BUGÜNKÜ DURUM -1- (Eylül 2018) / Ali Osman ZOR
İBDA Mimarı Salih MİRZABEYOĞLU’nun 20 yıla yakın gördüğü Telegram-Zihin kontrolü işkencesinin ardından 4 Mayıs 2018’de suikaste uğradığı ve sonrasında da şehîd edildiği bugün…
20 yıla yakın gördüğü işkenceyi neredeyse hergün dile getirmesine rağmen “üç maymun”u oynayan iktidar çevrelerinin şehâdetinden sonra da aynı sessizlik yeminlerini devam ettirdikleri bugün…
4 Mayıs Suikasti gerçeğini dile getirmeye çalışanların adeta psikolojik baskı araçlarıyla susturulmaya çalışıldığı bugün…
İBDA Mimarı’na karşı sürdürülen bu “örgütlü sessizlik”in bir komploya, “üç maymun komplosu”na delalet ettiği, iktidarın da bu komplonun içinde olduğunu bize düşündüren türlü yanlış tavırlar sergilediği bugün…
Herkesin Telegram ve Kumandan Mirzabeyoğlu’nun yaşadıkları hakkında bildiği gerçekleri iktidarın bilmemesinin mümkün olmadığı, bundan dolayı da İBDA Mimarı’na 18 yıl boyunca sistematik işkence yapanların ve sonunda onu katledenlerin ortaya çıkarılmasını tüm kararlılığımız ve gücümüzle iktidardan talep etmemiz gereken bugün…
Adeta, Kumandan Mirzabeyoğlu’nun vefatından sonra tüm dengelerin alt üst olduğu, umutsuzluğun aşılanmaya çalışıldığı ve herşeyin tepetaklak gittiği bugün…
Teslimiyetçi eğilimin tüm gücüyle mücadeleyi hedefinden saptırıp, “HÂKİMİYET” fikrini yok etmeye çalıştığı bugün…
Tüm bu olup biten içinde şaşkınlığımızı üzerimizden atıp, hadiseler karşısında tavır geliştirmeye çalıştığımız bugün…
Evet, bugün, yani yaşadığımız zaman diliminin tarihin en kritik dönemi olarak, hem dünyada hem de Türkiye’de yaşanacak ve etkisi asırlarca sürecek kırılmalara gebe olduğunu düşünüyoruz.
SİYASET SAHNESİNDEKİ BUNALIM
Bir sisteme nisbetle “yürüyen şuur” hâlinde siyasî ve içtimaî bir düzenin teşkil edilmesi, bu hedef doğrultusunda da “sistem şuuru”yla bir düzenleme ve yönlendirme faaliyetinden ziyade, “mevcudu” korumak için yapılan günlük müdahalelere şahit oluyoruz.
İktidarın ideolojik ve ahlâkî muhtevasını, “eğittiği” kitle üzerinden takip ettiğimizde, İslâm temelli bir dünya görüşüyle karşılaşmayacağımız kesin. Yeni bir ahlâk anlayışından ziyade, eskinin İslâm’la mantolanarak devamına şahit olduğumuz bugün, “iyi, güzel ve doğru” adına tekâmülden bahsetmek bir tarafa, geçmiş dönemlere nisbetle daha da geriye gidiş söz konusu. Siyasetin gayeleştiği, bu gaye için de her türlü değerin istismar edilebileceği anlayışı zihinlere yer ettikten sonra, ahlâkî bir gelişim zaten söz konusu olamaz.
“Siyasete uygun fikir” veya “fikri siyasete uydurma” gayretinin yoğun olarak yaşanması, ahlâkî gerilemenin en büyük sebebidir. Ahlakî zaafın artması ise, fikri karartan, toplumu da idealsiz bırakan yegâne husus… Siyasetin, adaletten uzak bir kıyıcılığa hizmet etmesinin sebebi de ahlakî zeminde yaşanan zaaftan kaynaklanıyor…
Bunalımın niçin derinleştiğini incelerken bu nokta başa alınmalı. Ahlâkî yozlaşma, ne kadar da idarî şekilde değişikliğe gidilirse gidilsin –Cumhurbaşkanlığı Hükümet Rejimi-, ekonomik kriz olmasa da tek başına bunalım sebebidir. Ekonomik kriz, bu bunalımı olgunlaştıran bir unsur sadece…
Bütün siyasetler tükendi, dünya çapında teklif edilebilir bir anlayış kalmadı. Teklif adına gevelenenler ise, bir düzenin tecrübe edilmiş ve bugünkü buhrana kaynaklık eden eskinin tekrarından başka bir şey değil. Siyasî duruş adına sadece “yobazca bir taraftarlık” ve şaşkınca bir “karşı oluş” söz konusu. Taraftarlığı da, karşı duruşu da belirleyen “Parti Putu”.
Dünyada ve Türkiye’de hiçbir devletin ve hiçbir hareketin kendini ideolojik ve siyasî olarak temellendirme kaygısını taşımadığını görüyoruz. “Güç”ün belirleyiciliği içinde seyrettiğimiz kör döğüşünden ibaret bir hâkimiyet mücadelesi…
Fikir ve ahlâka nisbetle bir tartışma yürütebilmek, artık “boş iş” sınıfından değerlendiriliyor. Güçlü olanın muarızına hâkim olmaya çalıştığı, hakikat kaygısından uzak “orman kanunları”nın geçerli olduğu bir dünya ve bu dünyadaki siyaset sahnesi…
“Gücün kadar konuş” mantığının her tarafa hâkim olduğu bugün, “Hak ve Hakikat” kaygısı bir kenara bırakılarak sorunlar “güçle” çözülebildi mi?
Hayır!
Bilâkis, güç dayatması yeni direniş merkezlerini ve iş içinde yeni güç odaklarını ortaya çıkardı. Böylece çözümsüzlük daha da derinleşerek, çapı genişledi… Gücün hakikatini inkâr etmiyoruz. Dikkat çekmeye çalıştığımız “en iyi”ye ulaşmak kaygısı taşımayan, yani “adalet”i hedeflemeyen bir güç anlayışının bizatihî sorunların, çözümsüzlüğün ve tıkanıklığın kaynağı olduğu gerçeği…
Belki de tarihin hiçbir döneminde bu kadar “amaç” hâline getirilmemiş olan siyaset, iktidarı elinde tutanların “tiranca” bir niyet ve kasıt içinde her kesimden insana “boyun eğdirmek”, “biat ettirmek” ve “teslim almak” mantığı üzerine işliyor. “Hangi ahlâk anlayışına göre?” sorusunun ise mevcut siyasette karşılığı yok. Uluslararası aktörlerden, en küçük gruplara kadar herkes kendi çapında, kim güçlü olduğunu hissediyorsa, meşruiyet sağlama adına en yakınındakini boyun eğmeye ve teslim olmaya zorluyor. Bu durumun göstergesi olarak da siyaset, “sisteme teslim olanlar ve olmayanlar” arasında yaşanan uzlaşmaz gerilim ve çatışma içinde devam ediyor. İrili ufaklı iktidarların güce dayalı ve mevcut konumlarını koruma siyaseti de (siyaset için siyaset), gerilim ve çatışma halinde hayatın her alanında yaşadığımız ve hissettiğimiz bir gerçeklik olarak “tıkanıklık” şeklinde karşımıza çıkıyor.
Vicdanlara, insanların hürriyetlerine ve bağımsızlığına zorbaca ve tiranca bir müdahâle olan mevcut durum, onuruna hunharca bir saldırı olduğunu düşünen fert ve toplumların içe kapanmasını da beraberinde getirdi. Nasıl ki, “siyaset için siyaset” mantığı uluslararası aktörlerden atomize olmuş en küçük gruplara kadar kendisini gösteriyorsa, “içe kapanmacı” ruh hâli de bu siyasete maruz kalan atomize olmuş en küçük gruplardan dünya çapındaki uluslararası aktörlere kadar açık bir şekilde kendisini gösteriyor. Literatüre “içe kapanmacı siyaset” olarak geçen bu durum, hiç bu kadar umumî ve hiç bu kadar reel olarak yaşanmamıştı.
Bütün unsurlar varlığını devam ettirebilmek için birbirlerine mahkûm, herkesin hürriyet alanı tehdit altında ve kimse bağımsızlığını nasıl kuracağını ve koruyacağını bilmiyor; hangi imkân ve araçlarla onur savaşı verilecek cevabı yok. Yoksa KIYAMET koptu da bizim mi haberimiz olmadı?
Üzerimize çöken kâbustan kurtulup kurtulmayacağımıza karar vermemiz gereken gün, bugün…
SEÇİM VE REJİM
2002’den beri iş başında olan siyasî yapı, her türlü fırsatı sadece iktidarda kalabilmek için kullanıp tükettikten sonra, bir çığ gibi geldiği belli olan ekonomik kriz milletin cebine ve sokağa yansımadan baskın bir seçim yaptı…
16 Nisan referandumu ile ortadan kaldırılan parlamenter rejim yerine, adına “cumhurbaşkanlığı hükümet rejimi” denilen yeni bir yönetim biçimi kabul edildi. 24 Haziran baskın seçimi ile de bu rejim uygulamaya geçti.
Farklı vehimlere rağmen bugün bu rejim, göründüğü kadarıyla “saltanat idaresi” doğrultusunda tüm devlet imkânları kullanılarak ilerletilmeye çalışılıyor.
Peki, iç siyasette bu ilerleme nasıl ve hangi ittifaklar temelinde sağlanıyor? Diğer taraftan ise, bu durum mevcut sistem ve düzenin “yeni rejim” makyajıyla sürdürülmesinden başka bir mânâya geliyor mu?
İlk önce birkaç cümleyle “yeni rejim” ihtiyacının nereden doğduğunu tesbit edelim:
Tanzimat’tan beri yaşanan sürecin bugün geldiği aşamada Batı kaynaklı sistemle, halk kitleleri arasındaki bağ tamamen kopmuş olup, bu bağın yeniden kurulma ihtiyacı baş göstermiştir. “Halk”la “sistem” (eğitim, iktisadî, hukukî, sosyal) arasındaki kopuştan mütevellit doğan boşluk giderilerek bu bağ tesis edilebilir. Bu durumda da, iki faaliyetten söz edilebilir:
1- Sistemin eski yürütücüleri yeni bir rejim/iktidar oluşturarak kopan bağı tekrar tesis edip, Devlet-Millet bütünleşmesini sağlama yoluna giderler. Buna yukarıdan aşağıya doğru yapılan tadilat veya bir nevi reform hareketi denir.
2- Sistem dışından başka bir siyaset, doğan bu boşlukta iktidarını inşâ edip, yeni bir rejim tesisi ile inşâ edeceği devletle milleti bütünleştirebilir. Buna da devrim hareketi denir.
Şu ân yaşadığımız ise, birinci şıkta bahsettiğimiz, yukarıda “makyaj” diye nitelediğimiz husustur; güdülen gâye de Devrim Hareketi ile yeni bir rejimin kurulabilmesinin önüne geçmektir. Aynı 1990 ve 2002’de olduğu gibi…
SİSTEME PAYANDA İTTİFAK
AKP’nin MHP ile kurduğu açık, CHP’yle de -seçim sonunda anlaşıldığı üzere- kurduğu zımnî veya gizli ittifak, 24 Haziran’da pekiştirilmiş, izâha gerek kalmayacak şekilde mevcut sistemin devamı için Erdoğan tüm denetim mekanizmalarından uzak, sınırsız yetkiyle donatılarak yeni “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Rejimi”nin ilk Cumhurbaşkanı olarak, tekrar ve “daha güçlü” bir görüntüyle, bir şekilde iktidara taşındı.
“Beyefendi’nin muhalefeti” diyebileceğimiz tüm muhalefet partileri, aldıkları tutumla, kendi kitlelerine ihanet ederek, “muhaliflik” misyonları 24 Haziran seçimleri ile bir kez daha düşmüş, farklı mesafe ayarları içinde olmakla beraber Beştepe etrafındaki öbeklenmede yerlerini almışlardır.
MHP bu tespitimizin dışında. Çünkü o, zaten şu ân iktidar partisi.
Hatırlanacağı üzere biz, “muhalefetin olmadığı”nı “Çadır Tiyatrosu” nitelemesiyle Kasım seçimlerinin arkasından yaptığımız değerlendirmelerde söylemiş, 15 Temmuz’da yaşanan hâdiselere karşı alınan tavırlar ışığında da bunu delillendirmiştik. İktidarı istemeyen bir muhalefete, dünyanın neresine giderseniz gidin “muhalefet” denmez. Hele hele “devrimci muhalefet” hiç denemez.
Beştepe etrafına öbeklenen irili ufaklı “sivil toplum” örgütleri veya başka isimler altındaki gruplar da bu nitelememizin içinde.
“İTTİFAK”IN GİDİŞİ NEREYE?
Devlet ve milletin bütün birikim ve kazanımlarını ifâde eden fabrikaları kapatan veya satan, tarım arazilerini “Moğol ordusu” gibi yağmalayan, hayvancılığın çanına ot tıkayan bir siyasî iktidarın gidişi hangi istikâmetedir?
Mevcut kaynaklarını bu şekilde sağa-sola peşkeş çeken ve har vurup harman savuran bir rejimin nihâyetinde halkı açlıkla karşı karşıya bırakacağı baştan belli değil miydi? Tüm kaynakların betona gömülmesiyle oluşturulan yeni ve görgüsüz zengin sınıfın halktan kopukluğu ve aç gözlülüğü, bunların elinde toplanan millete ait paranın dışarıya kaçırılmasını da beraberinde getirdi. İktidar medyasında ara sıra da olsa rastladığımız ve Erdoğan’ın da “tepkisini çeken” paranın yurtdışına kaçırılmasına dair haberlerin öznesi, umumî olarak bu iktidar döneminde ortaya çıkan yeni ve görgüsüz zenginlerdir. Gerçi paranın yurt dışına kaçırılmasında bu görgüsüzlerin, “yarın devran dönerse bizim başkalarına yaptığımız gibi malımıza mülkümüze çökerler” düşüncesi de oldukça etkili.
Bu yeni durum, eski sermaye sahipleriyle yeni ve görgüsüz zenginler arasında bazen çatışma görüntüsü arzeden rekabeti ortaya çıkarsa da, aynı siyasî partiler gibi, tüm sermaye gruplarının da sistemin devamı için Beştepe etrafında öbeklenmelerine engel değil.
Diğer taraftan Fetullah cemaatinin tasfiye ettiği “Kemalist” bürokrasi, 17-25 Aralık operasyonlarından sonra iâde-i itibarla tekrar görev yerlerine döndürülerek bugünkü ittifaka dâhil olmaları sağlandı. 17-25 Aralık’tan kısa bir süre önce Ergenekon Operasyonları’nın neticelenmesi üzerine konuşan Yalçın Akdoğan, “siyaset üzerindeki askeri vesayet sona ermiştir. Hesaplaşma sağlandı.” demişti. 17-25 Aralık’tan sonra ise, aynı Yalçın Akdoğan siyaset üzerinde vesayet rejimi kurmakla suçladığı “Ordu’ya kumpas kuruldu”ğunu söyledi.
Hükümetteki beyin yakıcı bu dönüş, o gün bu gündür benzer birçok hususta olduğu gibi, yeni ittifaklar adına görünmezleştiriliyor. Hattâ bu ittifakın içinde haklarında verilen kararlardan da anlaşılacağı üzere 28 Şubatçılar da mevcut.
15 Temmuz darbe girişiminin durdurulmasında Kemalistlerin gizlenemeyen gücünün varlığından dolayı, Beştepe etrafında bugünkü İslâmcı-Kemalist ittifakı ortaya çıktı. Durup dururken Perinçek, Erdoğan’ı “Millîci” ilan etmedi. “İslâmcı” ve “Kemalist” derken bir genelleme içinde söylemiyoruz; kastımız bazı İslâmcı ve bazı Kemalistler.
Bu ittifak bileşenlerine bakıldığında MHP’ye ve İşçi Partisi’ne artık yalandan da olsa “muhalefet” demek pek mümkün değil. Fakat şu soru sorulabilir; bu iki partinin Beştepe ile müttefikliği aynı mesafede mi? Bu haklı soruya vereceğimiz cevap, “hayır” olacaktır… Şöyle düşünün; Doğu Perinçek “Erdoğan’ın bir elini tutmuş, açıkta kalan diğer eliyle ona karşı çıkıyor ve muhalefet ediyor” görüntüsüyle “o bizim cephemize geldi” söylemi etrafında bu ittifakın içinde yerini alırken; Devlet Bahçeli ile Erdoğan ise, vücutlarının tüm azâlarıyla birbirine sıkı sıkıya sarılmış ve adetâ “birlik” görüntüsü içinde müttefikliklerini sürdürüyorlar.
Bu görüntüden yola çıkarak şu sorulabilir; bunların ikisi denize düşse, hangisi hangisini dibe sürükler?
İktidar ve iktidar etrafında farklı mesafe ayarlarıyla “Sistem”in devamı gayesiyle yerini almış “Beyefendi’nin muhalefeti”, Meclis ve Beştepe ikiliği içinde ekonomik ve sosyal krizlerin üst üste gelmeye başladığı bugün, yüzde 60’a varan muhalif kitlenin -ki, bu oran her geçen gün artıyor- hoşnutsuzluğu ve uluslararası ilişkilerin tıkanmışlığı içinde, daha ne olduğu pek anlaşılmayan Yeni Rejim’le, mevcut sorunlarla birlikte “kapıda bekleyen” yenilerini de çözebilecek mi? Çözüm adına bazı konuşmalardan ve satır arası ifâdelerden anlaşılıyor ki, kafalarda yakın geleceğe ait olarak bir “olağan üstü durum” öngörülüyor ve bu öngörüye bağlı olarak da Meclis’in feshi ve yeni bir “Millî Hükümet” kurma düşüncesi beliriyor. Doğu Perinçek’in her fırsatta “göreve hazırız” yollu açıklamalarından da bu düşüncelerin varlığını hissedebiliyoruz. Şayet böyle bir adım atılırsa, bu hamlenin bütünleşmeden ziyade toplumdaki ayrışmayı daha da arttıracağını kendi adımıza şimdiden söyleyelim.
“İHTİYAÇ” BAŞKA, “MUHTAÇLIK” DAHA BAŞKA
Müttefiklik ilişkileri ihtiyaçtan dolayı ortaya çıkar, ama Beştepe etrafında açık veya gizli ortaya çıkan bu ilişki, ihtiyaçtan daha ziyâde muhtaçlık görüntüsü arzediyor.
Muhtaçlıktan kaynaklanan bir ilişki türüne başka isimler de verebilirsiniz ama “müttefiklik” diyemezsiniz. Herhangi bir sorununuzu çözebilmek için bir hususa ihtiyaç duymanız ve o ihtiyaç sahibinin de size duyduğu ihtiyaçtan dolayı ona başvurmanızla, varlığınızı devam ettirebilmek için, başvurduğunuz kişi, yapı, grup veya devlete muhtaç olmanız aynı şey değil.
İttifak, tarafların isteğine ve şartlara bağlı olarak bitirilebilir. Muhtaçlık ilişkisi ise, “atsan atılmaz, satsan satılmaz” türden bir ilişki türü olduğundan, bitirilmesi çoğu zaman tarafların iradesine bağlı değildir.
Bu “irade daralması” uluslararası siyasetten tutun da, en yerel politik tutum ve davranışlara kadar her meselede karşımıza “siyasetin daralması” olarak çıkmakta… İhtiyaçlardan başlayan müttefiklik ilişkilerinin, aslında tarafların varlıklarını sürdürebilmek için “muhtaçlık”tan kaynaklandığını, siyasetin bu daralmasından anlıyoruz.
SİYASETİN ALANI NİÇİN VE HANGİ ŞARTLARDA DARALIR?
Tabiî ki fikrin yetersiz kalıp, diplomasiyle sorunların çözülemediği süreçlerde… Ayrıca sisteme nisbetle yürütülmeyen siyasetin kendi kendini amaç edindiği durumlarda da daralma yaşanır. Çünkü tıkanıklığı aşabilecek zihnî eylemin beslendiği KAYNAK mevcut değildir. İdeoloji-sistem ihtiyacı giderilmeden siyaset kurumunun bağımsız olarak kendi ilkeleri çerçevesinde tıkanıklığı aşabilmesi mümkün değildir. Çünkü siyaset kurumunun bağımsız olması, yani “siyaset için siyaset” yapılması tıkanıklığın bizatihi sebebi…
Bugün iç ve dış politikada ortaya çıkan sorunların çözülememesinde irade-siyasetin daralması birinci etken olurken, bu çözümsüzlük belki de beraberinde tarihin bir eşini daha kaydetmediği yukarıda altını çizdiğimiz sebepten dolayı bir tıkanıklık durumunu da ortaya çıkarıyor.
Gözlemleyebildiğimiz kadarıyla siyasetteki bu tıkanıklık durumu, uluslararası aktörlerin kendi aralarındaki ilişkilere ve kendi içlerinde yaşadıkları sorunlara, diğer taraftan da yerel ve bölgesel bazdaki partnerleriyle sürdürmeye çalıştıkları politikaların tamamına hâkim.
Meselâ Amerika’yı ele alalım;
Şu ân Rusya’yla ilişkileri “zenci saçı”na dönmüşken, mevcut Trump yönetimi ile Neo-Con denilen BOP’çular arasındaki mücadele nereye varacağı belli olmayan bir tıkanıklık arzediyor. Bu tıkanıklık Amerika-Türkiye veya Amerika-Avrupa ilişkilerinde de kendisini göstermekte… Rusya açısından baktığımızda da ufak tefek farklılıklar olmakla birlikte, benzer bir durumu orada da gözlemleyebiliyoruz…
Erdoğan iktidarı açısından ise, Beştepe etrafında kurulan gizli ve açık ittifaklara rağmen, yaşanan tıkanıklıkların aşılabilmesi için herhangi bir yol daha önerilebilmiş değil. Meselâ, kendisinin de güçsüzleşmesine mal olan Fetullahçılar’la yaşadığı gerginliğe bir son vermek istese, Ergenekoncular mani olurken, çözüm için HDP ile yeni bir “açılım süreci” başlatmak istese hem MHP hem Ergenekon buna mani olacak. Dolayısıyla bu iki sorunun çözümü de şu ân için pek mümkün görünmüyor.
Daha da garip olan ise, “yeni rejim” makyajıyla sistemin devamı için tüm partilerin ve medyanın sermaye gücünü de yanlarına alarak Erdoğan’a verdikleri desteğin, bu tıkanıklığın aşılmasına yönelik olmasına mukabil, çözümsüzlüğün ve tıkanıklığın derinleşmesinden başka bir işe yaramadığı çok açık görülüyor… Başka bir deyişle; Erdoğan tek başına iktidar gözüktüğü bu dönemde, çaresizliği, çözümsüzlüğü ve tıkanıklığı en üst seviyede yaşamaktadır. Bu kadar fazla bileşenden oluşan ve bahsettiğimiz muhtaçlık ilişkisi içerisindeki böyle bir iktidarın güçlü olduğunu iddia etmek pek mümkün değil. Yerel seçimler yaklaştıkça ittifakın farklı unsurlarının ortaya koyacakları “komik” tavırlarından da “daralmanın” boyutunu takip edebilirsiniz.
Ne SETA koridorlarında politika adına üretilen “çocukça” düşünceler, ne de “küçük dağları ben yarattım” kibriyle dolanan ve çoğunun ceplerini doldurmaktan başka bir gayesi olmayan, her biri en kötüsünden Erdoğan mukallidi “danışman ordusu”nun önereceği çözümler, bu tıkanıklığı aşabilecek keyfiyette olmadığı gibi, her konuştuklarında çözümsüzlüğün derecesini de arttırıyorlar. Çözüm için atılan her adım çözümsüzlüğü arttırıyor ve yumak her geçen gün biraz daha kördüğüm oluyor.
16 yılın sonunda ortaya çıkan, çözüm üretilemeyen tüm bu sorunların ve siyasette yaşanılan tıkanıklığın kaynağı tabiî ki uygulanan politikalardır. Daha açık bir ifâdeyle, hem sorunların hem de çözümsüzlüğün kaynağı, tüm ittifaklarıyla ülkeyi ahtapot gibi saran 2002 Kasım’ından beri işbaşında bulunan, kökleşmiş bu iktidardır.
Şu hususu da yukarıda ifâde ettiklerimize eklemezsek gözlemimiz yarım kalır:
Bu tıkanmışlık hâli iktidarın etrafında veya karşısında konumlanmış ve kendini dernek, vakıf, örgüt, yayın organı, sivil toplum vs. diye niteleyen kurum ve kuruluşların tamamına hâkim. En bölük pörçük olmuş gurup ve gurupçuklardan tutun da, siyasî parti kemmiyetindeki örgütlerin kendi aralarındaki sözde tartışmalarda sergiledikleri çoğu çocukça tavrın ve komikliğin ortaya çıkmasının sebebi de yine aynı irade daralması ve tıkanmışlık…
Devlet başta olmak üzere fert ve toplumda yaşanan bahsettiğimiz bu tıkanmışlığın görünüm ve misâllerine geçmeden, artık kördüğüm hâline gelmiş bu durumun adını koymamız gerekir: KRİZ Durumu…
Çaresizlik ve çözümsüzlük duygusuyla içine kapanmış ve hiçbir meseleye müsbet veya menfî bir tepki göstermeyen bir toplumun yaşadığı ruh hâli ancak “kriz” kavramıyla ifâde edilebilir.
Evet! Bu bir kriz durumudur! Hem de büyük altüst oluşların habercisi olan Devrimci Öfkeye dönüşme ihtimâli yüksek bir kriz durumu.
Nasıl ki, içine kapanık ve kızgınlığını dışa vurmayıp bastıran insanlarda zamanla yüksek tansiyon, baş ağrısı, mide ağrısı, ritim bozuklukları, depresyon gibi bazı psikosomatik problemler baş gösterirse, yaşadığı bunalım ve kriz yüzünden içe kapanmış toplumlarda da biriken öfkenin dışa vurulma öncesinde cinnet, intihar gibi benzer bir takım problemler ortaya çıkabilir. Büyük savaşların arifesinde de benzer durumlar görülebiliyormuş fakat, savaş başladıktan sonra ise tüm bu problemlerin bıçakla kesilir gibi kesildiğini araştırmacılardan öğreniyoruz. Dememiz o ki, yaşanan krizin çapını toplumun yaşadığı İNTİHAR ve CİNNET gibi “psikosomatik” problemlerden de takip edebiliriz.
Ali Osman ZOR
Eylül 2018
Not: Bu yazı yayına hazırlandıktan sonra medyada AKP-MHP ittifakının bittiğine dair haberler yayınlansa da, bu biten ittifakın yerel seçimlere ait olduğunu gözden kaçırmayalım. Sistemi devam ettirmek için kurulan “payanda ittifak”, “muhtaçlık” ilişkisi çerçevesinde devam ediyor. Daha doğrusu taraflar birbirlerine “muhtaç” oluşlarının idrakiyle ittifakı bitiremediler.