ÂŞIK – ŞAİR – SAVAŞÇI – 5: BÂBÜR HAN – 2

ÂŞIK – ŞAİR – SAVAŞÇI – 5: BÂBÜR HAN – 2

KIRGIZ NÖBETÇİLER

Mirza Bâbür, mağlup olmanın getirdiği sıkıntılardan dolayı Çin hududuna göçmeye karar vermesine rağmen Ahmet Han’ın (küçük dayısı) desteği ile Fergana’yı alamasa da Ahsi şehrini ele geçirdi. Çok geçmeden ardından çevrilen dolambaçlı entrikalar ve ihanetler neticesinde sokak muhabereleri yaparak, çekilmeye mecbur kaldı. Bir avuç adamıyla kurtulmayı başardı. Şu oldu, bu oldu derken Moğolistan’a gitmek istese de yolların, Şahi Bey-Şeybani devriyelerince tutulduğu için Özbekistan-Taşkent üzerinden yüksekliği altı bin metreyi bulan karlı Pamir dağlarının eteğinde insana huzur ve sükûnet veren çağlayanların arasındaki göçebe Kırgızlara misafiri olmaya mecbur kaldı; bir sene kadar.  

Mirzamız, Pamir dağlarının tepelerinde gece, gündüz nöbet tutan Kırgız nöbetçiler sayesinde emniyet içindeydi. Kırgızlar çok iyi nöbetçi oldukları gibi Emirimiz Timur Han’ın torununa muhafızlık ettiklerinden dolayı kendilerini talihli addediyor ve gururlanıyorlardı. Kırgızların, siyah keçeden yapılma yuvarlak çadırında ağırlanan Mirza Bâbür, bir gün önceki gece namazından sonra rüyasında Hace Ubeydullah AHRAR hazretlerinin torununu gördü. Rüyada: “Üzülmeyiniz,  dedem sizi unutmadı. İmdadınıza koşacak” dediği cümlesini düşünüyordu ki Kırgız nöbetçilerin pür dikkatine rağmen nerden geldiği belli olmayan bir Nakşî dervişi, yanı başında peyda oldu. Mirza Bâbür’ün “Durun” ihtarı ile Kırgız nöbetçilerin kılıç darbesinden kurtulan derviş, Mirza Bâbür’ün anlattıklarını dinledikten sonra çok tesirli bir sesle kuranın ilk suresini okudu ve “Üzülmeyiniz, Allah’ın izni, YESEVÎ Atamızın tasarrufu, Hace Ubeydullah’ın maslahatıyla kazanacaksınız, kazanacaksınız” demesi, Mirza Bâbür’ü çok heyecanlandırdı.

İKBÂL KELEBEĞİ

Mirza Bâbür, ikbâl kelebeği geçerken öylesine başına konup kanatlansa da siyasî sahadaki faziletli şuur hürriyetini ve istiklâl düşüncesini silemedi. Mirza Bâbür, rüzgârların ters estiği zaman,  beyhude kürek çekmek yerine fezada dolaşan ikbâl dalgalarını yakalamak maksadıyla bir kenara çekilip, istikamet üzerine muhkem-sağlam ve tek başına kalmasını bilenlerdendi. Gökte Ay sökün etmeden önce oluşan gökkuşağının altında oynayan beyaz gelinciklerin seyrine dalan Mirza Bâbür, Kırgız nöbetçilerin refakatinde gelen misafirlerini ağırladı. Gelenler, Kıpçakların üç oklar kolundan Bâki ÇAĞANYANİ, bütün ailesi ve obası ile birlikte iltihak etti ve bir şiir okudu:

“Sen Süheyl yıldızısın; ne vakit parlar ve ışık saçarsan

Gözün her nereye isabet ederse, devlet nişanesidir.”

Unutulan sadakatler uyanmış, asil davranışlar canlanmaya ve asilzadeler ile birlikte obaların iltihakı başlamıştı. Kıpçakların üç oklar kolundan Bâki Çağanyani ailesi ve obasının iltihakından hemen sonra Barlaslardan kul Barlas ve arkasından gelen yirmi adamı,  Bâbür’ün ayaklarına kapandılar. Kul Barlas: “Sizden ayrıldıktan sonra rüyamda Hace Ubeydullah’ı gördüm. Yerinizi söyledi ve gelip size iltihak etmemi emretti. Burada kalmanızın da tedbirli olmadığını buyurdu.” sözlerini dinleyen Bâbür, sessizce tebessüm etti. Bir gün sonra Moğollardan da münferit bir kısım sadakatlerini bildirdi. Kıpçakların üç oklar kolu, Barlaslar ve Moğollardan münferit kısmın iltihakı ile istiklâl vasatına kavuşan Mirza Bâbür, Şeybani-Şahi Bey gibi tehlikeli bir kuvvetle çarpışacak kadar gücü ve ihtiyat birlikleri olmadığından dolayı Afganistan-Herat’a gitmekten başka bir yol bulamadı. Yirmi dört yaşına girmesine sayılı günü kalan Mirzamız Bâbür Han, talihin bir cilvesi olarak, adeta Emirimiz Timur Han’ın kaderini yaşıyordu.

Yüz elli kadarı savaşçı, iki yüz kadar da kadın, kız ve çocuktan müteşekkil bir kafile ile yola koyuldu. Kafilenin bulunduğu şartların, sefil bir çingene kafilesinden daha berbat olan şartlarını ne ben anlatayım, ne siz dinleyin. Sadece, gözyaşları dökülen dramatik bir filmin dahi kafileye ait bir resim karesinin yanında komedi kaldığını söyleyebilirim. Bütün bu ağlanası hâle rağmen Mirzamız, Kelâmı Kadim’in, “De ki, ey mülkün sahibi olan Allah’ım, hükümdarlık yalnız sana mahsustur, onu dilediğine verir, dilediğinden alırsın. Dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin*” Âyeti Kerimesini dilinden düşürmüyordu. Şu sebep, bu vesile derken, kar tutan geçitleri,  geçit vermez tepeleri aşarak kafileye yetişen dört bin kadar Moğol atlısı, aileleriyle birlikte Mirzamıza tabi olmak istediklerini bildirdiler; Ya Hay! 

Mirzamız, Hindikuş dağlarının eteğinde yaşlı bir çınar ağacının altında saltanat halısına bağdaş oturduğu bir halde tazim ve iltihakları kabul etti. Asilzade beylerin üç defa toprağa diz vurduktan sonra geri geri çekilerek tazimlerini sunmasının ardından asker ve hizmetkârların da tazimini kabul etti. Tazim ve iltihakların kabulünden sonra Afganistan’a doğru tekrar yola koyuldular.

GAZNE VE KÂBİL

Mirza Bâbür, Hindikuş geçitlerini ve vadilerin, hızlıca aştı. Zor şartlar ve sert iklim altında yapılan yolculuğun müşkülatı yetmezmiş gibi dağ kabilelerinin saldırılarına karşı gâh savunma, gâh hücum ile karşılık vere vere Afganistan-Gazne ’ye ulaştılar. Gazne ile Kâbil, bugün olduğu gibi o günlerde de kargaşa içindeydi. Karışık olan yerde ise her zaman ümit vardır. Nizâm ve adalet konularında istikamet üzere olan Mirza Bâbür, bir yerlinin yağ testisini yağmalayan adamlarından birini,   otağı önünde ölene kadar dövdürmesi ile adalet ve nizam arzusu içindeki Gazne halkının gönlünü ve kalplerini kazanmasına yetti. Mirzamız, İnsanların çoğunun, İnisiyatif almaktan çekinen ve mesuliyet almaktan korktuklarını bildiği gibi sözün hükümsüz kaldığı yerde amelin-aksiyonun çok daha tesirli olduğunu bilenlerdendi.

İlyas Peygamberimizin ayak izlerini bastığı yerden çıkan kaynak sularıyla portakal bahçelerinin sulandığı, kerpiç-toprak evlerin olduğu güzel Gazne, aynı zamandan atamız Gazneli Mahmut Han’ın taht şehriydi. Mamafih, Gazne, güzel Gazne, Kâbil’in kuzey doğusunda karların eksik olmadığı dağlarla çevrili taraçalar halinde Hindistan’a giriş kapısı olduğunu söylemeye bile gerek yok. Gazne vilayetimizi nizam ve intizama koyan Mirzamız, hızla Kâbil’e yöneldi. Kâbil vilayetimize hükmeden Mukim;  pirüpak soylu ve kar beyazı bir Türk ailesi olan Argunlara mensup olmasına rağmen Han soyundan değildi. Hâlbuki Kâbil, veraset intikaliyle Bâbür Hanın dedesinin babası olan Uluğ Bey’e kalmıştı. Bâbür Han, meşru bir müdahale ile meşruiyeti kendi lehine düzeltme hassasiyeti ve miras hakkının getirdiği haklılığına istinaden, Kâbil’in kendisine devredilmesini bildirdi. Mukim, Han ailesinden olmasa dahi ahlâkî erdemlerle hareket etti ve pazarlıksız bir şekilde iltihak etti, tazimini sundu.

Gazne ile Kâbil vilayetlerimizde Hz Âdem Peygamber’in tövbe ettiği lisân olan asil dilimiz Türkçe başta olmak üzere Arapça, Farsça, Moğolca, Afgan’ca, Hintçe, Peçaice, Peracice, Geberice, Berekice, Lemganca olmak üzere on bir dil konuşuluyordu. Dünyanın hiçbir şehrinde bu kadar muhtelif kavim ve lisanın konuşulduğu başka bir kent var mıdır? Cidden bilmiyorum. İnsanlığın Babil kulesi diyebileceğimiz Gazne ile Kâbil vilayetlerimizin, Semerkant gibi tatlı sıcağı, Buhara gibi manevi atmosferi yoktu. Bu eksikliğine rağmen adeta tavus kuşunun tevazuundan dolayı kazandığı cazibeli güzelliği gibi Gazne ile Kâbil’de zenginliğe açılan kapı misali Hindistan ve Çin kümeslerine hâkim bir şahin yuvasıydı. Evet, Gazne ile Kâbil’in, dün olduğu gibi bugün de Çin ve Hindistan kümeslerine hâkim şahin yuvası olduğunu, lütfen unutmayalım.  

Beşer tarihinin bütün cesur çocukları ve büyük fatihleri, fethin anahtarı olan Gazne ile Kâbil kapısından geçmişlerdi: Büyük İskender, Asırlarca Çin’e hükmeden Yue-Çi göçebeleri, Selevkoslu Antiochus, Greko-Baktiren Menandr, Eftalit Hunları, Gazneli Mahmut, Gurlu Muhammet ile elbette ki kutlu başbuğumuz, Türkistan Emirimiz Timur Han.

Mirza Bâbür, Gazne ile Kâbil merkezli otoritesini sağlamlaştırdıktan sonra dedesinin ayak izlerinde yürüyerek, Ganj ve İndus/Hindistan ovalarına ilk akınını yaptı. İklimin mutedil olduğu Asya atmosferi, bir anda yerini sıcak ve rutubetli muson Asya’sına bırakmasına rağmen ordumuz, çok çeşitli ganimetlerle Kâbil’e döndü.

Kısa bir zaman zarfından sonra, Kâbil’in 400 kilometre güney doğusuna yaptığı akın ile küçük bir şehri zapt etti. Bu cengi sırasında kendisini korumak için vücudunu siper eden beylerinden birinin intikamını almak için, bir mağaraya sığınan yüz seksen hainin hakkından geldi. Seferlerine, yaz, kış demeden devam eden Mirza Bâbür, Ehlisünnet Özbek kardeşlerimiz ile Rafızî kâfiri Akkoyunlu hanedanlığı arasında başlayan kavga sebebiyle ortaya çıkan kargaşalıktan bıkan Afganistan-Badehşan halkının talebi üzerine hâkimiyeti altına aldı; Ya Hay!

HERAT VE AŞK

Mirzamız, Hindistan’ın Ganj ve İndus ovalarına sefere çıktığı günlerde vefat eden Hüseyin (Hüseyin Baykara) amcasının türbesinde okunacak hatim ve yapılacak dua merasimi için Emirimiz Timur Han ahfadının diğer prensleri gibi Afganistan-Herat vilayetimize teşrif etti. Mirza Bâbür, indirilen hatimlerin ardından yapılan duadan sonra Han ailesinin yaptığı toplantıda kendisine soğuk davranan ve teklif yapmayan Hüseyin amcasının iki oğluna da müdahale etti ve hadlerini bildirdi. Otağda bulunanların hiç birisinin kendisi kadar soylu olmadığını, Semerkant tahtına iki defa geçtiğini, hanedan düşmanları ile savaştığı halde hürmet gösterilmemesinin yakışık almadığını belirtti. Amcaoğullarının ikisi de özür diledi ve toprağa diz vurup, özürlerinin kabulünü arz ettiler.

Herat’ta kaldığı müddetçe ‘’Küçük ana-anne’’ dediği Hüseyin amcasının hanımı olan Beğim Payende’nin misafir oldu. Mirzamız, ‘’Küçük ana-anne’’ diye hitap ettiği Beğim Payende’nin evine gelen misafirlerin içinde gördüğü genç bir kıza âşık oldu. Mirzamızın âşık olduğu küçük hanım, amcası Sultan Ahmet Mirza’nın kızı Masume idi. Küçük hanımın gönlünü kazanan Mirzamız, annesiyle beraber Kabil’e gelmeye ikna etti. Yaptığı seferlerinde karların iki metreyi bulduğu ve zemheri ayazlarının estiği fırtınalarda “sıcak çadırınızda dinlenin” tekliflerine “Dostlarla beraber ölmek, düğündür demezler mi?” diyecek kadar vefalı… Bir asilzadesini ok ile öldüren seksen Moğol ve doksan altı Hezere haininin ölüm emrini veren dirayetli aklı, aşk karşısında çaresiz idi. Masume karşısında adeta buzlar arasında açan naif kardelene dönmüştü. Şu oldu, bu oldu derken, Kâbil kentimize döndü. Tefekkür etmek, düşünmek, dinlenmek ve istikbale ait kararlarını almak için çıktığı, dağ gezintisinde seyrine dalamadığı otuz dört çeşit rengârenk lale çiçeği, kalbini çalan Masume hanımın aşkı ile birleşince muhteşem gazellerinden birini yazdı:

Kanayan zavallı gönlüm, gül tomurcuğu gibi

Kırmızı yaprakları, birbirinin üstüne kapanmış

İlkbaharda esen binlerce rüzgâr arasında

Acaba açılıp da gül olabilecek mi?

Mirza Bâbür Han, gazelini tamamlamasının ardından, Güney Afganistan’a düzenleyeceği sefer için beylerine emir verdi ve kendisi ise özge can abisi olan Osmanlı şehzadesi Selim’e yazdığı iki mektuptan ilkini kaleme aldı.

Devam edecek.

* Sure adı ve ayet numarası yazma alışkanlığı İbrani kültürü, Hristiyan geleneği olduğu için sure adı ile ayet numarası yazılmamıştır.

Burhan Halit KOŞAN

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: