillenir. İrade, tarihi tecrübeler ile pişer. Batı, kiliseyi mahkûm etme iradesini göstermek zorundaydı. Batı için kilise karanlık bir çağın muhafızıydı, muhafızdan kurtulmadan aydınlanamazdı dünyaları. Kiliseyi mahkûm ederken yeni bir mabed inşa etmek zorundaydılar.

Batı kilisenin karanlığında yolunu ararken biz en aydınlık çağımızı cami/mescid etrafında cem oluşumuza borçluyuz. Fert, toplum ve siyaset bu cem oluşun ahengi içerisinde hep aynı istikamete yol alır asırlarca; güneşin fethi. Bu fetih yolculuğunun merkezinde bizi cem eder asırlarca Ayasofya. Bizans ve Roma’yı çatlatan ruh ile İstanbul medeniyetimizin merkezi olur!

Bu yolculuk esnasında kâh etkiler, kâh etkileniriz. Erol Güngör bu etkilenme neticesinde kalıcı olanları kültür olarak tanımlar; ”Millî kültür ve yabancı kültür diye birbirinden tamamen ayrı, bağımsız mevcudiyetlerden bahsetmek doğru değildir. Hiç bir kültür, özellikle Türk kültürü başkalarıyla temastan ve onların etkisinde değişmekten müstağni sayılamaz. Kısacası, tarihin herhangi bir anında milli kültürü ve yabancı kültürleri birbirlerini ilk tanıyan şahıslar gibi karşı karşıya getiremeyiz.” Mesele bu etkilenme esnasında zararlı olan ile yarar sağlayacak olanı ayırt edebilmektedir. Başkalaşmadan ve kendine yabancılaşmadan potanda eritecekleri seçebilmektir. Bunun için şuur gerekmektedir.

Bu şuuru, cemiyet, bir arada yaşama iradesi ile gösterecektir. Kültürün oluşumu Erol Güngör’e göre, ”bir arada yaşayan insanların hayatın muhtelif problemlerine karşı denedikleri çözüm yolları” ortaya koymaktan geçer. Zamanla sabit hale gelen bu çözüm tarzlarının bir kısmı cemiyetin bütününe mal olarak kültürü oluşturur Güngör’e göre.

Bir arada yaşamanın gereği olarak üretilen çözümlerin bizleşmesi için evvela biz olabilmek, kendimizi tanımak, kendimize güvenmek zorundayız. Yabancı bir kültürden kendimize mal edeceğimiz bir kavramı, yaşam tarzını bizim dünyamıza almadan, bize uyan ve uymayan taraflarını tespit edecek şuur ve cesaret ilk ihtiyaç duyacağımız şeydir. Bu şuur ile ancak dikenlikleri gül bahçesine çevirebilir, kendimizden kopmadan, yabancılaşmadan var olabiliriz.

İki asırdır kendimizi tanımamanın ve ”biz kimiz” sorusunun cevabını sıhhatli oturtamamamız nedeni ile yalnızca maruz kalıyoruz. Nurettin Topçu’nun dediği gibi ”Batıdan gelen her fikir gibi, demokrasi bizde halka ”amentü” halinde ezberletildi.” Biz amentümüzü unuttuğumuz için Batıdan gelen her fikre yalnızca maruz kalıyoruz. ”Tenkit ve münakaşa edilmedi. Bünyemize uygunluğunun şartları üzerinde düşünülmedi. Hukuk ve ahlak yönünden tahlili yapılmadı. Değeri hakkında itirazlar yapılıp cevapları aranmadı. Bir kelime ile, üzerinde düşünülmeden benimsendi.” Ya da Rousseau’nun tabiri ile bu ”ilâhlar rejiminin bir hayli kahrını çekmeye mahkum olduk.”

Nurettin Topçu; Batıda 18. yüzyılın bizde ise 19. yüzyılın sonlarından beri demokrasinin bir dünya cenneti olarak tasarlandığını ve 20. asırda bir din gibi benimsendiğini söyler. Bu ”dünya cennetini” şöyle tarif eder, ”Filhakika bu rejimde ”bilenle bilmeyen bir” olmaktadır. Zira her vatandaş aynı oy hakkına sahiptir. Bu hususta cahille âlimin, filozofla amelenin, şerir ile velinin farkı tanınmıyor. Hayatın kemal mevsimine ulaşmış olgun ve faziletli bir hakim ile psikopat bir katil yan yana oy kullanıyorlar. Her ikisinin oyları tatbikatta aynı değeri taşıyor.” Kısacası altın ile çöl kumunu aynı kefeye koyan bir ”dünya cenneti” amentü halinde ezberletildi.

Nurettin Topçu, bir sistem vaz etmek yerine fert ve cemiyeti inşa etmeyi telkin eder. O’na göre en iyi sistem şahsiyetsiz bir toplumda fayda vermeyeceği gibi şahsiyet sahibi bir toplum elinde en kötü sistem dahi fayda verebilir. Türk Devlet Felsefesi adlı eserinde Mehmed Niyazi bu duruma şöyle değinir; ”Bir milletin medeniyeti sarsıldı mı, bu sarsıntının ilk görüneceği yer devletidir; çünkü medeniyetin sarsılması demek, medeniyetin taşıyıcısı olan insanın bazı değerlerini yitirmesi demektir. Bilindiği gibi devlet çarkını döndüren, devlete ruh veren insandır. O yara aldı mı, milletin bünyesinde en uygun sistemler işlemez olurlar, en adil kanunlar kâğıt üzerinde kalırlar.” Nitekim yara alan insanımız elinde koca bir imparatorluk (Cemil Meriç; ”Osmanlı imparatorluk değil Devlet-i Aliye’dir” der) ve yüzyılların yoğurduğu bir sistem çökmüş ve devlet ruhunu yitirmiştir.

Sarsılan medeniyetimizin ardından ruhunu arayan insanımız ve devletimiz Nurettin Topçu’nun dediği gibi ”kendine özel bir medeniyetin sahibi ve yapıcısı olmak isteğinden bile mahrum” kalmış, kendisine zerk edilen kurtuluş reçetelerini başkalaşmak ve şuurunu yitirmek pahasına olduğu gibi alıp köklerinden kopan ağaç gibi çürümeye durmuş.

Son olarak biz olarak var olma kavgasını veremezsek, kaybettiğimiz hakikati bulup tecrübelerimizi bu hakikat ışığında yoğuramaz ve kendimizi tarif edemezsek Üstad’ın dediği gibi; ”Bir dünya doğuyor ve bu dünyanın doğuşunda payı olmıyan milletlere artık ictimai manada ölüm ve yokluk düşüyor. Öyle bir dünya doğuyor ki, niçin yaşadıklarını ve ürediklerini izah edemeyen milletlere, yarın, üstünde süründükleri stepleri sulamak vazifesi” ile bir milletten çok yığın gibi zillet içerisinde yeni dünyanın efendilerine köle olarak nefes alıp vermekten başka bir işe yaramayız! Bu bizim irademizdedir, yarını şekillendirecek irade bizdedir.

Suat KÜRŞAT

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: