SANATÇI VE YASA ADAMI

SANATÇI VE YASA ADAMI

Eski yazılarımı hatırlayanların “yine mi Albert Camus?” dediğini duyar gibiyim. Neylersin ki, onu ben değil, insanın insana ve ahlâka son hızla yabancılaştığı ve her şeyin gerçekten bir “absürd”e dönüştüğü hissini veren ülke gündemi seçiyor. Şimdi elinizi vicdanınıza koyun, yaşı seksene gelmiş bir tiyatro sanatçısının, doğru veya yanlış, ikâz mahiyetinde düşüncelerini açıkladı diye “silâhlı darbe” ithamıyla gözaltına alınması, bir vakitler, -muhtemelen bugünün pek kudretli bazı siyasîlerinin ‘ifâde hürriyeti, yasakçı laikçilik’ diye sümüğünü çekerek ağladığı zamanlarda- kırmızı kalemle çizdiğimiz şu satırları akla getirmesin de ne yapsın? Buyurun ve dikkatlice okuyun:

“Eski zamanın sanatçıları zorbalık karşısında hiç değilse susabiliyorlardı. Günümüzde zorbalıklar gelişti. Bugünün zorbaları ne susmayı kabul ediyorlar, ne de tarafsızlığı.”

Yalan mı söylemiş yani Camus? Bahsi geçen tiyatro ve sinema sanatçısının (Metin Akpınar) eleştirilecek bir yanı varsa, bugüne kadar neden sustuğudur. Bunu konuşmasının tartışılan kısmından tamamen bağımsız, genel bir çerçeve için söylüyorum. Sanatçı kavramının iktidar çevrelerinin büyük çoğunluğu için bir pavyon şarkıcısı çağrışımından fazla anlam içerdiğini zannetmiyorum. Sonuçta Türk siyasetinin ekseriyeti “çekirdekten yetişme” taşra esnafından oluşur. Böyle olunca da düğünlerinde şarkı söyleyip göbek atanların meslekî unvanından ibaret kötü bir etiketten ibarettir sanatçılık. Öyleyse sanatçı onların karşısında, “bir emriniz var mıydı başkanım?” çektiğince kendisini koruyabilir. Kayıtsız kalmaya bile hakkı yoktur. “Urfa’da Oxford olmadığı için” elifi mertek zannetmeye devam eden bir türkücü ceket ilikleme işinde maharetli oluşuyla “kıymetli sanatçı” sınıfındandır da; Metin Akpınar, 20. yüzyılın en mühim tiyatro yazarlarından Eugène Ionesco’nun güce tapınma güdüsünün insanı nasıl da insanlıktan çıkardığını anlatan efsanevî piyesi “Gergedanlar” vesilesiyle, ikâz mahiyetinde bir şeyler söylediğinde sadece düşmanlık kazanmaz, sanatçı etiketi de ayrıca bir ayıp olarak aşağılanır. Öyle ya, sanatçı dediğin altı üstü gazinoda şarkı söyleyen, barda göbek atan ne idüğü belirsiz bir tiptir. Çekirdekten yetişme taşra esnafına akıl vermek, iktidar ve halk ilişkilerine dair sosyolojik ve psikolojik tahliller yapmak onun ne haddi?

Oysa kazın ayağı öyle değil işte. Yine mi Camus derseniz, evet:

“Gerçek sanatçılar politika şampiyonu olamazlar. Çünkü onlar, rakiplerinin ölümüne kayıtsız kalamazlar. Sanatçılar hayattan yanadırlar, ölümden yana değil. Etin kemiğin adamıdır onlar, yasanın değil.”

Şimdi bir doktor, çok sigara içen birisine “bu hızla içmeye devam edersen kanser olma riskin var!” dediğinde, Allah için söyleyin, bu ikaz o kişinin kanser olmasını mı istemektir? Aldığı maaşın karşılığını verme gayreti içinde bir hamaratlıkla seksen yaşındaki sanatçıyı gözaltına aldıran yasa adamlarına, olayın özünün Camus’nün yukarıdaki sözünde saklı olduğunu, “gerçek sanatçıların rakiplerinin ölümüne bile kayıtsız kalamayacağını” nasıl anlatabilirsiniz?

Peki, yasa adamı olmakla etin kemiğin adamı olmak, yani kanlı canlı insandan yana olmak arasında ne fark var? Türkiye’de yasa tasarıları görüşülür iken ve özellikle bir gece içinde “bağzı” değişiklikler olduğunda, Attila İlhan’ın 12 Mart muhtıra sürecinde yazdıklarından oluşan Faşizmin Ayak Sesleri isimli kitabındaki şu satırlarını hatırlamadan edemem:

“Falih Rıfkı Bey, Atatürk’ün olduğu kadar İttihatçıların da yakını olmuştur, sık sık yazardı: Enver Paşa mı, Talat Paşa mı arasıra olmayacak bir şeye kalkışır, sağdan soldan o şeyin “kanunsuz” olacağını ileri sürdüler mi de “Canım bunda ne var, bir kanun da çıkartırız” dermiş! Falih Rıfkı bunu İttihatçı büyüklerinin “kanun” anlayışını vurgulamak için anlatırdı. Ama aslında bizim toplumumuzun ürünü bir çeşit yönetici tipinin, yönetim anlayışını aydınlatır sanırım. Bu kafaya göre, mülkü yönetmek, birtakım yasaklar koymak ve bu yasaklara boyun eğilmesini sağlamaktan ibarettir. Yasakları Meclis’ten çıkartırsan kanun, Meclis’ten güvenoyu almış bir hükümete uygulatırsan da demokrasi olur. Fakat iş böyle mi Allah aşkına?” (Attila İlhan, 06 Şubat 1972)

Metin Akpınar’ın suç teşkil ettiği iddia edilen konuşmasında, Attila İlhan’ın bu kitabının adını -kitaba atıfla değil de- kavram olarak birkaç defa kullanması, devamında yasa adamlarının tavrını hatırlayınca ne ilginç bir tevafuk olmuş.

Şimdi şapkanızı elinize alıp, kıyıcı Kemalist, zalim İttihatçı edebiyatı yapanların yasa anlayışlarında nokta kadar fark olsun, gösterin. Peki, durum böyle iken, Albert Camus -ki kendisi hem filozof, hem roman ve hikâye yazarı, hem tiyatro muharriri, yönetmen ve oyuncudur, yani ayak parmaklarına kadar fikir adamı ve sanatçıdır- yasadan değil, insandan yana çıkmakta haksız mıdır?

Allah nasip ederse, Eugène Ionesco’nun Gergedanlar’ından, Camus’den ve “Faşizmin Ayak Sesleri”nden bahsetmeye devam edeceğiz.

Gökhan YAMANGÜL

25 Aralık 2018

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: