ÂŞIK – ŞAİR – SAVAŞÇI – 5: BABÜR HAN-5 (SON)

ÂŞIK – ŞAİR – SAVAŞÇI – 5: BABÜR HAN-5 (SON)

SEMERKANT VE DİPLOMASİ

Atamız Oğuz Han için Ötüken ne ise, Osman bey için Söğüt ne ise, Fatih Sultan Mehmet için İstanbul ve Kırım ne ise, Yavuz Sultan Selim Han için Türkistan ne ise, Kumandan Salih Mirzabeyoğlu için Başyücelik ne ise, kalbini sonbahar sarısına dönüştüren biricik aşkı, kördüğüm sevdası olan Semerkant da Babür Han’ımız için o idi.

Kronolojik tarihe göre ilk defa Emirimiz Timur Han tarafından Türkistan payitahtı-başkenti ilân edilen Semerkant için aşk ile tutuşan, sevdasıyla kavrulan Babür Han, genotip yönden asil, ruhî açıdan soylu mevhibelere haiz olmasına rağmen rey sahibi değil, oy sahibiydi. Daha yalın, çıplak,  çırılçıplak bir ifadeyle Babür, yaşadıkları asrın sembol şahsiyetleri olan Saltuk Buğra Han, Emirimiz Timur Han, Osman Bey ve Hazreti Yavuz Sultan Selim Han gibi… Ve içinde yaşadığımız bu yüzyılda ordusu olmadığı halde tek başına çarpışan Salih MİRZABEYOĞLU gibi rey sahibi değil, oy sahibi idi.

Malumdur ki İslâm-Ehlisünnet-İBDA hattındaki inanç, anlayış ve dünya görüşümüzün diplomatik karakterini şekillendiren, nabzını ayarlayan, antlaşmalarımızın haysiyetini, vizyonumuzun istikametini belirleyecek biricik odak noktamız, Hudeybiye antlaşmasıdır. Bu hali yalın, çıplak, daha çırılçıplak bir şekilde ifade edecek olursam, bizim, uluslararası diplomatik karargâhımızın kozmik odası kesinlikle ve kesinlikle Hudeybiye antlaşmasıdır.

Bu antlaşma, ilk aşamada Mekke kâfirlerinin lehine, alçak müşriklerin arzu ve isteklerine uygun gibi gözükse de kısa bir müddet sonra antlaşma maddelerinin tamamının, uzun vadede mümin atalarımızın lehine gelişip serpildiği malûm. İmdi, uluslararası diplomatik karargâhımızın kozmik odası olan Hudeybiye antlaşmasından yola çıkarak, Babür Han’ımızın Semerkant sevdasından dolayı yaptığı müttefikliğe bir göz atalım.

Rafızî delalet çetesi lideri Şah İsmail ile yaptığı müttefiklik dayanışması Babür Han’ımıza Semerkant’ı kazandırmadı. Rafızî mikrobu, vatan sathımızın Anadolu, Türkistan, Afganistan ve Hindistan iklimlerinde metastaz yaptı; düşmanların dostluğunu kazanmadığı gibi dostlarının da düşmanlıklarını kazandı. Bütün Yesevî ve Nakşî dergâhlarının hiddet nazarlarını üzerine çekti. Evet, Nakşî’nin afacan haylazı olan Babür Han’ımızın Semerkant sevdasından dolayı ittifaka gittiği Rafızî Şah İsmail müttefikliğinin, Hudeybiye antlaşmasının ayak izlerini takip etmediği, ittifaktan vazgeçmesinden de anlaşılmıyor mu? Evet, rey sahibi değil de oy sahibi olması hasebiyle uğradığı bu diplomatik hüsrandan, müflis ticaretinden, hezimete yürüdüğü bu vetireden-süreçten, Osmanoğlu ailesinin rey sahibi dört başbuğundan biri olan Hazreti Yavuz Sultan Selim Han’ımızın kaleme aldığı mektubun vesilesiyle kurtulabildi. Bu vesileyle Kumandanımızın: “Veli sözü: Allah’ın bir kısım askeridir ki, yardıma ihtiyacı olanların imdadına yetişir’’ kelâmının da anlaşıldığına inanıyorum.

RAFIZÎLERLE HARP

1513 yılının Ocak ayı ile 1514 yılının Temmuz ayı arasındaki dönemi tövbe ve harp hazırlıkları ile geçirdi. Harp hazırlıklarını tamamlamaya fırsat bulamayan Babür Han, 1514 yılının Ağustos ayının ilk haftasında Tebriz yakınlarında korkunç bir baskına ve bozguna uğradı. Yavuz Sultan Selim Han’ımızdan korktuğu için ordusunun büyük kısmını Osmanlı sınırında tutan Şah İsmail, ani bir baskınla Babür Han’ımızın bütün ümitlerini kırdı.

Bu arada İstanbul payitahtında oturan Hazreti Sultan Selim Han’ımızın emriyle Babür Han’a yardım etmek için yola çıkan topçu uzmanı Kul Ali önderliğindeki bir tim, yolda iken aldıkları bozgun haberi üzerine Kul Ali haricindekiler İstanbul’a ricat etti-geri döndüler. Şah İsmail ve ordusunun, on altı veya on yedi gün gibi kısa bir zaman sonra çağının mesulü ve rey sahibi olan Hazreti Sultan Selim Han önderliğindeki aziz Türk milletinin kudretini ve kılıcının-silahının tadına Çaldıran meydanında tattığına şahit olacağız. Aziz olan, Kerim olan Allah’ın izni ve müsaadesiyle. Ya Hay!

DİCLE

Tebriz’de acı bir mağlubiyet alan Babür Han’ımız, Kabil, Peşaver, Gazne hattına çekildi. Vakanüvislerden öğrenebildiğimiz kadarıyla çok geçmeden İlahî bir ilhamla, nazarını Hindistan’a çevirdiğini görüyoruz. Kalbine düşen ve zihin kodlarına işleyen bu ilhamı gerçekleştirmek için silahtan önce siyasî teşebbüslere başladı. Evet, Türk diyalektiğinin genetik kodlarından biri olan silah kullanmadan önce siyasî hamlelerle kuşatma stratejisini uygulayan Babür Han’ımızda cömertliği, kibarlığı, şair ruhu ve nezaketiyle gönülleri fethediyor ve gerektiği zaman da kuvvetini gösterme iradesiyle hareket ediyordu. Şu oldu, bu oldu derken, Allah, Babür Han’ımızı, aşk denen ilahi nimet ile rızıklandırdı. Peşaver kentimizde ikamet eden Afganlı Yusufzai aşiretinin zeki, neşeli ve çok cazibeli güzel kızı Bibi Mübarek ile evlendi. Bu evliliğinin ardından “on derviş bir kilimde uyur, iki padişah bir iklime sığamaz” atasözümüz de olduğu gibi Kabil, Peşaver hattında askerî hareketliliğini artıran Babür Han’da İlahî bir ilhamla nazarını çevirdiği Hindistan iklimine yöneldi. Ordusunu ilk defa Osmanlı tarzında top ve tüfek teçhizatıyla güçlendirdi. Bir kısım askeri mütehassısı da eklemeyi ihmal etmedi. Bunlar arasındaTürk oku manasına gelen Dicle ile Osmanlı topçuluk mütehassısı Kul Ali’yi sayabiliriz. Ordusunu en iyi şekilde donatan Babür Han’ımız, 1519 yılının Ocak ayında Hindistan’ın İndusve Kunar mıntıkalarını itaat altına aldı; mevsim kış, hava zemheriydi.

Babür, Emirimiz Timur Han’ın tek varisi olarak, kendisini gördüğünden dolayı İndus ve Kunar ahalisine merhametle muamele edilmesini emretti. Muzaffer seferinden sonra İndus ve Kunar vilayetlerimize valiler atayarak, Afganistan’a döndü. Sefere çıktığında huzur içinde bıraktığı Afganistan, kendisini karışıklıkla karşıladı. Kandehar ve Pencap vilayetlerimizde Şah İsmail’den destek alanları terbiye etmeden, Hindistan üzerindeki niyetini tahakkuk ettiremeyeceğine kanaat getiren Babür Han, problemi zamana yayarak çözmeye karar verdi. Bütün bu karışıklığın arasında bir kötü haber daha aldı. Yedi yaşlarında tıfıl bir bala-çocuk iken bir defa gördüğü, şimdi ise hayal meyal hatırladığı ve özge can abim dediği Hazreti Sultan Selim Han’ın ahirete irtihal ettiği haberiyle sarsıldı. Ölüm sessizliğinin çöktüğü Han çadırı, Babür Han’ımızın iki damla gözyaşınaİnna lillahi ve inna ileyhi raciun ayeti ile “Bugün, dünyanın bir sütunu yıkıldı” sözü eşlik etti… Mamafih, Elif harfini tedai ettiren Kazakistan, Sri Lanka hattında ki YESEVÎ tekkeleri ile Vav harfini tedai ettiren Semerkant, Mostar hattındaki Nakşî dergâhlarına düşen matem ateşini ne sen sor, ne ben anlatayım.

HİNDİSTAN VE RAZİYE SULTAN

Hindistan, denizlerin iki taraftan koruduğu, geçilmesi imkânsız muhteşem doğal bir kale; Tibet, kuzeydeki nöbetçi askeridir adeta. 56 milletten müteşekkil olan Çin gibi Hindistan da tek bir milletten müteşekkil olmaktan ziyade halklar ve lisanlar çeşitliliğini barındıran coğrafi bir tabirdir. İklimi rutubetli, insanı gevşek, nizâm ve intizamdan mahrum olan bu havzamızdaki ahalimiz için rekabet sadece dinî mevzulara mahsustur. Kast sistemi, oldukça sıkı kaidelerle birbirlerine kapatılmış tam mânâsıyla su geçirmez hücrelerdir. Bir kast üyesinin başka bir kasttan olan ile evlenmesi şöyle dursun, birlikte yemek yemeleri bile düşünülemez. Nehirlerinin dışında akarsuları yoktur.

Hatırınıza gelebilecek her konuda ittifaktan mahrum olan bu bölgemizin sıkıcı bir monotonluğu vardır. Dillendirdiğimiz bu tespitler, dün olduğu gibi bugün de geçerlidir. Evet, Hindistan’a sadece ve sadece İndus boyundan, İndus bölgemize inebilmek için de sadece ve sadece Kabil üzerinden operasyon yapılabilir. Gazneli Mahmut, Emirimiz Timur Han, Kutbeddin Ayberk, Sultan Alâeddin Halaç, Babür Han gibi Türk hakanları tarafından yönetilen baharat kokulu memleketimiz Hindistan’ın bir dönem de Raziye Sultan isimli bir Türk Hanımefendisi tarafından yönetildiğini kaç kişi bilir? Bilenler el kaldırsın. İmdi müsaadeniz ile kısa bir mola verelim. Elbette ki Nihan Öztürk ve Akın Kurtoğlu gönüldaşlarımızın seslendirdiği “Bak”- (Anka kuşu) dinletisi eşliğinde kıssamızla birlikte.

 

ANKA KUŞU VE BİR DARBIMESEL (KISSA-HİKÂYE)

Hindistan memleketimizi yöneten Sultan Alâeddin Halaç, ekonomiyi düzeltmek ve satın alma gücünü yükseltmek için devamlı çalışmasına, didinmesine rağmen ticaret erbabı, şahsî çıkarlarını ahalimizin menfaatinin önünde tutarak, terazilerinde eksik tartı kullanıyorlardı. Ahalimizin bu sıkıntısından rahatsız olan Sultan Alâeddin Halaç, çok güzel bir çare buldu; satılan bir mal eğer eksik çıkarsa, satıcının budundan, eksikliği tamamlayacak kadar bir miktarın kesilmesi kararı verdi. Vakanüvislerden öğrendiğimize göre bu karar sonrası neticenin çok süratle alındığını ve satıcıların, değil eksik tartmak, her ihtimale karşı her zaman fazla, fazla tarttıklarını bildirmektedir. Kıssadan alınacak hissenin anlaşıldığına emin olduğum için tefsirine mahal, mealine lüzum yok.

AFGANİSTAN VE HİNDİSTAN

Babür Han’ımız, Hindistan üzerine düzenlediği dördüncü seferinde atamız Gazneli Mahmut gibi Bengal’e kadar ilerleyemese de Lahor ve Dibalpur kentlerimizi aldıktan sonra Delhi’ye iki yüz elli kilometre uzaklığı olan Serhent vilayetimize kadar ilerledi. Serhent, Babür ismi gibi Panterlerin, kaplanların yatağı manasına gelmektedir. Evet, Hindistan’a düzenlediği bu seferden de zafer ve yüklü ganimetlerle Kabil’e dönen Babür Han’ımız, Rafızî zındıklarının verdiği desteklerle başkaldıran Kandehar ve Pencap vilayetlerimizde haşarılık yapanlara hadlerini bildirmek için başladığı harp hazırlıkları sırasında çok güzel bir haber aldı. Hindistan seferinde olduğu 1524 yılının Haziran ayında Rafızî zındıklarının lideri Şah İsmail ölmüş, yerine, on yaşındaki oğlu Tahmasp’ın geçmesinden faydalanan Özbekler, Belh şehrimiz başta olmak üzere bütün İran’ı kuşatmıştı.

Babür Han’ımız, bu çok güzel haberden önce başladığı harp hazırlıklarını hızlandırdı ve Rafızî zındıklarının desteğinden mahrum kalan Kandehar ve Pencap vilayetlerimizde haşarılık eden edepsizleri, çok güzel terbiye etti. Afganistan’da tam hâkimiyet sağlayan Babür Han’ımız, kurmay subayları ve danışmanlarıyla oturduğu han çadırında: “Hatırlanmayacak kadar eski zamanlardan beri bize bağlı olan memleketimiz” demekle çok haklıydı. Evet, Afganistan, Pakistan, Hindistan havzası, 1200 yıldan fazla bir zaman zarfında atalarımız tarafından yönetilmedi mi? Babür Han’ımızın, aziz Türk milletinin haklarını talep etmesi ve bu havzamız için memleketimiz-vatanımız demesinden daha doğal ne olabilirdi ki… Bugün, bu hakkımızı talep etmeyenler utansın! Han çadırında şu konuşuldu, bu konuşuldu; derken, Anadolu payitahtına-başkentine elçi gönderilmesine karar verildi: 1525 yılının Şubat ayında.

 

TÜRKİSTAN, HİNDİSTAN VE HÜRREM SULTAN

Han çadırında alınan kurultay kararına uygun olarak, hemen yola çıkan Babür Han’ımızın elçisi, 1525 yılının Avrel-Nisan ayının sonlarına doğru

Payitahta-İstanbul’a vardı. Sadrazam’ın eşliğinde arz odasından huzura kabul edilen elçi, Türk örfüne uygun bir şekilde Kanuni Sultan Süleyman’ı selamladı ve Babür Han tarafından kaleme alınan mektubu, Sadrazam aracılığıyla Kanuni Sultan Süleyman’a sundu. Konuşmasına başlayan elçi; “…Dedelerinizin Sultan Alaeddin Halaç’a bahşettiği 13 kadırga sayesinde vatanımız Hindistan’ı, Portekizli denizcilerin saldırısından koruyabildik. Türkistan’ın muhafızı olan babanız Yavuz Sultan Selim Hazretleri’nin yardımlarıyla da Rafızî fitnesinden halas olduk. Şimdi de elimizden çıkan memleketimiz Hindistan’ın idaresini yeniden ele alabilmemiz için istirhamımız, topçu mütehassısı ve bir kısım askerî teçhizat bahşetmenizdir” dedi ve Sadrazam eşliğinde huzurdan ayrıldı.

Bir gün sonra yapılan divan toplantısında Sadrazam ve danışmanların telkini ile kocası Sultan Süleyman’ın, Babür Han’ımızın yardım taleplerinin olumlu karşılamadığını ve reddedeceğini haberini alan Hürrem Sultan, bu çirkin ve kötü karardan çok rahatsız oldu. Bilahare, Sadrazamı azarlayan, danışmanlara haddini bildiren Hürrem Sultan’ın haklı hiddetinden Sultan Süleyman’da kurtulamadı. Hürrem Sultan’ın; azametli kararlılığı, şecaati, cesareti ve nisbet anlayışının tecellisi olan basiretli tahlili, ferasetli analizi neticesinde karar olumlu, akıbet sevapla neticelendi. Sultan Süleyman, Hürrem Sultanımızın korkusuyla yardımı onayladı. Ya Hay!

Bu gayet sade ve anlaşılabilir diplomatik vaka bile Üstadımız’ın, Sultan Süleyman için kullandığı “mirasyedi” tabiri için “Niçin?” ve “Neden?” diye araştıranlara kâfi olsa gerek. Evet, Hürrem Sultan’ımız; bilgili zihni, göze çarpan cazibeli güzelliği kadar, tarih, yabancı lisânlara olan hâkimiyeti, şiir bilgisine hâkim olduğu gibi vaka ve hadiseleri küresel göz-bakış açısıyla değerlendiren bir idrake de malikti. Evet, Babür Han’ımızın mütehassıs-uzman topçu ve bir kısım askeri teçhizat talebinin de Hürrem Sultan’ımızın himmetiyle karşılandığını lütfen unutmayalım. Hani derler ya, bu dünyada bazı şeyler göründüğü gibi değildir. Bu insanlar içinde geçerli değil midir? Çok iyi birisi gibi görünüp dostlarına hiç üşenmeden ihanet eden melek görünüşlü hainler, eşkıya gibi görünen, kötü zannedilen ahlâklı insanlar.

LEŞKER-ASKER SAYIMIZ VE KOMUTAN SUBUTAY

Babür Han’ımız, Cuma gününe denk gelen 1525 yılının 17 Kasım günü, memleketimiz Hindistan üzerine beşinci ve son seferine çıktı. Vakanüvis kayıtlarına göre askeri tek, tek kayıt altına aldıran Babür Han’ımız, yardımcı kuvvetlerle birlikte 12 bin kişiden ibaret olduğunu öğrendi. Evet, yanlış okumadınız, ordusunun tamamı on iki bin leşker-askerden ibaretti.

Bu sayı bazı insanlarımızı şaşırtsa da Cengiz Han’ın vekili olan Subutay’ın, 25 bin kişilik ordusuyla bütün Avrupa ordularının tamamını hallaç pamuğu gibi dağıtarak Viyana kapılarına dayandığını, hatırlamanızı rica ediyorum. Subutay’ın geri çekilmesi de askerî sebeplerden değil, Cengiz Han’ın ani ölümünden kaynaklandığını bütün vakanüvislerde yazmaktadır.

 

KUZEY HİNDİSTAN

Ordusuyla birlikte İndus’u, 15 Aralık 1525 yılında kazasız, belasız geçen Babür Han’ımız, teşbih, mecaz ve kinaye olarak değil, hakikaten, deveyi iğne deliğinden geçirdi. Evet, Babür Han’ımız, ordu birliklerimizin mesafe kat ettiği eyaletlerde bir yandan teşkilatlanmasını, bir yandan da kendisine baş eğenlerin ubudiyetlerini kabul etti. İndus üzerinden yürüyen ordumuz, Sütlej, Gaggar, Amballa ve nihayet Siyalkot istikametinden Lahor’a ilerledi. Dördüncü seferi sırasında Pencap ’ta görevlendirdiği komutanlarının hızlı şekilde kendisine iltihak etmelerini emretti. Bu arada Elif harfini tedai ettiren Kazakistan, Sri Lanka hattındaki postacılar, Kazakistan-Türkistan şehrimiz ile Semerkant kentimizden gönderilen talimatla harekete geçtiler. Şu oldu, bu oldu derken, Babür Han’ımızın yaklaştığını haber alan düşman kuvvetleri çarpışmayı göze alamadıklarından dolayı ordugâh kurdukları Lâhur yakınlarındaki Ravi’den firar ettiler. Babür Han’ımız, bu meseleyi hatıratında: “Filhakika, Allah hadiselere yardımcı oldu ve her şey, önceden tahmin ettiğim gibi geçti” diye anlatmaktadır.

12 Nisan 1526 sabah namazından sonra, Babür Han’ımız, ordumuzu, merkez, sağ cenah, sol cenah, öncü birliği ve düşmana çevirme manevrası yapmak için hazır vaziyette bekleyecek birer süratli birlik olacak şekilde ananevi Türk taktik ve stratejisine göre düzenleyerek tertipledi.

Afgan İbrahim öncülüğünde ilerleyen Hint ordusuyla karşılaşan ordumuz, karşılaşır karşılaşmaz Hint ordusunu kuşatma altına aldı. Özbekler gibi savaşamayan, Kazaklar gibi vur kaç taktiğinden anlamayan, Kıpçaklar gibi takip ve fırsattan anlamayan Hint ordusunun sayısı, ordumuzun dört katı olmasına rağmen kazanma ihtimali sıfırdı. Evet, Hint ordusunu kuşatan ordumuz iki kanattan da cepheye hücum etti. Ordumuza angaje edilen Hazreti Yavuz Sultan Selim döneminde gönderilen mütehassıs-uzman topçu Kul Ali, atışlarını sabit noktadan; Hürrem Sultanımızın gönderdiği üstat Mustafa Rumî de inisiyatif kullanabilme özerkliğiyle istediği yerden yaptığı topçu ateşleri ile düşman kuvvetlerine fazlasıyla zayiat verdikleri gibi hayatlarında ilk defa top ateşini gören Hint askerlerinin de şaşırmasına sebep oldular. Topçu ateşleriyle şaşıran Hint ordusu, ilk defa bu savaşta kullanılan ve Türk oku manasına gelen Dicle oklarıyla da tarumar edildi. Kul Ali ve Üstat Mustafa Rumî’nin harika top atışları, 200 metre uzaktaki Hint askerlerini öldüren Dicle’yi başarıyla kullanan askerimizin sayesinde sabah başlayan savaşın mukadderatı öğlene doğru belli oldu.

Evet,12 Nisan 1526 tarihinde sabah saat dokuza doğru, güneş ufuktan bir mızrak boyu yükselmesiyle başlayan harp, öğle ezanı okunmadan bitti. Harp meydanında 20 bin ölü ve binlerce yaralı bırakan Hint ordusu, büyük bir hezimetle geri çekildi. Harp meydanını gezen Babür Han’ımız, cesetler arasında mağlup Hint ordusunun Afgan asıllı komutanı İbrahim’in cesedini görünce “Yiğitliğinize hürmet” diyerek hemen oracıkta yıkanmasını ve gömülmesini emretti. Baharat kokan Hindistan topraklarımızda defnedilen yiğitlerden birinin de Anadolu çocuğu, topçu mütehassısı Üstat Mustafa Rumî olduğunu kaç kişi bilir? Kul Ali’ye nemi oldu? Ne olacak, Babür Han’ımızın oğlu Hümayun emrinde bin altı yüz metre öteye fırlatılabilen gülleleri tecrübe etmekle meşgul. Şöyle oldu, böyle oldu derken 24 Nisan 1526 tarihinde Delhi’ye giren Babür Han’ımız, kendisinden önce Hint ahalimizi yöneten Türk Hakanları; Kutbeddin Ayberk, Sultan Alâeddin Halaç, Sultan Gıyasettin’in türbelerini ziyaret etti. Mayıs ayının ilk Cuma namazındaki hutbe, Şeyh Zeyneddin tarafından Babür Han’ımızın adıyla okundu. Ya Hay!

Kuzey Hint’te hâkimiyeti sağlayan Babür Han’ımız Raberi, Etava, Biyana, Dulpur gibi bir kısım bölgeleri diplomatik ve ekonomik yollarla kendisine bağladı. Kuzey Hint’i tamamıyla hâkimiyeti altına alan Babür Han’ımız Kabil’e dönüş hazırlıkları yapılsın emrini verdiği gün, İran’dan Hindistan’a göç eden bir aile, Babür Han’ımıza, asil bir soydan geldiklerini, mağdur edildikleri iddiası ile başvuran bu aile, Kuzey Hindistan’da kendilerine bahşedilen bir köye yerleştiler. İlerleyen zamanlarda “Kaadiyen-kadılar” köyü olarak kayıtlara geçti. Takvim yaprakları, zaman değirmeninde un ufak olup, elene, elene 1849 yılına geldiğinde bu İranlı ailenin de zehrini kusup, aziz Türk milletine ihanetini kustuğunu ve İngilizlerle birlikte hareket ettiklerine şahit oluyoruz. Kenar notu babından yazdığım bu satırları dile getirmemin sebebi, gezegenimizin neresinde bir pislik varsa kesinlikle ve kesinlikle İran’ın-Fars emperyalizminin fitne genlerini taşıdığını, Batı emperyalizmiyle birlikte hareket ettiğini bilmenize rağmen hatırlatmak istedim. Evet, Babür Han’ımız, merhametli davranışı ve şefkatli bakışını istismar eden bu ailenin yerleşmesine müsaade ve izin vermesinin akabinde Kabil’e döndü.

Babür Han’ımızın Kabile dönmesini fırsat bilen Afganlar ve Rajputlar, Bengal Kralı Nusret Şah’ın da desteğiyle muazzam bir ittifaka girdiler. Sefere çıktığı vakit ardında 80 bin süvari, yedi mihrace, yüzlerce asilzade ve 500 filin yürüdüğü Rajputlar’ın kudretli hükümdarı ve yırtıcı savaşçısı Râna Senkâ, savaş meydanlarında bir gözünü ve bir kolunu kaybeden bu savaşçı, gerçekten zorlu bir rakip, dişli bir düşmandı. İmdi, Râna Senkâ yetmezmiş gibi savaşçı bir millet olan Afganlar ve Bengal Kralı Nusret Şah kuvvetlerinden oluşan ittifak muazzam değil de nedir? Evet, Batı Hindistan’da teşkilatlanan bu güçlü ittifakı haber alan Babür Han’ımız, düşmanlarımıza diz çöktürmek ve memleketimizin birliğini sağlamak için 1529 yılına kadar sürecek yeni bir fetih hareketine girişti.

GAZİ BABÜR HAN

Babür Han’ımız; kâfirlerle cenk etmek, memleketimizin birliğini ve dirliğini muhafaza altına almak, ahalimizi korumak, çıkan kargaşayı sonlandırmak için 11 Şubat 1527 yılında Kabil’den hareket etti. Mart ayının ilk haftasında karşılaşan öncü kuvvetler arasındaki harp, pek çetin başladı. Koil, Raberi, Senbal, Şandvar vilayetlerimiz düşman eline geçmesi yetmezmiş gibi Kanoj şehrimiz, mecburiyetten terk edildi. Babür Han; Türk karargâhında esen endişe verici yılgınlığı ve kırılan ümitleri onarmak ve askerin moralini yükseltmek için bir ferman yayınladı ve ordumuzun toplanmasını emretti. Ordumuza seslenen Babür Han: “Allah’ın ayetlerine ant olsun ki ruhlarımız vücutlarımızı terk etmediği müddetçe vatanımızı namert alçaklara terk etmeyeceğiz. Kâfirlere karşı yaptığımız bu savaştan vazgeçmeyeceğiz” cümleleriyle ordumuzun dini hassasiyeti, şeref ve haysiyet duygularına seslendiği gibi hatalarından pişman, günahlarına tövbe ettiğini söyleyerek bitirdi. Düşmanın yaklaştığı haberi verilen Babür Han’ımız, bulunduğu hattı terk ederek, ileri mevzilere geçti.

Çarpışma, Kanvaha’da12 Mart 1527 tarihinde başladı. Babür Han’ımızın taktiği; sağ ve sol kanatlar vasıtasıyla cepheye taarruz, gövde birliklerinin kuşatılması, ihtiyat kuvvetlerimizin düşmanı şaşırtması ve kendisinin de içinde bulunduğu merkezin düşmana son darbeyi indirebilmesi için çok süratli ve hassasiyetle yapılması gereken bu hareketler savaş tecrübesi yaşayan askerlerin başarabileceği bir iştir. Râna Senkâ önderliğindeki Rajputlar, bu kaliteden uzaktı. Savaş meydanındaki cesaretleri ve insanı şaşırtan kahramanca ileri atılmalarına rağmen kısa zamanda bozguna uğramaktan kurtulamadılar. Babür Han’ımız, yaralandığı bu savaşta Gazi oldu. Babür Han: “Çamur içindeki hayatlarını, cehennemle değiştirdiler” notunu düştüğü bu savaş neticesinde Afgan haini Hasan Han öldü, Râna Senkâ kaçtı.

BENGAL

Bari, Koil, Senbal hattı üzerinden Delhi’ye geçen Babür Han’ımız, isyan eden asi Afganları, Luknov ve Kanvaha’da yeniden yola getirdi. Bir müddet sonra 7 Kasım 1528 yılında bataklık hummasına tutulan Babür Han, şifa bulmak maksadıyla Hace Ubeydullah AHRAR hazretleri için her gün on beyit yazmaya başladı. Beş yüz onuncu beytini kaleme aldığı elli birinci gün sağlığına kavuşmuş olarak, yeniden ordumuzun başına geçti.

Gazneli Mahmut dışında hiçbir Türk Hakanının inmediği Bengal’e kadar ilerlemeyi kalbine yerleştiren Babür Han’ımız, 27 Şubat 1529 tarihinde Ganj kıyısına geldi. Ganj üzerindeki Şünar, Benares muhasara altına alan ordumuzun, üçüncü kolordusu da Kuzey istikametine ilerledi. Bengal fethi için kendi birliklerinin Ganj nehrimizi, üçüncü kolordunun da Gogra’yı geçmesi şarttı. 29 Nisan tarihinde Gogra’yı geçen Üçüncü kolordumuz, Bengal eyaletimizi bugünkü Bangladeş tarafındaki alandan kuşatmaya aldı. Babür Han’ımızın başında bulunduğu birliğimizde 5 Mayıs tarihinde Ganj nehrini geçti. Babür Han’ımızın geçmesiyle birlikte 6 Mayıs 1529 tarihinde taarruza geçen ordumuzun iki kuvveti arasında kalan ve prese alınan Bengal Kralı Nusret Şah perişan, ordusu tarumar oldu.

Hülasayı kelam, Babür Han’ımızın sevk ve idaresini yaptığı başkentimiz Kabil üzerinden Hindistan, Bengal, Sri Lanka hattındaki güzel havzamızın hükümranlığı için kanatlanan Tulpar, çok geçmeden İstanbul semalarında göründü. Derler ki Tulpar; Eyüp Sultan önünde diz kırıp selamını arz ettikten sonra Yavuz Sultan Selim Han’ımıza hesap verdi ve Türkistan’ın ikinci hamisi, Hindistan, Bengal ve Sri Lanka fethinin büyük sevabından pay sahibi olan Hürrem Sultanı selamladı. Efendime söyleyeyim, 6 Mayıs 1529 tarihinde Güney Asya memleketlerimizin idaresinin ele alınmasından tam dört gün sonra yani 10 Mayıs 1529 tarihinde İstanbul’dan yola çıkan şanlı ordumuz, Macar ovaları, Viyana istikametine doğru kanatlandı; Hürrem Sultanımızın eşi Kanuni Sultan Süleyman komutasında. Ya Hay!

BABÜR’E RAHMET, BİZE İBRET VE FETİH NASİP ET RABBİM.

Aziz Türk milletinin kaderidir, ihanete uğramak. Azametli tarihimiz şahittir;  yemeyip yedirdiklerimiz, giymeyip giydirdiklerimiz, başını okşayıp, sırtını sıvazladıklarımızın ihanetine uğramadık mı? Aziz milletimizle birlikte halen insanlık ölmesin diye çalıştığımız ve çabaladığımız halde ihanete uğramıyor muyuz? Evet, aziz Türk milletinin kıymetli bir cevheri olan Babür Han’ımız da ihanete uğradı. Hükümdar olduğu halde vasat insanlara karşı bile müsamahalı, her Cuma günü akrabalarını ve dostlarını ziyaret edecek kadar tevazulu, centilmen bir sporcu, Türk lisanını şair zarafetiyle konuşan Babür Han’ımızın sevgi ve aşk ile atan kalbi, bir ihanet vesilesiyle durdu.

Muharebe meydanında hezimet yaşattığı halde harp meydanında gördüğü cesedi karşısında “Yiğitliğinize hürmet” ifadesiyle kahramanlığını ve cesaretini takdir ettiği Afganlı İbrahim’in, ahlâksız alçak annesinin planıyla zehirlendi. Afganlı İbrahim’in ahlâksız alçak annesi, Babür Han’ımızın geçici ikamet ettiği Delhi sarayında çalışan Hintli bir aşçıyı satın aldı; para ve çeşitli mücevheratlarla. Bir müddet sonra satın aldığı bu Hintli aşçıya zehirli bir madde ulaştırdı, bu Hintli aşçı da Zehir’i Babür Han’ımızın yemek ve diğer yiyeceklerine serpti. Hasta yatağında nasihatlerde bulunan Babür Han’ımız, “Allah’ım, ben senin rızanı kazanmak için buradayım” dedi ve son nefesini verdi; Takvimlerin yaprağı 26 Aralık 1530 yılında sarardı.

Babür Han’ımızın na’şı, her zaman hasretle andığı Afganistan-Kabil’e götürüldü. Dinlemeyi pek sevdiği su sesinden dolayı daha hayattayken suları, çağlayan haline getirterek bir şadırvan yaptırtmıştı. İşte bu şadırvanın yanında memleketimiz Afganistan’ın karlı Kabil yamaçlarına bakan on bahçe içinde ebedi istiratgâhına çekilen çok sevdiği hanımının yanına defnedildi. Zehirlenerek şehit edilmeden çok, çok öncesinde nakşettirdiği mezar taşındaki şiiri:

Parlak ilkbahar burada her gün yeni çiçekler açar

Sakiler kadehleri doldurmaya müheyya bekler

Ey Babür, sana sunulan bu zevklerden istifade et 

Bu hayatın kadehi bir daha eline geçmeyecektir.

 

HACE

Hace, “Çocuk bizim muhafazamızda. Adı, Muhammet Zahirüddin Babür’dür!” buyruğun üzerine, fesleğen ekip, ot biçtiğimiz bu kirli çağda da bıraktığın emanetine sahip çıkıyor ve layık olmaya çalışıyoruz; Allah şahidimizdir. Hace, bizi çok incitiyorlar, cam kırığı hatıralarımla avunmak istemiyorum. Hace, Yesevi Atamız’ın önderliğindeki sonsuzluk kervanına perçinli Salih MİRZABEYOĞLU: “Ata mirasını yeniden kazanmalıyız” şiarına mutabık olabilmemiz için ya himmet bahşedin bize, YESEVİ atamızın, Oğuz Han’ın yolunda yürüyelim yahut azat edin bizi, ebabiller gelsin, gelsin ebabiller…

Not: Babür Han ile alakalı çalışmamı; yoksul bir Türk’ün zencefil kokulu bir bardak çay yahut Buhara yolcusu bir garibin heybesinden bölüştüğü bir dilim kuru ekmek ikramı niyetiyle; Nihan Öztürk, Akın Kurtoğlu ve E. DOĞAN ŞEYHOĞLU gönüldaşlarım kabul buyursun. 

Burhan Halit KOŞAN

KAYNAKÇA:

Şifahi kaynaklar: Rahmetli babam Nureddin Bey başta olmak üzere Seyyid Raşit, Seyyid Ahmet, Seyyid Kâzım.

Yazılı kaynaklar:

Salih MİRZABEYOĞLU: Üç Işık, İslam’a Muhatap anlayış, Başyücelik

Devleti, İBDA diyalektiği, Hikemiyat (Tefekkür ve Hikmet)

Babür Han: Babür Name’nin Elphinstone nüshası

Gülbeden (Babür Han’ın kızı): Hümayünname

Necip Fazıl Kısakürek: Doğru Yolun Sapık Kolları

İşvari Prasad/ Orta Çağ Hindistan tarihçisi: Muharrir vakalar

Fernand Graned: Babür

M. SALİH: Şeybani-Name

Ali NAR: Orta Doğu Günlüğü

Sezai KARAKOÇ: Çağ ve İlham- 1

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: