“TİLKİ GÜNLÜĞÜ”NÜN İZİNDE 31 AĞUSTOS – “DENİZDE DİRİ ÖLÜM”
Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun muhterem babaları Şerif Muammer Beyefendi, 2012 senesi 31 Ağustos’unda vefat etmiştir. Cuma günü… Malûm, Kumandan cezaevindeydi ve cenazeye katılmasına da izin verilmemişti. Ona çektirilen sonsuz zulümlerden, işkencelerden biri daha.
Şerif Muammer Bey’in kulağına ezanı okuyansa Said Nursî hazretleri… Esas ismi “Muhammed” olacakken, o zamanki rejimin tutumu saikiyle, bu ismin “Muammer”e tebdili ile ismi Muammer oluyor. Soyadı kanunu ile de Erdiş soyadı. Muammer Bey’in babası İzzet Bey, onun babası Hacı Musa Bey ve onun da babası Mirza Bey…
Kumandan’ın Mirzabeyoğlu soyadını kullanmaya başlaması da gölge çıktıktan sonra, yazdığı yazılara imza atma mecburiyetine istinaden; oluyor Salih Mirzabeyoğlu.
Daha sonra Üstad soruyor: “İsmini benimsedin mi?” Ve ekliyor: “Öyle devam edersin, hayatını da öyle yazarlar.”
Kumandan’ın nesebinden söz açılmışken, hemen “Vâridât: Akreb”e bakalım:
“Sapanca gölü kıyısında, Kırkpınar Köyü… Kafkasya’dan gelen babaları bir, anneleri ayrı iki kardeş: Hikmet Bey ve Sara Hanım… Üstad’ım, Recaî Baban ile Sara Hanım’ın kızı Neslihan Hanım’la evli idi… Ben de Hikmet Bey’in kızı Nimet Hanım ile Ahmet Serdar Bey’in kızı Zeyn-âb ile… Üstadım’ın göbek adı da Ahmet… Ve benim şecerem ile Neslihan Hanım’ın baba tarafı, Halit Bin Velid Hazretlerine dayanır… Üstadımla benim aramda böyle bir hısımlık… Ama, “akrabayı akreb soksun!” derler ya, hısım akrabalık bazen hasımlık doğurur ki, Üstadım’ın bana bir vesileyle dediği gibi, bu ilginin tek başına hiçbir kıymeti yok!..” (TG, c:1, s: 134-135)
Ne diyordu Kumandan?
“Sultana en yakın ibrikçisidir!”
Öyle!..
Ama devlet işleri, ibrikçiyle, yakınlarla, akrabayla filânla değil, vezirle, ehil kimselerle yürür. Sultan yakınlarıyla, ibrikçisiyle sabah akşam beraberdir; oysa veziriyle, işin adamıyla sadece lazım olduğunda, lazım olduğu kadar görüşür. Yoksa işler yürümez olur. Yani, iş yapmanın ölçüsü yakınlıksa, en yakın ibrikçi dururken vezire filân ne ihtiyaç var? Kumandan, “Sultana en yakın ibrikçidir!” derken bu da anlaşılmamaktan öte yanlış anlaşıldı ya…
Son bir not: Kumandan’ın yukarıda bahsettiği Zeyn-âb Hanım, Kumandan’ın ilk eşidir ve aralarındaki evlilik boşanma ile neticelenmiştir.
*
31 Ağustos 1989 tarihli “Düşvârî”de bir not:
“Nazif Keskin’e silâhı verdim…” (TG, c:1, s: 131)
Ne silâhı? Bu notu anlamak için, 30 Ağustos 1989 tarihli “Düşvârî”ye bakmak icabediyor:
“Ahmet Altıntepe benle konuşmaya geldi… Birinin vurdurulması işi… Nazif Keskin bana geldi… Yarın bir silah vereceğim…” (TG, c:1, s: 123)
Ahmet Altıntepe’nin getirdiği birinin vurdurulması işi ile ilgili olduğunu anladığımız Nazif Keskin’e verilen silâh davasına bakmışken, 30 Ağustos tarihli “Düşvârî”de bir not daha dikkatimizi celbetti:
“Zaman gazetesinde, Doğu Perinçek’in onlar hakkındaki cevabı çıktı, nefis…”
Kumandan’ın, İslâmcı (!) zaman gazetesine karşı Kemalist-solcu Doğu Perinçek’in sözlerini bu şekilde takdir etmesi nedendir acaba? Meselenin muhtevasına girmeden, sadece bir usûl olarak böyle bir takdirin olabileceğinin anlaşılması açısından işaretleyip geçiyoruz.
*
“Yevmiye: Hasan Fehmi Güneş
Suçu gizlemek yerine cemiyet vitrinine dökmede günah üstüne günah var… Üstad’ım Cumhuriyet Halk Partisi’nin İçişleri Bakanlarından Hasan Fehmi Güneş ile şarkıcı Aynur Aydan arasındaki ilişkiden sözederken, basmakalıp <buğz>un dışında mahremiyeti aleniyete dökmenin ve üstelik bu yoldan menfaat sağlamaya çalışmanın tiksintisini belirtiyor:
— “Nefsine uymuş, olmuş, olabilir… Bakan arabasıyla kapısına gidiyor… Acemi… Ne tedbir ne bir şey!.. Ama kadının yaptığı?.. O ona güveniyor, o da buluşacaklarını gazetecilere haber veriyor… Biri samimiyetle güvenmiş, öbürü sinsi!”
Biri tutku adına kimliğini öbürünün önünde hesaba katmıyor, diğeri onun kimliğine ihanet ederek cakayı arıyor!..” (TG, c:1, s: 134)
Bu satırlarda da oldukça müthiş usûl dersleri mevcut…
Özellikle basmakalıp <buğz>a karşılık olarak meseleye nasıl büyük bir nezaket ve incelikle yaklaşıldığına ve esas İslâm ahlâkının basmakalıp buğzda değil de bu incelikte olduğuna dikkat.
Bu meselede aktüel bir misâl olarak aklımıza, hemen, “bu iş özel değil, genel genel!” diyerek, rakibini gizlice gözetleyip kaydettikleri görüntülerini umuma yayınlayarak siyasî rant sağlama aracı kılmaya çalışan ve bu yapılan işi de basmakalıp buğzla meşrulaştırmaya çalışanlar geliveriyor.
Sonrası malûm, ortaya çıkarılan bir ilişki kasedi ile Baykal gitti, Kılıçdaroğlu geldi.
Şimdi de güya Kılıçdaroğlu’ndan şikâyetlenmeler.
Oysa o görüntüler yayınlandığında –yani görüntülerin elde edilmesinde bir dahilleri olmadığını varsayarak söyleyelim–, “siyasete siyaset dışından böyle müdahaleler kabul edilemez, bu da bir darbe çeşididir, siyasetin kendi kuralları ile işlemesi gerekir” diye beyanat verselerdi, Baykal koltuğunda oturmaya devam ederdi. Yani güya şikâyet ettikleri Kılıçdaroğlu’nu o koltuğa kendileri getirdi. Ve, güya darbecilikten ettikleri şikayette de samimiyet göstermiş olurlardı.
Hem de, bu kasetleri yayınlayarak günahı yaygınlaştırdıklarını düşünmeden, basmakalıp buğzla, “Bunlar CHP’li, oh olsun!” demeyi de ihmal etmeden.
Basmakalıp buğz, Perinçek’e karşı Zaman’ı tutmayı gerektirmez miydi?
İslâm inceliklerin dinidir. Muhibullah Efendi’nin ifade buyurduğu üzere, İslâm, kılı kırk yarmanın değil, kırk bin yarmanın dinidir.
Buğz edeceğiz diye, hakikate, inceliğe, nezakete kıymak olmaz.
Buğzun yeri ayrı.
Unutulmamalı: Âlemde zatıyla doğru veya yanlış yoktur. Buğz dahi bu cümleden olup, buğzun da bir ölçüsü, adabı, inceliği, nezaketi var. Dolayısıyla, buğz ediyorum denilerek kabalık ve İslâmî incelikleri tepelemek meşrulaştırılamaz. Kaba softa – ham yobazın hayat bulduğu iklimlerden birisi de basmakalıp buğz rüzgârının tesis ettiği boğucu havalardır. Orada hakikatler, sırf buğz etmek için gümbürtüye gider. Karşıdakinin doğruları duymamazlıktan gelinirken yanlış da olsa nezaketle ele alınması gereken işleri de bu basmakalıp buğz ikliminde hoyratça gübreleştirilir. Bu gübrede de kaba softa – ham yobaz yetişir. Fırsatçı da bu iklimde kendini pazarlar. Ve nihayetinde, haddini aşan her şey tersine inkılâp eder ve güya buğz edeceğiz, karşı olacağız denirken, karşı olunan tersinden yaşatılmaya başlanır. Muhalefetteyken karşı olduğunun, eleştirdiğinin ahlâkıyla iktidara gelince karşıdakine muamele etmek gibi bir durum çıkar ortaya. Şimdi, biz o yapılana, ahlâksızlığa mı karşıydık yoksa bu ahlâksızlığı yapanın o olmasına mı karşıydık? Yani o ahlâksızlığı biz yapınca mübah mı oluyor?
Buğz deyince de, unutmayalım, Kumandan Mirzabeyoğlu, Kemalizm’in esas buğzedilecek yanının idrakleri iğdiş etmiş olması olduğunu söyler. İşte, bu basmakalıp buğz erbabı bunu anlamadığından –kaba softa ham yobazın alâmetifarikası anlayış kütlüğüdür–, bulundukları veya geldikleri makamda idrakleri hâlihazırda kendileri iğdiş ederken, Kemalizme ettikleri güya buğzla –basmakalıp buğzla– meşruiyet arar, vazifelerini yapmış görünür ve hatta bir de en keskin olma prestijini de ele alırlar. Oysa bunların bu sahte buğzu, basmakalıp buğzu ile gümbürtüye giden bizzat davanın kendisidir.
Bunlar, “Bir kavme olan düşmanlığınız sizi zulmetmeye sevketmesin!” ilâhî emrinin tam da buğzediyoruz diye yaptıkları işleri işaret ettiğini anlamazlar. Ve işin aslı, mücadeleyi bilmediklerinden, karşı olmayı, cezalandırmayı, düzen kurmayı bilmediklerinden, hep bu buğz hali ile bir kan davası mantığı ile hareket ederler. Devlet değil de aşiret yönetiyorlar sanki. Muhalefetteyken kullanılan dili, iktidardayken devam ettirmekte ısrar etmelerinin sebebi, kendilerini yenileyememeleri, iktidar dilini bilmemelerine bağlanabilir. Zira bunların mücadelesi şahsiyetlerinin ifadesi değil, taklitle kurgulanmıştır. Bulundukları makamlar da şahsiyetlerinin ifadesi olarak verdikleri mücadele ile gelmemiş, başkalarının verdiği mücadelenin parsacıları olarak konmuşlardır. Fethetmenin ne demek olduğunu bilmezler; fethedilen alanda fatihçilik oynarlar. Dolayısıyla foyalarını ortaya çıkaracak gerçek fatihlerden nefret ederler ve onlara karşı herkes ve herşeyden çok kin duyar ve gizli düşmanlık beslerler.
İşte bundan dolayı da –mesela– Şeyh Edebali’nin Osman Bey’e verdiği öğütleri dilde tekrarlarlar ama pratikte uygulayamazlar. Bu söylenenler onlar için gayet hoş edebî ifadelerdir. Hatta kitleleri gaza getirip oy istemek için istismarcıların istifadesine de açıktır. Büyük Doğuculukları da öyledir.
Üstad, kendi mücadelesinin Batı taklitçiliğine karşı olduğunu ve bu mücadele sürecinde de kendi mücadelesini taklit edenlerin türediğinden şikâyet etmekteydi. Buğzunu, kavgasını güya sahiplenen ama bunu taklitle yapan, şahsiyetini ortaya koyamayan, duyarak, düşünerek değil de alkol kokulu cenaze çelenklerinden daha adi pohpohlamalarla Büyük Doğu mücadelesi veriyor gözükenler…
Yani asıl dava, müşahhas olarak şuna veya buna yönelmeden önce, mücerret plânda iç oluşun gerçekleşmesi çerçevesinde taklitçiliğe karşı olmaktır. Bu olduktan sonra, zamanın icabı olarak, taklitçilik nereden ve kimden geliyorsa, müşahhas olarak politikayı-diyalektiği ona göre yeniden kurmak mümkün olur. Ama taklitle iş yapanda, bu yenilenme yoktur; zamanın gereğini yerine getirmek şuuru yoktur. Taklitçi, taklit ettiğinde ne gördüyse birebir tekrarlayarak mücadele ettiğini ve keskinlik yaptığını zanneder.
Gerçek birer fatih olabilselerdi, belki vurur öldürür ama buğzediyoruz diye zulme meyletmezler, içlerinden biri zulme meyledince de zulüm karşısında sessiz kalmazlardı.
Kısacası, demek ki bir buğz var bir de basmakalıp buğz var.
İslâm, kılı kırk bin yarmanın diniyse, buğzun nerede basmakalıba döndüğünün ölçüsü en ince kıyaslar içinde ortaya konulmalı ki doğrular yanlışta kullanılmasın.
Faik IŞIK