ŞÜMÛL YAZILARI -1- DİLDE MUHAKEME USÛLÜ VE GÜNÜMÜZÜN SATHÎLEŞME PROBLEMİ

ŞÜMÛL YAZILARI -1- DİLDE MUHAKEME USÛLÜ VE GÜNÜMÜZÜN SATHÎLEŞME PROBLEMİ

“İlim ilim bilmektir / İlim kendini bilmektir / Sen kendini bilmezsen / Ya nice okumaktır.”

 

Günümüz insanları, Yunus Emre’nin yukarıda geçen sözündeki “kendini bilmektir” in karşısına; salt ahlâkı koymaktadırlar. Hâlbuki hakikatte Yunus Emre, insanın eşya ve hadise karşısındaki tavrının en girift, tecrid denizinin en derin mıntıkasının portresini çizmiş ama kullandığı dil basit göründüğü için insanlar, “akla ilk geleni” kullanma gibi bir ucuzculuğa kapılmıştır. Bu noktada, Salih Mirzabeyoğlu, tecrit derinliğinin derinliğini hissettirebilmek, anlaşıldığı zannedilen şeylerin anlaşılmadığını gösterebilmek, ezberciliğin tersine, meselelerin izâhında şümûllü bir tahlil ve tahkikin önünü açabilmek için, ilk bakışta girift ve çetrefilli gibi gözüken bir dil kullanmıştır; yeni bir dil kurmuştur: İslâma Muhatap Anlayış’ın teorik dili.

Dolayısıyla, insanların “ben”i idrak edebilmeleri için mücerret fikrin nisbî değerini İslâma Muhatap Anlayış’ın muhakeme usûlüne bağlamaları gerekmektedir. Bu keyfiyet, başka bir ifadeyle, “taklidi imân” dan “ikmalî imân”a geçişin ana yoludur. Nitekim Allâh’u Teâlâ; “(Bu Kur’an,) Âyetlerini, iyiden iyiye düşünsünler ve temiz akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir Kitap’tır.”[1] buyurmuştur. Bu yazı, mücerret fikrin mahiyeti ve önemi, değerler sistemiyle dildeki muhakeme usûlünü ve sathî düşüncenin aktüel görüntüleri ile tezahür eden maddî ve manevî zararları hedef alacaktır.

İnsanî varoluşun terakkisi, düşünme ve imân mekanizmasında saklıdır. İnsanlar, “mücerret fikir’i”; soyut-tahlilci düşünceyi kullandıkça, kendilerini nebat, cemat ve hayvan sınıfları ötesine taşımaya başlayacaktır. Cenâb-ı Hakk: “Yoksa sen onların çoğunun (söz) dinleyeceklerini yahut akıllarını kullanacaklarını mı sanıyorsun? Onlar hayvanlar gibidirler, belki yolca onlardan daha da şaşkındırlar.”[2] buyurmaktadır. Allah (c.c)’u insanları ahsen-i takvim (en güzel sûret) ile yaratmış ancak akabinde, dilediğinde de onları aşağılığın en aşağılığı kılacağını belirtmiştir.

Allah’ın insanı en güzel biçimde yaratmış olması, insanın idrak ve şuur sahibi bir varlık olmasını da beraberinde getirmiştir. Ucu bucağı bilinmeyen bu varlık âlemi içinde insan, yaratıcısı tarafından ruhuyla ve bedeniyle tastamam donatılmış olmasının müjdesini, “Biz gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık.”[3] âyetiyle alır. Bu ilâhî müjde bize huzur kaynağı olurken aynı zamanda sorumluluklarımızı da hatırlatıp artırmaktadır. İnsan, bilinen varlık âlemi içinde, gerek fizyolojik, gerekse ruhsal yetenekler bakımından en mükemmel bir sûrette donatılmıştır. Ta “bezm-i elest”te başlamış bir yaratılış hikâyesidir bu; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”[4] sorusuna, “Elbette öyle!..” cevabını veren insan, varlık âlemindeki imtihan hakikatiyle baş başa kalmıştır. Böylece, “… Allah onlardan razı, onlar da Allah’tan razı…”[5] ilâhî kelâmı mucibince Rabbe dönmek için her ânı gözlemlenen serüven başlamıştır. İnsan artık iki makam arasındadır, biri ahsen-i takvim tepesi diğeri ise esfel-i sâfilin kuyusu. Bunların arasında bağlayıcılık “ikmâlî imân” ve “taklîdî imân” geçiş unsurlarıdır. İmam Mâturidî, “Allah’ı bilmek aklen vaciptir” buyurmaktadır. Böylelikle insan, Allah’ın var ve bir olduğu, zâtî sıfatlarının bulunduğu hükmünü akıl ile elde ederek, artık “taklidî imân”dan çıkarak “ikmâlî imân” mertebesine doğru sonsuz yolculuğa revan olmuştur.

Eşya ve hadiseyi teorik düşünce sistemiyle izah gayretine giren insan, böylece, hayvandan daha aşağı bir mertebenin ana taşını şekillendiren düşüncesizlikten uzaklaşmaya başlar. İşte bu serüven, mücerret fikir, tahlilci bakış ile başlamaktadır. Bugün Batı dünyayı tahakküm edecek seviyesine bu yoldan gelmiştir… Oysaki misyon burada bitmemekte, asıl iş Mutlâk’a ulaşmaktır. Diğer yandan, “Başyücelik” sistemini, “Allah nurunun bir tamamlanması” olarak bilmek, bu sistemin zeminini hazırlama faraziyesini gerçekleştirme mesuliyetine karşı mazeretleri geçersiz kılmaktadır. Sonuç olarak, mücerred fikir bir başlangıç, tamamına erdirecek faktör ise, aktüel değerleri de sahaya katıp muhakeme usûlüne varmaktır.

Ahsen-i takvim ölçüsü, muhakeme usûlünün ortaya koyulması olarak izâh edilebilir. Teorik olarak Allah Kelâmı ortada ve bir şekilde mahiyetine dair bilginin varlığı da bilinmektedir ancak, görüyoruz ki insanlar, henüz bu kelâmı aktüel değerlere aplike edememiştir. Aktüel değerler; eşya ve hadisenin tasarrufu gerçekleşmeden, ideal değerleri; eşya ve hadisenin nispetlerini bilmek kâfi gelmemektedir. Cenâb-ı Hakk: “Bir toplum kendilerinde bulunanı değiştirmedikçe, Allah onlara verdiği bir nimeti değiştirmez.”[6] buyurmuştur. Nitekim Allah Resûlü’nün gizli ve açıktan davet devirlerinden sonra hicret ve akabinde haddi aşanlara karşı taarruz devrinin hikmeti, bu minvalde görülmelidir.

Ancak, Batı, bu muhakeme usûlünün karşısına makineyi koyabilir. Sonuçta makine, Batı’nın maddî ilimlere dair hipotezleriyle dünya üzerinde tahakküm kurmasına sebep pratik düşünmenin zirvelerinden aksetmiştir. Makine ile elde edilen tahakküm ve makinenin sebep-sonuç ilişkisi ile çalışması, Batı tarafından bu formülün hayatın kendisine uygulanmak istenmesine yol açmıştır. Hatta bu hipotezin üzerine bir fantezi geliştirerek akıllı makinelerin insanlığı bitireceğini yaymaya başlamışlardır. Geçen yıl icat edilen “Sophia” adı verilen robot; “ben insan ırkını bitireceğim” diyor… Bunun, Frankenstein romanında, yarattığı canavarın ilk önce kendini ve daha sonra insan ırkını öldürme fantezisinden aşırıldığı aşikârdır. Kendi icadı olan makineye tahakküm edemeyip kendisi makineleşmeye yönelen insan topluluğunu, bu tür hipotezlerle makineye daha da bağımlı kılmayı ve insanlığı tamamen makineleştirme-materyalistleştirmeyi hedeflemektedirler. Ancak, göz ardı edilen husus, makinenin bir insan icadı olduğudur. İnsanın kendi icadına ram edilmek istenmesi, insanlığın yok edilmek istenmesidir ki, insanlığın yok olduğu yerde de bu tür insanî meselelere de yer yoktur zaten. Toplumun geneli için böyle bir makineleştirme yoluyla bir kölelik sistemi kurulacak olsa da, geride kalan insanların –bir avuç da kalmış olsalar– insanî meseleleri devam etmeyecek midir?

Şeyler, insanın düşünme mekanizmasıyla bir mânâ kazanıyorsa, düşünme mekanizmasının içerisinde bulunduğu beyinin nereden geldiğini araştırmak, bilhassa sebeb-ul evvel (ilk sebep)’e varmak arzusu ve muhakeme usûlünün ne kadar doğru olup olmadığını tahkik etmek kaçınılmaz olacaktır. Bu doğrultuda Mutlak Fikrin tatbik vasıta sistemine kurulamayan nisbetler içerisinden bakmak, kendince gizli bir materyalizm barındırır. Günümüz Müslüman geçine ve kendisini Büyük Doğu ve İbda diyalektiğini kavradım sananların yaşadığı da tek kelimeyle budur. O yüzden, muhakeme usûlü ancak, ‘teorik değerler’ ile ‘pratik değerlerin’ ‘Mutlak Fikir’ ve onun Tatbik Vasıta Sistemi’ne nispetince meydana gelebilir.

Günümüzde Müslüman geçinenler, olayları yüzeysel yorumladıkları için, olaylara bakış perspektifleri bir o kadar yüzeysel ve muhakemesizdir. Yedi yüz yıl evvel Yunus Emre; “ilim kendini bilmektir” demiş ve bu, insanların diline pelesenk olmuş olmasına rağmen, hâlâ bunu salt ahlâkın karşısına koymaktadırlar. Yani; “ilim ahlâk’ı gerektirir!”. Buna karşı diğeri de haklı olarak; “peki ya ahlâk neyi gerektirir?” diyecektir. Kötü tarafı insanlar, kendini muhakeme edemediği için “kendini bilmenin” karşısına koyduğu ahlâk mertebesine dahi ulaşamamışlardır. Hz. Ayşe, “Allah Resûlü’nün ahlâkı Kur’an’dı.” diyor… Bu doğrultuda, içinde bulunduğumuz sistemin Kur’an’ın neresinde olduğunu sorgulamak ve ahlâk muhasebesi yapmak gerekecektir! Daha üzüntülü bir mesele ise, gerek Necip Fazıl Kısakürek’in kaleme aldığı ve gerekse Salih Mirzabeyoğlu’nun temel taşlarını çizdiği “Başyücelik” kavramı hakkındadır. Bugün insanlar, güncel hükümeti Büyük Doğu İbda’nın bir temsilcisi olarak görmekte ve geçilen “Başkanlık” sistemini, Başyücelik sisteminin yerine ikame etmeye çalışmaktadır.

Retorik olarak Üstad Necip Fazıl ve Büyük Doğu’nun sonuna kadar istismarı ile oynanan illüzyon ve bu retorik illüzyon sebebiyle sonuç olarak, başkanlık sistemi eşittir yeni dünya düzeni ve Başyücelik sisteminin gerçekleşeceğinin vehmettirilişi… Bu tür düşünen insanlara, Başyücelik sisteminin ana hedef tahtasına oturtturduğu evrensel ilkeleri nereye ve hangi muvazeneye koyduklarını sormak gerekir.

Diğer taraftan, Salih Mirzabeyoğlu, tecrit derinliğiyle, ezberciliğin tersine, meselelerin izâhında şümûllü bir tahlil ve tahkikin önünü açmak ve yıllardır yazmış olduğu kitaplarda muhataplarından ‘kendinden zuhur’ diyalektiğiyle muhakeme usulünü geliştirmek ve netice itibariyle eşya ve hadiseye müdahale geliştirmelerini istemesine rağmen insanlar, kendisinin ortaya atılıp kamuoyu bildiri okurcasına; “şu düzene uyacaksınız!” demesini beklediler.

Salih Mirzabeyoğlu, Haliç Kongre Merkezi’ndeki “Adalet Mutlak’a” adlı konferansında; “Şimdi bu evrensel ilkeler palavrasını da bir tarafa bırakalım, “evrensel ilkeler” falan diye bir şey yok, burada hâkim olanın koymuş̧ olduğu kurallar var! Uyarsan uyarsın, uymazsan uydururlar! Bu kuralların mânâsı da budur. Meselâ ben bunları “Başyücelik Devleti”nde de yazdım; demokrasi diye zorlama diyorum… Ya adam dünyanın öbür ucundan tanklarıyla uçaklarıyla geliyor, bu adamı demokrat yapacak… Şimdi, “Yeni Dünya Düzeni” kurulacaksa, biz de diyoruz ki buradan başlasın…” demişti… Bu konuşma sonucunda, hâlâ güncel hükümetin Büyük Doğu çizgisini izlediğini düşünmek, muhakeme usûlünü oluşturmak bir yana, mücerret fikrin dahi kullanılmadığını göstermektedir. Bir tarafta lafta inandığını iddia ederken pratikte maddeci-materyalist ve daha da ötesi hedonist bir bakış, diğer tarafta ise teorik ve aktüel değerlerin nisbetini Mutlak Hüküm Koyucu’suna bağlamaya çalışan bir muhakeme usûlü. Sonuç olarak bugün, başkanlık sisteminin “Başyücelik” devletini ikame edeceğini düşünmek, Sophia robotun; “Ben insan ırkını yok edeceğim” demesi kadar fantezidir. Her iki tarafın sözcüsü de aynıdır. Birinde, dijital olarak o sözcükleri hıfz ettirmekte, diğerinde ise sözde evrensel ilkeler ve “Mutlak fikirsiz” bir düzen “Başyücelik” olarak empoze edilmektedir.

İbrahim Musluoğlu
Londra – 2018

[1]Sâd suresi, 29. Âyet.

[2]Furkan suresi, 44. Âyet.

[3]Tin suresi, 4. Âyet.

[4]Araf suresi, 172. Âyet.

[5] Beyyine suresi, 8. Âyet.

[6] Enfal suresi, 53. Âyet.

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: