FOSFORLU SARI YELEK, DANTELLİ BEYAZ KEFEN
Son günlerde Avrupa’nın hatta dünyanın bir numaralı gündem maddesi Fransa’daki sarı yelekliler hareketi. Özellikle Fransız medyasında hadisenin tarihî arka-plânına ve referanslarına dair yüzlerce analiz inceleme yapıldı. Mükemmel bir tarih şuuruna, diriliğine – dinamizmine şahit olduk. Kemal Karpat’ın da belirttiği gibi, “Tarih, bugünkü toplumu anlamaya yaradığı nispette ilgi uyandırır. Tarihi, bugünden ayıramazsınız. Tarihi, yaşayan hayatla birleştirdiğiniz takdirde, yaşadığınız hayatla tarih arasında sağlam bir bağlantı kurulur.” Yine, modern antropolojinin; eğer bir kültür unsuru geçmişteki etkinliğini günümüzde de sürdürüyorsa, kültürel kod olarak değerlendirilir. Hükmü muvacehesinde Fransız İhtilâli’nden tevarüs edilen birçok kültürel kodun tezahürlerini gördük.
“Cemiyet ferdin uzayan gölgesi”… Toplumları insana benzetecek olursak, zihnen ve bedenen sağlıklı insanla, bedenen ve zihnen arızalı insanların eşya ve hadiseler karşısında verdikleri tepkilerle ayırt ederiz. Fransız toplumunda (iyi-kötü, doğru-yanlış) sağlıklı insan reflekslerini müşahade ettik.
Kemal Karpat’ın tespitini mânâlı kılacak okumalar: Paul Louis isimli Fransız yazarın, “Fransız Sosyalizmi Tarihi” isimli kitabında geçen Lyon Ayaklanması bahsi adeta iki asır öncesinde yaşanmış “sarı yelekliler” hareketini tasvir ediyor:
“Fransız işçi sınıfı üç büyük tarihi devir yaşamıştır: Biri 1831, biri 1848, ötekisi de 1871 dir. Şimdi biz bunlardan birincisi üstünde durup, bunu anlatalım, olayların ifâde ettiği mânâyı anlayalım, bu devri bütün canlılığıyla iyice belirtelim.
Emekçiler, o zamana kadar halk tabakalarıyle kaynaşmıştı, belirsiz bir durumdaydı. 1789 -1793 İnkılâbı olunca, büyük zekâların çoğu insanların artık daha ileri gidemiyeceklerini, siyasi rejimin kesin ve değişmez bir şekilde kurulduğunu sanmışlardı. İlk defa olarak, Babeuf yeni bir İnkılâbın zorunlu olduğunu ve İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirisi’nin her türlü sosyal sefaleti ortadan kaldıramadığını söylemek cesaretini göstermişti.
Fransız İnkılâbından önceki günlerde toplanmış olan Genel Meclislerde millet üçe bölünmüştü: bunlardan ikisi (soylular ve rahipler), az çok hızla ve köklü bir şekilde, birinci plândan, iktidardan atılmışlardı. Üçüncüsü olan halkın (yani, burjuvazi, küçük burjuvazi, işçiler ve köylülerin) parçalandığını evvelce gördük. Temmuz 1830’dan beri, büyük burjuvazi hiç rakipsiz olarak hâkimdi. Orta ve küçük burjuvazi muhalefete geçmiş, gizli derneklere dolmuştu. Gösterdiği tevekkülle rejimi korur görünen, ızdıraplarının hakiki sebeplerinin ne olduğunu bir türlü anlayamadığından sorumsuz makineleri parçalayan fabrika işçilerini pek o kadar düşünen yoktu.
1831 Lyon ayaklanması bunlar arasında yeni bir zihniyetin ve çekirdek hâlinde de olsa, bir sınıf şuurunun belirmiş olduğunu gösterdi.
O zamanın ücretli emekçileri üstüne kanunlar çok ağır basmaktaydı. Ceza Kanununun 291 inci ve sonraki maddeleri dernek kurmayı yasak etmişti. Dirilen eski krallık rejimi zamanında iktidarın sıkı gözcülüğü altında ve kanunlara sadık kalacaklarını kesin olarak bildirmek şartıyla ancak bazı mesleki yardım kurumları kurulabilmişti. Meselâ, Paris’teki makinistlerin, demircilerin, kuyumcuların, fırıncıların, doğramacıların, vb. bu türlü yardım kurumları vardı. 100 yıl sonra pek büyük bir gelişme gösterecek olan sendikacılığın ilkin böyle mütevazi bir şekilde başladığı söylenebilir.
Temmuz krallık rejimi zamanında kurulan mukavemet dernekleri bunların yerini aldı. Bu dernekler, her şeyden önce, el emeği ücretlerini her türlü ücret indirme teşebbüslerine karşı savunmaya çalışıyorlardı. Louis – Philippe‘in tahta çıkmasıyla, hele Orta Fransa’da ücretler genel olarak düşmüştü. Lyon’daki ipekhane işçileri Charles X zamanında 13 saatlik iş günü için 4 – 6 frank ücret alırken, şimdi ücretler 18 saatlik iş günü için bir frank eksilmişti. Zamanın en büyük mukavemetlerinden biri, olaylarda kesin bir rol oynayacak olan bu şehrin Devoir mutuel (Yardım görevi derneği)inden geldi.
Bu 1831 yılı ayaklanmasının hiç bir siyasî tarafı yoktur. En azılı kralcılar, hatta Casimir Perier bile bunda kral hanedanı aleyhtarı, cumhuriyetçi bir suikast teşebbüsü görememişlerdir.
İsyan, kelimenin tam manasıyla, içten gelme bir hareketti. Hiç bir eski adın hatırasını tazelemediği gibi, hiç bir şefin peşine de takılmamıştı. Lyon şehrindeki Croix Rousse mahallesinin dokumacıları bir propagandanın kışkırtmalarına kapılarak iktidarın şeklini değiştirmek için değil, hayat yükü taşınamayacak kadar ağırlaştığı için, “böyle yaşamaktansa ölmek yeğdir” düşüncesiyle sokaklara döküldüler. Ellerinde taşıdıkları küçük levhalarda şu parola yazılıydı: «Ya dövüşerek ölürüz, ya çalışarak yaşarız.» Aç olduklarından, yaşamalarını mümkün kılacak bir iş istiyorlardı. Birbirlerine sıkı sıkı sarılmışlardı. Çünkü, ihtiyaç içinde kıvrandıklarından, ortak bir çaba gösterdikleri takdirde, istedikleri şeyi koparabileceklerini iyice anlamışlardı.
Lyon’un en yüksek yerinde bulunan Croix Rousse gecekondu mahallesinde 30 – 40.000 dokumacı, 800 imalatçı hesabına çalışan 8-10.000 işçibaşı yaşamaktaydı. İşçiler katmerli bir şekilde ezilmekteydiler: İmalatçılar atölye şeflerine mümkün olduğu kadar az para veriyor, bu şefler de işçi ücretlerini son derece indiriyorlardı.
Lyon dokumacılığı iyi durumunu uzun zaman muhafaza etti, ama sonunda kötü günler gelip çatmıştı. Eski sanayi şekilleri iyiden iyiye sarsılmış, yerini yeni şekillere bırakmıştı. Lyon, iyi durumu hiç sarsılmadığı müddetçe, eski mekanizmasını muhafaza etmişti. Şimdi yeni bir felaket imalatçıları ve atölye şeflerini şaşkına döndürmüştü. Modası geçmiş köhne istihsal tarzı gittikçe artan yabancı rekabeti karşısında çok masraflı hâle gelmişti. Artık saatte yarım franktan fazla kazanamayan işçilerin durumu dayanılacak gibi değildi.
Sefalet içine düşmüş olan emekçiler, 11 Ekim 1831 günü yaşamalarına imkan verecek en az ücret tarifesinin tespit edilmesini istediler. Yirmi iki patronla yirmi iki işçi toplandılar, teklif edilen ücret miktarlarını tartıştılar, incelediler, sonunda karşılıklı tavizler vererek bir ücret baremi üstünde anlaştılar.
Ama, bu baremden memnun olmayan imalatçıların çoğu kendi temsilcilerinin verdikleri sözü tanımadılar, bu suretle bir iç savaşın doğmasına sebep oldular. Emekçilerin uydurma ihtiyaçlar icat ettiklerini ve kabulü imkânsız birtakım iddialarda bulunduklarını öne sürdüler. Ricaları üzerine girişilen askeri hazırlıklardan cesaret alan bazıları «Karınlarında ekmek yoksa, biz onları süngü ile doldururuz.» diyecek kadar işi ileri götürdüler.
Sofu, kral hanedanına sadık, canavarlığa kadar varan bir muhafazakârlık güden Lyon yüksek burjuvazisinin tarihi bir olaya sebep olacağı hiç aklından geçmemişti. Hâkim sınıf nasıl kuvvete başvurduysa, işçi sınıfı da tıpkı onun gibi kuvvete başvurdu. Bu sınıf kendi haklı davası uğrunda ilk defa silaha sarılmış oluyordu.
21 Aralık 1831 günü, dokumacılar Lyon’un Croix Rousse mahallesinde toplandılar. Emekçilerin üstüne yürüyen milli muhafızlar bunları dağıtmaya çalıştılarsa da, hiç faydası olmadı. Bunun üzerine, isyancılar «ya çalışmak, ya ölüm!» diye bağırarak Lyon üzerine yürüdüler. Rhône eyaleti sivil valisi ile askeri valisi -Thiers’in 1871 de hatırlayacağı bir misâl vererek- şehirden ayrılmaya karar verdiler. Arası çok geçmeden, veliahtla mareşal Soult‘nun idare ettikleri ordunun peşinden tekrar şehre döndüler. İşçiler -kısa bir zaman için de olsa- resmi makamları kaçmaya zorlamışlardı. Böyle bir zillete alışmamış olan yüksek patronlara, bugüne kadar böyle bir hakarete uğramamış olan idare makamlarına ve muntazam kuvvetlere iyi bir ders olmuştu bu. 1830’ da Charles X’a ve Marmont‘a karşı girişilen mücadeleyi burjuvalar idare etmişti, şimdi ise basit ücretli emekçiler, adı sanı duyulmamış birtakım insanlar iktidara karşı geliyor, dayatıyorlardı! Paris büyük bir heyecanla çalkandı….”
Evet, bugün sarı yelekliler siyasî yelpazenin farklı kanatlarına mensup bir heterojenlik içinde olsa da sosyal statüleri tıpkı 1831 Lyon ayaklanmasında olduğu gibi küçük burjuva ve işçi sınıfı ağırlıklıdır. 2018 yılı itibarıyla tek farklı nokta iktidar cephesinden «Karınlarında ekmek yoksa, biz onları süngü ile doldururuz!» türü tehditlerin olmaması, bilakis oyalayıcı olsa da yapıcı ve tavizkâr tavır takınmaları dikkat edilmesi gereken bir ayrıntı.
Heyhat! Gelin görün ki benzer tehdit Türkiye’de ifâde edilir oldu. Fransa’daki ekonomik sıkıntıların belki on katı fazla sıkıntıya sahip Türk halkının muhtemel «sarı yelek» protestosunu ölümle tehdit etme cesaretini Devlet Bahçeli göstermiştir. Şayet tarihi lineer çizgide tekamül süreci olarak kabul edecek olursak, Bahçeli’nin iki asır geride kaldığını söyleyebiliriz.
Charles De Gaulle’ün meşhur sözünü bilirsiniz; «240 çeşit peynir üreten bir halkı kim yönetmek ister?» Peynire mukabil kültür, sanat, felsefe verimlerini de eklerseniz zorluğun cesâmetini daha iyi kavrarsınız. Aynı De Gaulle, Cezayir politikasına karşı canla başla mücadele eden Jean Paul Sartre’ın «kulağının çekilmesi» teklifine: «Sartre’a dokundurmam! Çünkü Sartre Fransa’nın ta kendisidir!» diye tarihî cevabı da verendir. Bizdeki gibi muarızlarına karşı kürsülerden, en şirret kenar mahalle kadınlarını dahi utandıracak sözleri duyamazsınız. Evet, bugün Fransa’da (Mayıs 2014 Soma faciası ) gibi bariz ihmâller yüzünden ölen (katledilen!) yüzlerce emekçiye karşılık 1860 yılında İngiltere’deki maden kazasını misal göstererek halkın zekâsıyla dalga geçemezsiniz. Yine şahsınızda özdeşleştirmek için propaganda kastıyla milyonlarca lira harcayarak filmini yaptırdığınız tarihi şahsiyet hakkında, zır cahil olduğunuzu ifâdelerinizle gösterdikten sonra insan içine çıkacak yüzünüz olmaz. İşte bu yüzden, Türkiye’de CB maaşı asgari ücretin 47 katı olmasına mukabil, Fransa’da 12 katıdır. Milletvekili maaşı Türkiye’de 12 asgari ücrete denk gelirken, Fransa’da 4 asgari ücrete denktir ve bu durum sarı yeleklilerin isyan sebeplerinden biridir.
Sarı yeleklilerin taleplerinden birisi de geçen yıl kaldırılan büyük zenginlerden alınan servet vergisinin tekrar konulması. Bu da aklımıza Büyük Doğu-İBDA’nın prensiplerinden «Sermaye ve Mülkiyette Tedbircilik» maddesini getirdi. Bu prensibin sarı yelekliler hareketinin talep listesinde yer alması, dikkat edilmesi gereken bir husustur.
Hülasâ, hutbedeki celâdet timsâli Hazret-i Ömer’e «Ya Ömer bize aynı kumaştan bir cüppe çıkmazken, sana nasıl çıktı?» diye soran Sahabî ahlâkı kimde zuhur ederse etsin, selâm vermek boynumuzun borcudur!