“İMAN ÖFKESİ”Nİ KAYBETMEMEK
“Gaye insan-Ufuk Peygamber ve O’nun nur halkasında yetişen her biri Sadakat timsali Sahabe Efendilerimiz…
Öyle bir sadakat ve teslimiyet ki; öl dese ölecek, bir bakışı bir kelâmı ile ne kadar dünyevî lezzet varsa ardına savurup, göz ucuyla dahi dönüp bakmayacak ve istenilen ‘olma’ vazifesi uğruna meydana atılmaktan korkmayacak bir şuur hâliyle, aksiyona, tatbik sahasında dimdik duruş tablosu…
Ümmete, ‘Razı olunan’ kul nasıl olurmuş, hâlinin hakikati ile hitab eden ve hâlen etmekte olan adımlarına tabi olunduğunda, istenene ulaştıran yıldızlar…
*
Kalbi sadakatte zirve şahsiyet Hz. Ebu Bekir(ra)…
Müşrikler Efendimiz hakkında: “Arkadaşın miraca çıktığını, Allah ile görüştüğünü söylüyor” dediklerinde bir ân dahi tereddüte düşmeden, “O söylüyorsa doğrudur!” diyerek “sıddıkiyet” makâmının hakkını veren zât… Tam teslimiyet; sorgu yok, suâl yok! “Niçin”ler ve “nasıl”lar… Hiçbiri yok. Yalnız “teslim olmak” var…
İslâm; teslim olmak… İman; emn, emin olmak, güvenmek, inanmak… İmam Şafiî Hazretleri’nden:
“İman tam olduğunda ispat yoktur.”
İmanın tam olması, teslimiyetin tamlığı…
Büyük bir Velî’nin vefat ederken son sözleri;
“Her şeyi bir kenara bıraktım, kocakarı imanı ile göçüyorum…”
…
Bugün içinde bulunduğumuz vaziyete baktığımızda bu kıymetten ne kadar koptuğumuzu müşahede etmek hiç de zor olmasa gerek…
“O söylüyorsa tamam, O yapıyorsa inanmalı ve yapmalı, mazeret yok!” şuurundan, “orada o kastedilmemiştir”, niçin, ne sebepten, ne lüzumu var” diyerek İlâhî emirleri birçok “bence”ler ve nefsanî zanlar ve “aklıma yatmıyor” gibi düşüklüklerle arzu ve keyfine göre şekillendirme hevesindeki nefsanî çırpınışlara, “aman rahatım bozulmasın” iştihâsıyla sürüklenen, hakikat uğruna nefsinin rahatsızlığına (ki bilmeliler, “asıl rahatlık, nefsin rahatsızlığındadır”) katlanamayacak sahtekârlıklara… Sorgulamalar, sorgulamalar…
“Akla yatkın değil”, “günümüze uymuyor” diyerek hakikatleri bulandırma sapkınlığının keşmekeşliği… Bu mevzuda Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu‘nun noktalaması geliyor hatıra:
“Evet, “İslâm, ilim ve akla uygundur!” sözü yanlıştır. Uygun olmadığı ilim ve akıl karşısında İslâm nedir? Yanlış mı? Allah’ı mahlûkuna mı tasdik ettireceğiz? Sınırsız sınırlıya, “Mutlak Fikir” çeşitli insan idraki ve değer ölçülerine göre her ân gelişen, değişen ve yıkılan verilere tasdik ettirilir mi? Sen ölçüleri mi ilim ve akla, yoksa ilim ve aklı mı ölçülere nisbet ediyorsun? İlim ve akla uygunluktan dolayı imân ediyorsan, bu, kendi yonttuğuna tapmaktan farklı olmayan bir çeşit putperestliktir. Biz “bağlı akıl”la faaliyette bulunduğumuza göre, akılcılığımızın niteliği, vasıflandırış şeklimiz bellidir ve nisbet içinde olduğumuz MUTLAK FİKİR’e göre, ondan hakikate gelmedir, hakikatten ona gitmek değil! İmân, teslimiyettir, pazarlık kabul etmez!” (1)
Nasslara tereddütsüz teslimiyet ve itaat farz iken, kişinin emirleri hevâsına göre yorumlamaya kalkması –İBDA Mimarı’nın yukarıda belirttiği gibi- kendi yonttuğuna tapan putperestlik, kendince din icat etmek değil de nedir? Böyle bir kimsenin imanından söz edilebilir mi?
Peki bugün içte ve dıştaki hadiselere karşı, kendilerinden başka örnek topluluk tanımadığımız Sahâbe nesli nasıl bir tavır takınırlardı?
Meselâ bugün birçoğunun sığındığı;
“Zaten İslâmî bir idare yok. Bu benim kabahatim mi? Ben siyasetçi miyim?” diyerek çeşitli kaytarma yollarına başvurup, kariyerlerine ve keyiflerine odaklanırlar mıydı? Yoksa, “Mümin yüzde yüz cemiyetçidir. Ben cemiyette ferdi olarak bana düşen iman borcumu yerine getirirken, bütün mümin kardeşlerimden de sorumluyum! Olması gereken nedir ve bunun karşısında duran manileri nasıl ortadan kaldırırım”ın yollarına mı bakarlardı?
Çoğunluğu müslüman olan bir ülkede yaşadığımız hâlde inandığımız değerlere saldırıldığında müdafaası için kılımızı kıpırdatmayan bizler, nefsimize dokunulduğunda her türlü yaygarayı çıkarmaktan geri durmuyoruz. “İman ettik” dediğimiz Hakikatlere hakaret edildiğinde ise, rahat koltuklarımızdan kalkmak bir yana, en küçük bir sızı duymuyoruz… En kötüsü de bu… İmân sızısını duyamamak!.. Hani Büyük Doğu Mimarı Necip Fazıl’ın “his iptâli” dediği hastalığa tutulmuş, “imanın en düşük derecesi” olan “kalp ile buğz etmek” kabiliyetinden dahi mahrumuz.
Nerede bizim imanımız, nerede “Ya Rasulallah! Emret! Seni hicvetmeye cüret eden şu adamın dilini koparayım!” diyen Hz. Ömer şecaati?.. Niçin anamıza babamıza sövüldüğünde dünyaları yakıp yıkacak kadar gözü dönen bizler, Varoluştan namusumuz “Mutlak Fikir”e dil uzatanların dilini koparmayı canilik kabul ediyoruz?
Bu hâlde biz de “boşgörüyü hoşgörü kabul eden mamacı tipler”e benzemiş olmuyor muyuz?..
Birgün Yahudi’nin biriyle münafık, aralarındaki meselede uzlaşamıyorlar. Nihayetinde Yahudi diyor “gel senin Peygamberine gidelim, kararı O versin.” “Tamam” diyor münafık. Huzura gidiyorlar… Gaye insan-Ufuk Peygamber Yahudinin lehine karar veriyor. Huzurdan ayrılıyorlar ayrılmasına ama, münafık içine sindiremiyor durumu. “Bir de Ömer’e gidelim” diyor, gidiyorlar. Yahudi hadiseyi anlatıyor, “bu adam Peygamberinin hükmünü kabul etmedi, sana geldik” diyor. Hazret-i Ömer(ra) celâllenerek “beni burada biraz bekleyin” diyor… Elinde bir kılıçla geri dönüyor… Ve orada indiriveriyor münafığın kellesini… “Allah’ın Resûlü’nün hükmünü kabul etmeyenin hükmü işte budur!” diyor… Ve İlâhî hitâbla kendisine “Hakla Batılı ayırt eden” mânâsına “Faruk” lâkâbı veriliyor.
Hz. Ömer bugün yaşananlara şahit olsaydı, meselâ Efendimizle alâkalı karikatür yarışması düzenleyen, her fırsatta “Mutlak Fikir”e hakaret etme küstahlığındaki Hollandalı hadsize, haddini -anladığı dilden- bildirmez miydi?
Peki bizim Ömer(ra) öfkemiz nerede?
Kurumuş, kabuk tutmuş imân öfkemiz… Allah için olan öfkeyi diriltmenin yollarına bakmak, öncelikli vazifemiz olmalı…
Gaye İnsan – Ufuk Peygamber’i dünya gözüyle bir daha göremeyeceğini bildiği hâlde, Allah’ın bütün kulları hakiki saadete nail olsunlar gayesiyle Sahabe Efendilerimizi dünyanın dört bir ucuna yolculuğa sevk eden aşk ve heyecanın ne kadarı mevcut benliğimizde?
Bizdeki “pısırık müslüman” modeli de, yanı başındaki insana İslâmî hakikatlerden bahsetmeye çekiniyor.
Müslüman olduktan sonra, “kâfirlerden zerre korkum yok Ya Rasullallah!” diyerek Kâbe’de Kelâm-ı İlâhî’yi haykıran Abdullah bin Mesud(ra)’daki o gözükaralık niçin meçhullerde?
Büyük Doğu Mimarı’ndan:
“Müslümanlığımızı, hâşâ, uyuz hastalığı gibi utanç sebebi sayıyoruz!
Kravatlı maymunların yanında uyuzumuz görülecek gibi bir his geliyor bize… Bu değil Müslümanlık!..
Dâva yolunda büyük gözükaralık lâzım!..“(2)
“İnanıyorum!” dediği hakikatlerin uğrunda çile çekmeye, bedel ödemeye yanaşmayan kimsenin sözleri muteber midir peki?
Sadakat, şecaat, gözükaralık ve samimiyetle -İçte ve dışta- olması gerekenin derdine düşüp, nefsanî mazeretlerden kandırmacalardan sıyrılmalı…
Selâm olsun Varlık Güneşi’ne ve O’nun yıldızlarına!
Kâinatın Varlık Sebebi’nin yoldaşlarını, yoluna kandil yapıp bugününü ve yarınını aydınlatan, imar eden çile sahiplerine…
Muhlise DENİZ
Dipnot
1- Salih Mirzabeyoğlu / İstikbâl İslâmındır / Shf: 54-55
2- Necip Fazıl Kısakürek / İman ve Aksiyon / Shf: 116