BERCESTE – NİSBET İNSİCAMI -6- SON MUVAZENE SIRRI
PENCEREN KADAR DÜŞER, AY IŞIĞI ODANA.
İki nefes arası şuur uyanıklığıyla yaşayan, kelâmı hikmetli, sözü ferman olan, Turan ülküsünün pusulası, Kızılelma’nın deniz feneri, Doğu ve Batı başbuğlarının huzurunda toprağa diz vurduğu, Nakşî’nin ay yüzlü çocuğu Ubeydullah AHRAR hazretleri böyle buyurdu. Bizler de başımızı uzattık kapı eşiğine ve güvercinin gözyaşları, örümcek ağını delen şehitlerin çığlığı, rengini Ehlibeyt’in kanından alan karanfil kırmızısı olan yüreğimizle amenna dedik, amenna… Pirin himmeti ve yoksulların, hastaların, yolda kalmışların, mazlumların, kader mahkûmlarının duasıyla gayret bizden, zafer Allah’tandır.
DÜNYA – AHİRET DENGESİ
İslâm dininde asla ve kata dünyevî-uhrevî ayırımı gibi bir parçalanmışlık bulamazsanız. Bir mümin için dünya ile uhrevî hayat iç içedir; ne ayrılır, ne çatışır. Ahiret, bu fanî buuttan ebedî bir buuta yürümekten başka nedir ki zaten? Mümin, yaşamı, ölüme giden bir yol olarak değil de ölümü, hayata giden bir yol olarak görür. Bilir ki dünya ile ahireti birbirinden kopuk ve ayrı değerlendirmek, hilkate aykırı, Rabbe isyan ve şirktir.
İsevîlik ve Musevîlik için durum böyle midir?
Musevîliğin ve İsevîliğin en parlak dönemlerinde dahi dünyevî-uhrevî ayırımı vardı. Musevîlik, uhrevî yönü zayıf, dünyevî tarafa dönük yüzü ağır basan bir din iken İsevîliğin ise dünyevî tarafı zayıf, uhrevî tarafa dönük yüzünün ağır bastığını söyleyebiliriz. Musevîlik, her ne kadar İlâhî bir din olsa da Musevî inancı müntesiplerinin kültürel kodları ve nefes aldığı iklim, Kahire firavunlarının putperestliğine dayanıyordu. Bu sebepledir ki Musa Peygamber daha hayatta iken, Musevîlik müntesipleri ile bağlısı olduğunu iddia edenler, Kahire putperestliğine ricat ettiler.
İsevîlik de İlâhî bir din olmasına mukabil, müntesipleri, putperest İbranî kültüründe büyümesi ve putperest Roma ikliminde olgunlaşmak zorunda kalması sonucu ahiret tanımının bulunmadığı bir coğrafyada dünyevî taviz veya şehitlikle tanışmak zorunda kalmıştır. İsevî dininin aziz havarileri (Bütün havarilerin ellerinden öper, sandaletlerini taşımaktan şeref duyar, hürmetlerimin kabulünü arz ederim) şehitliği tercih ederken, havarilerden sonra gelenlerin çoğunluğu ise dünyevî tavizler karşısında eğilip ve bükülmeleri neticesinde önce Hıristiyanlığa, sonrasında ise İbranî ve Kahire firavunlarının putperestliğine ricat etti.
Bu meyanda Batı ülkelerinde yaşayan ve dinden bihaber olan ve şerli yöneticileri tarafından aldatılan, Fransız, Alman, İrlanda, İskoç, Fin vb. ekalliyetlere mensup vatandaşlarımıza karşı merhamet ve şefkat nazarıyla bakıyoruz. Bizim hedefimiz, Fransız, Alman, Fin vb. yurttaşlarımızı yoldan çıkaran, kışkırtan, şerre domino olan putperest yönetici klikler ve kurdukları zulüm tezgâhlarını başlarına devirmektir. Allah, kalbimizi biliyor; Cennet yeryüzünde zuhur etse, bizim talebimiz yine de adaletin tecellisi olur.
HEYBE
Heybesinde cevaplardan çok, soruları olan bir insan olsam da tespihimin hangi taşı daha güzel, hangisinin imame, hangilerinin müezzin ve hangi taşlarının da istikamet üzere olduğunu görebiliyorum. Malumunuzdur ki zaman mekânda pıhtılaşır ve mekân ise zamanda şeffaflaşır. Gayet aşikâr ve aleni olduğu halde su geçirmez bir perde olan bu şeffaflık, bazı insanlar için aşılmaz bir dağ ve derin vadilere açılan uçurum, bir kısım insan içinse Allah’ın lütfu keremi ile âlemi temaşa etmenin vesilesi. Evet, bu şeffaflık, sineklerin geçemediği ince tül perde yahut kaptan Kusto’nun tespit ettiği gibi tatlı sular ile tuzlu sular arasında ki deniz sularının geçişine engel olduğu ispatlanan ama görülemeyen, hissedilen ama elle tutulamayan perdeler gibidir. Kâmil imân sahipleri için bu perdeler de izafiyettir.
İzafiyet, her zaman hakikatten rahatsız olur. İzafiyet, insanı acımasızca lime lime etmenin peşinde iken hakikat ise insanın kendi öz benliği, kendi bütünlüğü ve lime lime parçalanmadan kurtuluşudur. Bilgiyi tasnif edici bir ölçütü olmayan bugünün dünyası, Bağdat’ın kırk haramilerine, kırk Fatiha okutan çıfıt çarşısına dönse de, biz, bize lâyık olanı yapmakla mükellefiz.
Mutlak ile izafî olanları, kutsal ile beşerî olanları, hakikat ile hurafe olanları karıştırmak ve bulanıklığa bahaneler uydurmak hercai bir tavırdır. İlkbaharın çınarı, zemheri mevsiminin kardeleni olabilmemiz için, mekânda pıhtılaşan zamanı idrak etmek ve zamanda şeffaflaşan mekânın engebelerini aşmak mecburiyetindeyiz. Hani demem o ki çağlar arasında perde olan su geçirmez şeffaflığın ötesine geçmeliyiz ki kurtuluşa erelim.
Bu hâlin biricik yolu ve tek usûlü de çağımızın mihrak şahsiyeti olan MİRZABEYOĞLU’nu takip etmek ve beşer dilinin dar kalıplarını terk etmemizden geçer. Yarın değil hemen şimdi prensibimizle biraz ötelere uzanalım. Unutmayalım ki yer ve gök arasında yaratılanların arasında mekân ve zaman denilen fani pandomimin dışına sadece insan çıkabilir.
FİLKETE
Allah Resûlü’nün uygulamaları ile buyruklarını alaya alanlar, insanı ve insanlığı ayaklar altına aldı; adına modernlik, asrilik, çağdaşlık ve değişim dediler. Şimdi işkence serbest, şiddet doğal, tecavüz normal karşılanıyor. Ahlâk kelimesi, kadim dönemleri ve dini hatırlattığı için linç edilirken, etik denen bir ucube uydurdular. Hani demem o ki kelimelerimizi ya öldürüyor yahut mânâlarını deforme ediyorlar. Kavram muhtevaları da bağlamından ve odak noktalarından koparılınca zihinler tarumar, akıllar sentetik oluyor.
İnsanları yönettiğini zanneden geveze çene, gevşek dudak yöneticiler ise başka bir âlem. Günde yirmi dört saat çalışmaktan, başlarını kaldırıp da neyi ve kimi yönettiklerine bile bakmıyorlar. İstisna şahsiyetleri muaf tutarak, kendini elit zanneden yöneticilerin merhamet, sevgi ve muttaki kalplerden anlamadıklarını söylemek, hakaret veya iftira değil, gerçeği sobelemektir. Değişim adına değişim hastası olan yönetici kadrolar, kendilerini kaptırmış gidiyorlar. Boncuklarını, kaşıkçı elması zannedenler, haddinden fazla yasa yapıyorlar; çünkü kulağa hoş geliyor. O kadar çok insana takmışlar ki kafayı, imar ile irfan ile mazi ile istikbâl ile ihyâ ile ilgilenecek hâlleri yok bu insancıkların. Maziyi yıkarken, istikbâli imha, beşerî drumları/olguları harabeye çevirdiklerini görecek halleri bile yok. Gökdeleni enkâz, harabeyi saray diye pazarlayanların iki adım ötesini görecek gözleri ve basiretleri yok. Bir ân dursalar, kesinlikle düşecekler. Bize düşen süreci tersine çevirmek, suyun yatağını doğal seyrine çevirmek ve biraz çılgınca da olsa frene basmak. Hakikat açlığı çekenler, aşk hamalı, sevda katarının güzel yolcuları, merhameti ve şefkati kalbinde barındıranlar, gelin hep birlikte zulüm duvarının tuğlalarını aşalım ve jiletli çitlerini beraberce aşalım.
DÜŞÜNCE VE TEFEKKÜR
Tefekkür ve düşünce; imân ettiğimiz ahlâkî prensiplere göre zihniyetimizi ve davranışlarımızı şekillendiren ve biçimlendiren amelî bir faaliyettir. Bu faaliyetleri sergilerken insanın iç dinamikleri, dış dinamiklerini peşi sıra sürüklemektedir. Düşünce, doğru ile yanlış arasında karar vermenin aleti iken tefekkür ise iki doğru seçenekten asil, üstün ve faziletli olana yönelimdir diyebiliriz. Düşünceyi, beşerî olgular, kültür, siyaset, çevre, kelimelerin ilk mânâsı, eğitim, maddî imkânlar ile mazinin hatıraları gibi dış etkenleri süzgecinden geçiren aklın faaliyetleri şekillendirirken; tefekkürü, İlâhî emirler, ilahi emirlere perçinli beşerî hikmetler, kelime ve kavramların muhteviyatı, istikbâl ve benzeri iç etkenleri süzgecinden geçiren zihin ile kalp faaliyetleri şekillendirir. Düşünce, statik bilgiler arasında didişmeyi tetiklerken; tefekkür, dinamik anlayışı gereği, samimiyet ve muhabbetle el sıkışıp, kucaklaşmaya sebep olur. Düşünce, ışık olan bilgi aydınlığında akıl meşalesi ile yol alırken; tefekkür, güneş ve ay halelerinin aydınlığında kalp nuruyla yol alır. Düşünce tek başına yolculuk ederken, tefekkür, düşünceyi de kuşatıcı bir vaziyette seyahatini yapar. Gönlü güzel gönüldaşım, düşüncelerimiz sevdalı, tefekkürümüz aşk ile olur inşallah.
Nisbet ve muvazene sırrı ile alâkalı olarak, kerametli kelimelerim, efsunlu sözlerim olmasa da olur ya, belki günâhlarıma bir fidye olur. Olur ya, belki Sonsuzluk Kervanı’na perçinli bir erenin cübbesinde turuncu bir iplik olurum. Olur ya, belki MİM mühürlü Aydınlık Savaşçıları gemisinde bir miço olur, kurtuluşa ererim. Olur ya, belki ol Resûl’ün tebessüm bahşettiği gariplerden olurum. Olur ya, belki af için vesile olan şefaatime sebep olur.
DARBIMESEL
Hatırımda kaldığı kadarıyla Sıbgatullah ARVASÎ hazretleri, Minah adlı eserinde, üstadın talebesinden her yönden üstün olması gerekmediği hususunu izâh eden bir kıssa anlatır. Süleyman Peygamber, babasının yerine halife seçilmeden önce Beni İsrail âlimleri büyük kardeşini halife seçmek istedikleri için iki kardeşi imtihan etmeye karar verdiler. Süleyman Peygamber’in, kardeşinin cevap veremediği suallere tebessümle cevap vermesinden rahatsız olan âlimler, durumu babalarına anlattı. Babaları, Süleyman peygamberi çağırarak, büyüklerin huzurunda gülmesini sordu. Süleyman Peygamber: “Onlar bana soruları sordukça bir karınca bana cevapları söylüyordu, onun için tebessüm ettim” buyurdu. Bu kıssadan alınacak hisseyi alan alır, almayan yolda kalır. Bana düşen, yoluma devam etmek.
MUVAZENE SIRRI
Lütfen, ceketimizin üç düğmesini ilikleyelim ve iki kulağımızla dinleyelim. Ay yüzlü şifacı MİRZABEYOĞLU: “Nisbet, bütün işleri bir gayeye bağlayıp her şeyde has ve hususi bir ANLAYIŞ sahibi olmak” tanımını yaptıktan sonra “NİSBET’de tecelli eden muvazene sırrına dikkat!” etmemiz hususuna hassaten dikkat çektiği malûmunuzdur.
İmdi, bu terkibi vahidi, kuşatıcı tefsir, meal ve derkenar düşecek kudretli bir kalemim olmadığını peşinen itiraf edeyim. Bu itirafıma rağmen, çömez bir talebenin rapido kaleminden çıkan çizim taslakları veya anladıklarından bir kısmını yazmaya çalışan bu acemi çaylağın dile getirme gayretini de hoş görü sınırları içinde değerlendirmenizi rica ediyorum. Evet, rakamları ve konuları kuşatan nisbet meselesinin veçhelerinden bir veçhe olan erdemler ve değerler ile alâkalı konuyu değinmeye çalışacağım.
Bu terkibi vahidin, insan devleti ile fikriyatımızın biricik temel yapı taşı olduğunu ifşa etmekte bir mahzur yok. Çünkü nisbet anlayışı, cevher olan Allah Resulünün fizikî özelliklerine ve şahsiyetine yaklaşabilmemizin temel ölçüsü ve terazisidir. İster mümin olsun, ister kâfir, muhataplarımızın lâyık olduğu ahenkli yaklaşım, dengeli bakış, nizâmî değerlendirme sonucu takınmamız gereken bâtın tavrımızın ve zahir tarzımızın doğru olup olmadığını, tartabileceğimiz, ölçebileceğimiz ve biçebileceğimiz biricik miyar, nisbet miyarıdır.
Nisbet meselesinin öznesi ise Kumandanımız’ın, hassaten ve nezaketli bir titizlikle dikkat çektiği “Muvazene Sırrı”nın bu meselenin bam teli olduğu malumunuzdur. Bu hususta, edep hadleri içinde müsaadenizle iki kelâm etmeye çalışalım.
Erdemlerimiz ve değerlerimizin temsilcileri olan samimiyet-gösteriş, muhabbet-hinlik, tevazu-kibir, müzakere-yumruk, af-kin, hür-köle, aşk-nefret, şuur- gaflet, cömert-cimri, vakur-sünepe, sevda-öfke, halim/yumuşak huy-asabiyet ve benzeri kavramlar, ahlâk parametleriridir.
Genotip ve Fenotip vesileleriyle insan hücrelerine kodlanan bu erdemler ve değerler, tek başlarına iyi, doğru, güzel olmadığı gibi tek başlarına çirkin, kötü, işe yaramaz da değildirler. Bu erdemleri ve değerlerin güzel ve çirkin olmasına sebep olan insanların yönelimleridir. Daha açık bir ifadeyle erdem ve değerler, münasip olanı, uygun olanı tercih ettiğimiz takdirde güzel, münasip olanı, uygun olanı tercih etmediğimiz takdirde ise çirkinliğe yol açtıklarını söylemeye mecburum.
Uç noktalardan birkaç numune yazalım. Köle olmak kötüdür lâkin mutlak olan âyet ve âyetlerin birebir genetik kopyası olan Allah Resûlü’ne ve Allah Resûlü’ne perçinli Sonsuzluk Kervanı’na köle olmak şereftir ve bu kölelik insanı hür kılar. Öfkelenmek çirkin bir hâldir lâkin imân cevherine yönelik saldırılar karşısında, “öfkem de imânımdandır” şiarıyla mukabele etmek, çok çok güzeldir. Kibir rezalettir lâkin münafık ve alçak kâfirler karşısında çalım satmak ve büyük bir velinin benzetişiyle “Bizim kibrimiz, kibir değil Kibriya’dır” şiarıyla hareket etmek helâldir.
Kin gütmek, şahsiyetsiz mahlûkların mesleğidir lâkin adalet tecellisi için zalimlere karşı olması hâlinde, kin gütmek farzdır. Bu minvalde Kumandan MİRZABEYOĞLU, ata mirasımıza sahip çıkan ve bu mirasın davacısı olarak kaleme aldığı “Aydınlık Savaşçıları” isimli eseri malûmunuzdur. Bu eseri okuyan, tahlil ve tefsir yapan gözlerden kaçmayan dizeleri ile Osmanlı mülkünün en uç sınırlarından dahi zerre ödün vermeyen varis kimliğine karşı, işkence suçu işleyen, elini kana bulayan caniler ve katillere karşı kin beslemek ve tekme atmak için fırsat kollamak, vallâhi sevaptır, billâhi sevaptır.
Parçacıklı anlayış olarak tefsir edebileceğimiz fesadın başını kaldırmaması için yarın değil, hemen şimdi prensibimizle, farklı noktalardan fotoğraf çekelim ve numuneler verelim.
Muhabbet güzeldir lâkin hoşgörü adı altında münkir ve münafığa gösterilen muhabbet çirkindir. Aşk, asil bir hâl panoramasıdır lâkin ahmak iyi niyetine aldanmak, ağır vebal ve cinayettir. Müzakere, şerefli soyluların yöntemidir lâkin rahmetten gelen ihtilafları değil de nefislerden gelen didişmeden kaynaklandığı ândan itibaren zillettir. Cömertlik, Allah’ın kulda tecelli eden şefkat ve merhamet tecellisidir lâkin mümin rolü oynayan İslâm, Ehlisünnet, İBDA karşıtı vakıf, dernek, parti ve benzeri yapılara verilecek her kuruş, cehennem kapılarının açılmasına sebep olur.
Hülasayı kelâm, “Muvazene Sırrı” ile alâkalı bu çıplak, çırılçıplak ve sarih misâller, düşünen ve tefekkür eden kardeşlerimizin ufkuna, ufacık, minicik, mini minnacık bir pencere açıp, açamadığımı bilemesem de en azından erdemler ve değerlerle alâkalı mütalaa ve mülâhazaya kapı araladığını düşünüyorum. Ben, bana düşen sorumluluk ile geride bırakılması gereken bir sistemin, önyargı, koşullandırma ve bulanıklaştırma gibi valiz ve bavullarıyla kodesten kaçılamayacağını duyurmaya çalışan yoksul bir Türk’üm. Yazdıklarımın kapalı mevhumları, karanlık bir nüveyi, düşünce ve tefekkür melekesi olmayan bir esası, form bekleyen bir cevheri gün ışığına çıkaran, ona şekil veren, sima çizen, muhteviyat, mânâ ve asil ve soylu ilân etme liyâkatine haiz, kalem sultanı MİRZABEYOĞLU külliyatının temyizine başvurulmasından ve tefrik edilmesinden memnun ve mutlu olurum. Soframızdan tadanlara afiyet, içenlere şifa olsun nokta.
Burhan Halit KOŞAN