OPORTÜNİST

OPORTÜNİST

Oportünist”, tamamen hayâl ürünü… Ama yazara bu hayâli kurduranlar… Gerçek oportünistler… Onları her köşebaşında bulabilirsiniz. Belki de çok yakınınızdalar. Sizi sırtınızdan bıçaklamak için bütün hazırlıklarını tamamladılar ve şu ânda yüzünüze gülümsemekle meşguller…

Bir oportünistin fotoğrafını çekmek zordur. Çünkü oportünist maskesiz dolaşmaz… İşte size bir oportünist çizdim. Bir fotoğraf karesi değil bu; bir robot resim… Fazla söze gerek var mı? Sanmıyorum… Şimdi bana kulak verin.

Büyük Mimar’ın “sürüngenlerle sürüngenler arası bir dünya” diye tarif ettiği dünyada bu sürüngenlerden biri için sıradan bir gündü… Aslında bütün günler onun için sıradandı. OPORTÜNİST uzun süredir, bir hastalıkla boğuşuyordu. Bu hastalık için doktorlar elbette bir isim buldular. Ama bilinen bir tedavisi yoktu. Bu Hastalık ne mi? İşin özü şuydu: Oportünist bazen “tuhaf” davranıyordu…

Zaaflarını paylaşmasını sevmediği için, bu hastalıktan hiçkimsenin haberi olmadı. “Tuhaflıklar” onun hayatının sırrı olarak kaldı. Şimdi anlatacağım hikâye onun sıradan hayatında verdiği sıradan bir röportajın sıradan bir hikâyesi olabilirdi… Ancak beklenmedik bir zamanda OPORTÜNİST’in krize gireceği tuttu…

En iyisi krizin biraz öncesine gidelim… OPORTÜNİST rutin röportajlarından birini verecekti. Tam kararlaştırılan saatte GAZETECİ salona kabul edildi. Çok haşmetli bir salondu bu. Röportajdan önce nezaket gereği kısa süreli sohbet ettiler ve lafı fazla uzatmadan röportaja başladılar… Formalite icabı sorulan sorulara verilen samimiyetsiz cevaplardan sonra, yani tahminen on beş dakika sonra konu siyasete geldi… OPORTÜNİST, sahte konuşmalardan bunalmış bir hâldeydi ve yaptığı işten biraz zevk almak adına röportajı “hafifçe renklendirmeye” karar verdi. Bu gereksiz bir riskti; yine de kendisinde bunu yapabilme kudretini bulmuştu. GAZETECİ ise onun aşırı derecede kibirli bir sersem olduğunu düşünüyordu; ancak sahip olduğu güçten dolayı ona boyun eğmenin gerekli olduğu kanaatindeydi. OPORTÜNİST ise düşüncelerini gizlemeye luzüm duymadan ve yarı alaycı bir tarzda konuşmaya devam etti.

Kendimi bir oportünist olarak tanımlıyorum ve bu vasfımla iftihar ediyorum. Öncelikle…

(Okuyucuya hitaben söyleyeceğim, sakın üstünüze alınmayın!) Şimdi siz sözde idea-listler/fikir-cilere sesleniyorum: Düşünceleriniz faydasızdır. İster liberal olsun, ister olmasın; her türlü ideoloji zararlıdır. Bunlar kısa vadeli çıkarların önündeki en büyük engelcilerdir. İnsan hazza ve çıkara göre yaşamalıdır. Menfaatlerimiz için her türlü yalanı söylemek ve her türlü dalavereyi çevirmek mübahtır. İdeolojiler, bizi uzun vadeli faydaya ya da fazilete götürmeyi vaadeder. Ne anladım ben bu işten… Faziletle hiçbir şey satın alamam. Öte yandan uzun vadeli faydaya gelelim. Bir iktisatçının dediği gibi “uzun vadede hepimiz ölmüş olacağız!” Oysa şu ânı yaşıyoruz. Kuvvetle muhtemel ki yakın gelecekte de var olacağız. O hâlde âna odaklanmalıyız. Kısa vade en iyisidir. Haz en yüce erdemdir. Dediğim gibi fikirciler çıkarların en büyük engelcileridir. Liberaller bile zararlıdır. İdeolojiler sadece ânlık çıkarlarımıza göre kullanıp atmak için gerekli enstrümanlar değil mi? Böyle düşünenler kazandı ve böyle düşünmeyenler dışlandı dünya nizamından… Bu bir realitedir. Yazık! Yaşadığımız dünyanın gerçekliğinden çok uzağız! Acımayacaksın!.. Merhamet, bütün kötülüklerin başıdır. Çok büyük bir hastalıktır. Bunlar realiteye aykırıdır. Ama işte insan… Doğuştan hastalıklı… Yine de bu hastalıkla en çok mücadele edenler en uzun yaşayanlardır ve başedemeyenler erken ölenler… Güç… Her şeyin temelinde bu var…. Hiçbir bitki ya da hayvan merhamet hastalığına yakalanmış değil. Doğanın yasaları tıkır tıkır işliyor… Ama idealizm virüsü bütün düzeni sarsıyor… Her neyse…

Evet haklısınız… Daha müşahhas konuşmalıyım ki iyice anlaşılsın mesele… Büyük Uzak-Doğu ve Genişletilmiş Asya-Pasifik Projesi, Batıcı politikalar ve dönem dönem açık bir biçimde varlığına şahid olduğumuz İsrail destekçisi dış politikalar hususunda iktidarı tenkid edenleri şiddetle kınıyorum. Bunlar fayda sağlamayan eleştirilerdir.

Bakınız bu bir realitedir: Büyük Uzak-Doğu ve Genişletilmiş Asya-Pasifik Projesi ve Batı-İsrail yanlısı dış politika sayesinde yabancı sermaye ülkemizi ihyâ etmiştir. Memleketimizi kalkındırmıştır. Ben bu dönemi güzel değerlendirenlerdenim. İsrail ile gelişen dış ticaret, şirketlerimi ihya etti. (OPORTÜNİST, tebessüm ederek devam etti.) Bırakın şirketleri ne bağlantılar kurdum bu sayede… Biraz fırsatlardan istifade etmeyi bilmek lazım. Zaten bana OPORTÜNİST denilmesi her daim fırsatları yakalamayı bildiğim içindir. Malumunuz, oportünist fırsatçı demektir. (Hahahahahaaa!) Filistinlileri ya da sömürülen diğer üçüncü dünya halklarını düşünmek bize hiçbir fayda sağlamaz. Biz kendi gemimizi yürütmeliyiz. Yoksa aç kalırız ve bunu hiçbirimiz istemeyiz! Bırakın onlar da kendi gemilerinin derdine düşsün! Bu bir realitedir. Siyasette çarklar böyle dönüyor. Fizik yasaları kadar tartışmasız bir realite bu… Şimdi bu şartlar altında İsrail ile işbirliği kadar büyük bir hizmet düşünülebilir mi memleketimize? O hâlde niye eleştiyorlar… Boş hayâller bunlar… Bence, İsrail ile iyi ilişkiler içine girenlere madalya takmak lazım!.. Onlar yüzyılımızın realistleridir…

Ya diğer meseleye ne demeli? Tutturmuşlar bir dış borç… Yok efendim hânehalkı borcu yani halkın borcu. Evet doğrudur. Vatandaşın borcu son onbeş yılda elli beş kattan fazla artmıştır. Ancak burada eleştirilecek hiçbir husus göremiyorum ben. Hayâlcilerin idrak edemedikleri şudur: Borçların artması yeni fırsatlar yaratmıştır. Tutturmuşlar bir yoksulluk edebiyatı… Fakirlerden bana ne! Darvin’in doğal seçilim dediği şey işliyor. Şartlara uyum sağlayanlar yaşar ve yanlış kararlar alanlar yok olup giderler… Bakın bu realitedir. Ben bu fırsatları doğru değerlendirenlerdenim. Emrimde dünyanın en iyi okullarından mezun teknik adamlar var ve neredeyse günlerinin tamamını benim servetimi büyütmeye harcıyorlar. Bir zamanlar bu uzamanlar yoktu yanımda. Benim de borçlarım hânehalkı kategorisinde hesaplanıyordu. Ben de halktan biriydim o zamanlar… (Güzel günlerdi gerçi… Neyse… ) Şişen emlak balonundan ve daha nice yeni fırsattan bilhassa tüketim çılgınlığından çokça istifade ederek bugünlere geldim. Bu ne demektir? Geniş kitleler fırsatları doğru değerlendiremeyen yığınlardır… Dediğim yanlış olsaydı eğer, ben sıfırdan bu serveti yapabilir miydim? Ben bizzat hayatımla sözlerimin doğruluğunu ispatlıyorum.

Konuyu toparlayalım… Ne diyorduk?.. Evet, borçlar… Şimdi en acımasız eleştirilere tabi tuttuğunuz bu iktidar mı size borçları yanlış kullanmanızı söyledi? Hayır! Aldıkları borçlarla doğru yatırım yapmayanlar… Ne diyordu Malthus… Pardon Malthus’u karıştırmayınız şimdi… Öyle işte piyasa büyük realitedir. Dünya hayatının adaletidir. Piyasanın terazisinde kaybedenler hiç sızlanmasınlar. Piyasanın adaleti her şeyin üzerindedir. Böyle mi diyordu liberaller? Neyse canım kimin umrunda, ben fikirle ilgilenmem. İdealizmin bütün biçimlerinden nefret etmişimdir. Ben menfaatime bakarım! Liberalizm yararımaysa ben bir liberalim. (Hahahahahaha!.. Ne diyorduk?) Ben her ideolojinin münafığıyım ve bundan utanmıyorum. Niye utanacak mışım? Münafıklar büyük oportünistlerdir… (Neyse bu konuda bu kadar konuşmak yeterlidir. Not aldınız değil mi? Burası önemli: “Münafıklar büyük oportünistlerdir”.)

Yol ve köprü meselesine gelelim. Bakın burası çok önemli. Siz idealistler (Lütfen alınmayınız. Okuyucuya hitap ettiğimi bir daha hatırlatmayacağım.) haksızlık ediyorsunuz. Burada liberalleri kastetmiyorum. Onlar çok yararlı düşünüyorlar bu konuda.

Gerçekten bölünmüş yollar ve köprüler, bilhassa paralı yollar çok güzel oldu. Memleket olarak toplu taşıma… Örneğin demode trenlerle yapılanlar gibi… Ya da diğer ucuz ulaşım vasıtalarına odaklanmak yerine hususi arabalara dayalı lüks ulaşım stratejimiz, yani Amerikan modelini örnek almamız çok çok iyi… Yolculuk etmek öncelikle parası olanların hakkı olmalıdır. Ben bu düşünceyi savunanlardanım. Henüz helikopter ve özel jetime sahip olmadan önce ben de sık sık araba kullanıyordum. (Ve tabii ki ilk lovkost havayolu şirtketime sahip olmadan önce… Hahahahaha!.. Aslında halâ kullanıyorum. Evet, nerede kalmıştık? Haa! Evet…) Güzel yapıyorlar bu arabaları. Frene bastığın zaman hemen duruyor eskisi gibi değil. Neyse… Yahu zaten birkaç milyon dolar vermişim arabaya, yola köprüye kırk-elli dolar bir şey versem ölmem değil mi? (Hahahahahahaa!..) Üstelik sürekli tenha oluyor. Trafik derdi yok. Basıyorum ve geçiyorum. Gerektiğinde trafik cezası da ödüyorum ama olsun. Ne demişler… Vakit nakittir. Bir saatte kazandığım parayı bilseniz ne dediğimi anlardınız. (Hahahahahahaaaa!..) Kısaca çok iyi oldu ve benim durumumdaki insanlar için köprü ve paralı otoyol fiyatlarının artması daha da avantajlı oluyor. Ancak bir hususu tenkid etmek istiyorum: Özellikle büyük kentlerde yeteri kadar helikopter pisti yok. Gerçi dikey kentleşme sayesinde bazı binaların tepelerine inmek mümkün; ama kentsel dönüşüm tamamlanmadığı için doğru düzgün yararlanamıyoruz bu imkândan. Malumunuz kentsel dönüşüm (İngilizce Urbıntransformeyşın… böyle daha bir havalı oluyor canım!.. Hahahahaahaha!..) zenginlerin şehir merkezlerine geri dönüşü projesi demiş bir ecnebi. Doğru da söylemiş… Ama faydası yok. Ne yazık ki çok yavaş ilerliyor ülkemizde. Bu konuda ciddiyim. Daha fazla yol katetmemiz gerekirdi. Yeri gelmişken söyleyeyim… Şimdi yoksul insan şunu anlamıyor… Eskiden şehrin merkezinde oturuyordu. Tapusu vardı; meselâ yıllarca didinerek kendisine bir ev almayı başarabilmişti belki, ya da kiracı olsun farketmez… Bir ânda kendisini şehrin dışında buldu. Bu nasıl oldu? Herkes suçlayacak birilerini buluyor. Ama benim bildiğim gerçek şu: Ben güçlüyüm. Sen ise zayıf… O hâlde benim istediğim olacak. Yarın kararımı değiştirirsem, sana yine taşınmak düşecek. Oysa kendilerine haksızlık yapıldığını zannediyorlar. Yahu neyin haksızlığı? Burjuva devrimlerinden sonra gelen özel mülkiyet hakkı; ya da şöyle ifâde edelim çıkarılan mülkiyeti koruyan yasalar, zayıfların hakkını koruyan bir liberal-idealist düzenleme olarak mı çıkarıldı sanıyorsun? Yoksa zenginlerin haklarını koruyan bir realist hukuk… (anladınız işte hukuk yoktur. Fiilî durum vardır.) Fiilî durum muydu? İşte gördük. Özel mülkiyet hakkı zayıfları koruyamadı. Çünkü; güç, hukukun ve ideallerin üzerindedir. Bu da demektir ki gücün olduğu yerde hukuk geçersizdir. Yani hukuk yoktur. Hukukun olmadığı yerde haksızlıktan da söz edilemez. Her şey haktır, mübahtır güç sahibine.

Bu arada bir hususa kısaca değinmek istiyorum. Bana para babası diyorlar. Belki inmayacaksınız ama ben bir para babası değilim. Dünyada gerçek mânâda çok az para babası vardır. Şimdi siz Mor Bez dergisinde gördüğünüz her adama para babası diyorsunuz… Para babaları, Mor Bez’de olmazlar… Onları gazetelerde de göremezsiniz. Mahremiyetlerine önem verirler. Size bir sır vereyim. Aslında bu çok zekice bir taktik… Göremediğiniz ve sayısını ya da gücünü tam bilmediğiniz düşmandan korkarsınız. Sizce yeterince güçlü olsalardı saklanma yolunu seçerler miydi? Çok güçlü olduklarına şüphe yok. Ama korktuklarına göre düşmanlarının gücünü bir hayâl edin! Her ne ise sonuçta saklanmakla iyi ediyorlar… Kendilerini güvence altına alıyorlar. Oysa biz Mor Bez’dekiler açık hedefiz…

(Biraz ara verelim. Şu purolardan buyurun, özel üretildi. Buyrun… Buyrun… Dünyanın en iyi tütününden sarıldı… Hiç sonradan görmeliğimi gizleyecek değilim. Bilakis bunu açığa çıkaracak bahaneler arıyorum. Zaten bu işin keyfi sonradan görmeliğimi gizlememi gerektirmeyecek kadar zengin olmamda yatıyor. Değil mi ama? Ancak ne yazık ki bu konuda yeterine fırsat bulamadım. Beni soranlara bu özelliğimden bahsetmeyi unutmayın sakın! Hahahahahaahahaha!.. Latife ediyorum! Bugün çenem epeyce düştü!)

Ne diyorduk? Konudan çok mu saptık?.. Pardon. Evet. Ne dediniz? Haaa… Evet… Basın özgürlüğü…

Basın özgürlüğü çok mühim mesele… (Hahahahaaaahahahaa!..) Aslına bakacak olursanız, ben memleketimizde basın özgürlüğünün kısıtlandığını düşünmüyorum. Evet bütün samimiyetimle bunu söyleyebilirim. Ne dediğimi daha iyi anlamak için meselenin temeline inmemiz gerekir. Basının tekelleştiği bir dünyada; birkaç haber ajansının, vesairenin, küresel düzeydeki haberlerin dağıtımının yüzde seksen-doksanını kontrol ettiği bir dünyadan söz ediyorsak şayet, zaten basın özgürlüğü falan kısıtlanmamıştır. Bakınız geçenlerde -ismini söylemeyeyim- bir ada ülkesinden bir radyo satın aldım. (Yani bir radyo alıcısından söz etmediğimi tahmin ediyorsunuz… Hahahahaahaha!.. Neyse.) Şimdi ben bu yatırımı neden yaptım? Anlarsınız işte oradaki maden şirketime lüzumsuz karşı çıkışları engellemek için. Şimdi benim radyomda benim maden şirketime karşı çıkabilecek bir gazeteci hayâl edebiliyor musunuz? Bu eşyanın tabiatına aykırı değil midir? Yani basının serbestliği ile kastedilen onun kodamanların (Bu tabire bayılıyorum. Hahahahaaa!..) elinde olmasıysa, basın hemen hemen bütün dünyada serbesttir. Benim radyomda bana karşı yayın yapmanız için benim size maaş ödemem fikrinin ise saçmalığı ortadadır. Özetle basın aslında özgürdür benim için. Basın özgürlüğünün olmamasından, o ülke kodomanlarının çıkarlarının o ülke yöneticilerinin menfaatleriyle bir olması kastediliyorsa bu fikir de zaten geçersizdir. (Bak işte… Bana bir kez daha fikir dedirtiniz. Hahahaahahahahaaaaa!..) İzaha gerek olmadığı hâlde devam edelim. Tanımı gereği, bir ülkede basın, zenginlerin sahip olduğu bir şeyse özgür demektir. Zenginin çıkarları ister ülke yöneticilerinin çıkarıyla bir olsun, ister olmasın. Ne farkeder ki? (Bu kelimeyi pek sevmesem de) ölçü budur.

Fikirlerim (Hahahahahahahahaaaahahahahaha!..). Fikirlerim sizi şaşırtmış olabilir. Herhalde gelir-dağılımı falan gibi konulara girmezsiniz. Eğer girecek olsaydınız bunu tek bir misalle geçiştirebilirdim. Şu ân oturduğunuz şu koltuğa harcanan parayla memleketimizde, belki beş yüz belki de bin çocuk en iyi imkanlarla okutulabilirdi. Bu koltuğun yapımında kaç kilogram altın kullanıldığını biliyor musunuz? Ben bilmiyorum. Bilmeme gerek de yok zaten. Ama epey pahalı olduğunu biliyorum. Benim fiyatını bile tam olarak bilmediğim ve bilmeme gerek olmayan bir koltuk, gördüğünüz gibi bin çocuğun hayatından daha değerlidir. İşte bu eşyanın insana üstünlüğüdür. Evet güzel bir ifâde oldu! Yaşadığımız dünya düzeni içerisinde madde insandan üstündür. Yani eski düzende altın. Yeni düzede mücerretleşmiş para. Burası biraz karışık mesele aslında. Yani tam olarak ifâde edemedim. Şimdi şöyle devam edeyim en iyisi: Yeni dönemde paranın illâ altın gibi değerli maden cinsinden bir karşılığı olması gerekmiyor. O hayâlîdir. Onun arzı altından ve bütün değerli madenlerden fazladır. O hepsini satın alabilir. Onun arzı birkaç düğmeye basarak arttırılabilir. Ya da tam tersi… Önemli olan iktisatçıların senyoraj hakkı dedidikleri şey. Senyorajdan sadece sözlük anlamını anlamayınız. Paraya hükmetmenin getirdiği ayrıcalıklar diyelim biz. İşte bu artık devletlerin kontrolünde değil. Selflik senyörlük bitince bu iş doğal olarak yavaş yavaş burjuvanın eline geçmeye başladı. (Siz ekonomi gazeteciliği üzerinde derece sahibisiniz niye anlatıyorsam!..) Neyse… Ne diyorduk?..

Ama yine de, madde, mücerret paranın müşahhas hâlidir. Bu yüzdendir ki madde bu vasfıyla insandan üstündür. Yani anladığınız gibi madde -siz bunu altın olarak da düşünebilirsiniz- parayı temsil ettiği için yani bu vasfından dolayı üstündür. Madde paraya tâbidir. Para ise… Şöyle söyleyelim o zaman, para bir put fikriyse madde onun cisimleşmiş hâlidir. Onu temsil etme şerefinden dolayı insandan üstündür. Nasıl üstün olmasın ki; bir kağıt parçası veya bir külçe altın yüzyıllarca saklanabilir. Ama insan öyle değil. Gerçi kölelik devrinde insanlara da maddi ölçüler biçiliyordu. Biliyorsunuz… Halâ böyledir bu! Bilhassa kapitalizm döneminde, köle ekonomisi en yüksek aşamasını yaşadı. Bazı rakamlara göre elli milyon köle her ne ise… Şimdi bu köleler para karşılığında alınıp satılabiliyorsa, mübadele için de kullanılabilirler öyle değil mi? Tıpkı öküzlerin bir zamanlar para yerine kullanılması gibi. Bugün bu misâller halka incitici geliyor. Ama Amerikan İç Savaşı’na kadar, sadece iki yüzyıl öncesine kadar kölelik bir toplumsal realite olarak kabul ediliyordu. Neticede köleliğin biçimini değiştirmeye karar verdiler… Gerçekte değişen öz değil, şekil oldu. Bakın, bakın, konuyu dağıttım. Unutuyordum az kalsın. Evet insan alınıp-satılabilir dedik. Hatta Amerikan yerlilerine yapılanları hatırlarsınız… Onların düzen sahiplerinin kasaplarında satılmışlıkları bile vardır. Hayvanlarına insan eti yedirmek için. Evet görüyorsunuz insan hayvandan daha değersizdir bizim düzenimizde. Sadece sistemin ileriki aşmalarında bu durum biraz makyajlanmıştır. Çünkü çıkarlar bunu gerektirdi. Gerçeği geniş halk kitlelerinden gizlediler. Tam şu ânda dünyanın bilmediğimiz bir yerinde, kaç kadın fuhuşa zorlanıyor… Neler çekiyor? Kaç çocuk açlıktan öldü şu birkaç saniyede? Kaç işçi tedbirsizlik yüzünden kolunu bacağını makinelere kaptırdı? Kaç masum derdini anlatamadığı için kilitli kapıların ardında? Bunlar bugünün realiteleri; ama bizler için sadece istatistik… Hayatta çok fazla karşılaşmadığımız, televizyonda nadiren gördüğümüz istatistikler… Bu realiteleri halktan mümkün mertebe uzak tutuyorlar; çünkü İnsan, hayvan ve bitkilerden çok farklı olarak vicdan ve merhametle kirletilmiş bir varlık. Evet bakın bağlayacağım şimdi. İnsan değersizdir dedik; çünkü itaatsizdir insan. Ne demiştim. Evet. Ama eğer insan altın kadar dayanıklı, yani uzun ömürlü olsaydı bu muameleyi görmezdi. Ona daha çok değer biçilirdi. Maddeyle eşit olabilirdi belki de. Şimdi ise bu yönüyle maddeden değersizdir. Kısa ömürlüdür. İsyan etmeye ve düzen bozmaya meyillidir. Madde öyle mi?.. Üstelik daha başka problemler de var. İnsan arzını kontrol etmek zordur. Meselâ insana olan talep azaldığında arzı azaltmaya kalkarsanız öfkelenip isyan ederler… Bunu yiyeceklerinin içine kattığınız ufak ilaçlarla uzun bir süreye yayarak gerçekleştirebilirsiniz. Bu sefer de uyanabilirler ve alternatif yiyecek kaynağı arayışına girişebilirler… Öte yandan insana olan talep arttığında arzı arttırmak her koşulda mümkün olmayabilir. Kitleler bazı koşullarda çoğalmaktan vaz geçebilirler. Böyle bir şeyi para olarak kullanmaya kalkarsanız arz üzerindeki kontrolünüz çok sınırlı olurdu. Spekülasyon yapamazdınız kolay kolay… Daha da önemlisi faiz zora girerdi. Şimdi bakın doğal ücret diye bir şeyden bahseder klasik iktisatçılar. Bu kölelik ücretidir. Yani seni öldürmeyecek kadarıdır. Şimdi diyelim ki size ait bir kölenin, emek gücünü kiraya verdiniz… Karşılığında emek gücünü yeniden üretecek tutar yani doğal ücret ve bunun faizi kadar bir fazlalığı almanız gerekir. Oysa klasik iktisatçılar ne diyordu bu fazlayı verirseniz denge bozulur. Yani insan para olarak kullanılsaydı… İşler karışırdı ve ekonomi allak bullak olurdu. Bu yüzden insan beş para etmez! (Hahahahahaa!.. Espiriyi anladız mı?)

(Ne dediniz? Ricardo doğal ücretle bunu kastetmiyordu mu dediniz?.. Evet, anladım… Ricardo Malthus’a dayandırıyordu görüşlerini… Eğer özgür emek gücüne fazla ödeme yaparsanız özgür emek arzı artacak vesaire… Ama diyorsunuz ki burada bizim hayalimizdeki modelde ücret ve faiz birbirine karışıyor… Sorunuzu anladım.) Şimdi bu soruyu uzun uzun cevaplamak istemiyorum. Şunları söyleyeceğim sadece… İster özgür ister köle farketmez emek arzının sınırlı tutulması gerekiyor Malthus’a göre… Çünkü “İnsan sürekli yiyecek kaynaklarını kurutan bir haşere gibidir ve maliyetsiz yollarla ortadan kaldırılmalıdır.” Malthus bize özetle bunu söylüyor. Ricardo da buna dayanarak doğal ücretten söz etti. Bizim modelimizde işler biraz değişiyor ama sonuç aynı… Köle ücretinden, doğal ücretten fazlasını veremezsiniz. Yani faiz veremezsiniz. Verirseniz köle sahipleri daha fazla köle beslemek isteyecektir ve ücretler yine düşecektir. Bakınız, bu modelde ücretler yani bir köleye ödenen toplam miktar düştüğünde faiz gelirleri de düşecektir. Yani bizim modelimize göre ne kadar para biriktirirseniz biriktirin bir süre sonra kazancınız donacaktır. Hatta bir süre sonra zarar etmeye başlayacaksınız. Peki birikimi nasıl sağlayacağız? Zira, insan biriktirmek bir süre sonra zarara yol açıyor… Faiz mekanizması nasıl işleyecek? Kapitalist sistem bu durumda pek çok yeni problemle karşı karşıya kalcaktır ve bu istediğimiz bir şey değil… [OPORTÜNİST bu konudan sıkılmıştı.]

Şöyle özetleyelim. İnsan para olarak kullanılamaz. Ama madde öyle değil. Parayı temsil etme şerefine sahiptir madde. Bu sebeple de madde insandan üstündür.

Şimdi bu konuyu değiştirip para ile ilgili önemli bir realiteden bahsedeceğim. Para günümüzde önemli bir dini role sahiptir. Bakınız alışveriş merkezlerini dini toplanma merkezlerine benzeten sosyoloji araştırmaları bulabilirsiniz. Bütün bunlar insanları ya da sistemi aşağılamak “dininiz imanınız para” demek için mi? Yoksa objektif olarak “dini imanı para olanları” tespit etmek için mi? Ben burasından anlamam. Ama şu kadarına değineceğim. Eğer paranın yani zenginliğin itibarı, kollektif olarak azalırsa, iktidarı da azalır! Mesela büyük piyango organizasyonlarının böyle bir düzen koruyucu misyonu da vardır. İşin içine biraz heyecan katmak çok yararlıdır.

(Saatime baktığımda görüyorum ki bu görüşmeyi sonlandırmanın zamanı gelmiş.)

[Bundan sonraki konuşmasına hisli bir ses tonuyla ve yavaş yavaş devam etti. Ama bu gerçek sesi miydi yoksa gerçek sesi perdeleyen bir maske mi kendisi de bilmiyordu.]

Çok fazla konuştum; ama zannetmeyin ki size sırlarımı açtım. Bu anlattıklarımın farkında olacak kadar zeki bir adamsınız. Yoksa benimle röportaj yapamazdınız. Biliyorsunuz birazdan bu kayıt cihazı elinizden alınacak; size önceden hazırlanmış bir röportaj metni verilecek ve siz sağda solda benimle yaptığınız bu sahte röportajı anlatarak kariyerinizde yükseleceksiniz. Karşı gelirseniz neler olabileceğini düşünmek bile istemediğinizi biliyorum. Bu yüzden seçildiniz zaten. Hep böyle olur. Arife tarif gerekmez ama hakkımda yanlış bir intiba bırakmak istemiyorum. Aklımdan geçenleri olduğu gibi söylemeyi o kadar özledim ki, yani bu riya halinden o kadar usandım ki… Bu kısa toplantıda bir nebze hava alma imkânı buldum. Bazen böyle tatlı kaçamaklar gereklidir değil mi? Napalım bu da bir realite. Sahip olduğum sosyal statünün bir bedeli var. Para zannedildiği kadar tatlı değildir. Yokluğu felaket. Ama ya bolluğu… Bir bilseniz… Göreceksiniz… Anlayacaksınız… Neyse bütün bunlar için çok geç. Sizi de ilgilendirmiyorlar zaten. Dediğim gibi bunun için seçildiniz. Ben ise fazladan gevezelik etme hakkı verilenlerdenim. Boşverin, aldırmayın. Zenginlik güzeldir. Biliyorsunuz! Çok iyi biliyorsunuz!.. Çok daha önemli yerlere geleceksiniz. Bunu şimdiden görebiliyorum. Hoşça kalın!..)

[sözlerini tamamlarken içinde bir sıkıntı hisseti. Yıllardır yakasını bırakmayan ve derinliklerinden gelen bir vicdan azabı hissi yine ortaya çıkmıştı. Bir ân gözlerini kapattı… Derin bir nefes aldı. Bir süre bekledi. Ve aldığı nefesi hızla verdi; bu, insani duyguyu bastırmak için uyguladığı bir yöntemdi. Nefesi verişiyle birlikte bu “insanî zaafın” yok olacağı telkini kendisine aşılamıştı. Bu usul kısmen de olsa onu “tedavi ediyordu”. Birkaç saniye sonra konuşmasına devam etti.]

Haaa… Bu arada itiraf edin! Son cümlelerimle sizi kendime karşı biraz olsun sempatiyle bakmaya yakınlaştırdım. Görüyorsunuz benim gibi ahlâksız bir adama karşı bile merhamet edebilecek kadar zayıftır insan. Hayır efendim yanılıyorsunuz. Ben oportünistim. Benim dünyamda duygulara yer yoktur ve hiçbir zayıflığa merhamet edilmez. Eğer ben zaafımı seninle paylaşırsam kendimi tehlikeye atmış olurum ve bu kadar aptal olmadığı da biliyorsun. Yine de bir an tereddüt ettin. İşte binlerce yıldır meslektaşlarım tıpkı benim seni manüple ettiğim gibi insanları aldatıyorlar. İşte büyük bir realite!.. Hahahahahhaahaha!..

GAZETECİ, OPORTÜNİST’ten sıkılmıştı.“Pislik herif” dedi içinden… “Bu adam kendini çok büyütüyor.” diye düşündü. Gerçekte onu şiddetle kıskanıyordu. Onunla denk seviyede olmak istiyordu. Servet sahibi olmak ve iktidar şarabından tatmak için şeytana boş kağıt imzalaya hazırdı.

Aslında OPORTÜNİST ondaki “ışığı” fark etmişti. Bir oportünisti yüz kilometre uzaktan tanıyabilirdi. GAZETECİ’de acıma duygusunun iptidai düzeyde olduğu pek ala biliyordu. O halde son saçma konuşma neydi? Madem GAZETECİ ona merhamet etmemişti o halde OPORTÜNİST niye bunları söylemişti?.. Hastalığı yüzünden çenesine hâkim olamıyor zaafları hakkında ipuçlarını dağıtmadan edemiyordu. İnsan olmaktan nefret ediyordu böyle zamanlar. “İnsan doğuştan hastalıklı bir mahluktur, duygularla kirletilmiştir.” diye içinden geçirdi bir kez daha… Bunu vicdanına söylüyordu. Yıllardır savaşıyordu onunla…

Evet, lafı daha fazla uzatmayalım. Epeyce bir zaman geçti bu “tuhaf” günün üzerinden… Orta vadede, OPORTÜNİST’in tahmininin doğru çıktığı görüldü. Gazeteci “çok önemli bir insan” olmuştu. OPORTÜNİST ise zenginlik, korku ve yalnızlık içerisinde fırsatlar dünyasından göçüp gitti. Son nefesini vermesiyle fırsat penceresi de kapanmış oldu. Biriktirdiği servetin üzerinde artık başka bir oportünist oturuyordu. Yeni oportünist, selefinin cenaze töreninde sevincini gizleyen bir üzüntü maskesinin ardında, içinden şunları geçirdi: “Haklı çıktı… Onun için uzun vade yokmuş… Hahahaha! Şimdi rüzgar benden yana ve anın tadını çıkarmalı!.. Hahahaha!..”

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: