11 EYLÜL 2001 SALDIRISI VE AMERİKA’NIN ÇÖKÜŞÜ – AdımlarTv

11 EYLÜL 2001 SALDIRISI VE AMERİKA’NIN ÇÖKÜŞÜ – AdımlarTv

“Büyük Ortadoğu Projesi” ni ilk olarak “Yeni Dünya Düzeni” adıyla 1991 yılında birinci Irak Saldırısı ile başlatan Amerika bugün siyasi, sosyal ve ekonomik bir çöküş içinde…

Bu hafta, Amerika’nın çöküş sürecinin en önemli dinamiklerinden 11 Eylül 2001 saldırısını, 18. yıl dönümü vesilesiyle gündeme taşıdık…

Programı ve tam metnini alakalarınıza sunuyoruz. 

ADIMLARTv

 

 

Yeni bir dünya doğuyor…

Ve bu dünyaya doğan yeni nesiller, kendilerinden önceki nesillerin ilahlaştırdığı bütün putların merkez üssü olan Amerika’nın yıkılışını izliyor.

Fakat bu neslin, dünyayı siyasî, sosyal ve ekonomik olarak istilâ eden barbar “Amerikan putu”nun önceki nesiller üzerindeki etkisini anlaması, şu şartlarda pek mümkün görünmüyor.

Sanki Amerika kendi kendisine bir batağa sürüklenmiş, ekonomik krizler yaşamış, karşısında rakip ülkeler çıkmış ve artık dünyaya sözünü geçiremez bir durumda içe kapanmacı politikalar izlemeye başlamış gibi gösterilmekte… Ve hâlâ ortada duran şu sorular cevapsız kalmakta:

Amerika nasıl bu hâle geldi? Amerika’yı bu hâle getiren sürecin temel dinamikleri nelerdi?

Televizyon ve internet üzerinde süreci “ekonomik sebebler”e bağlayan değerlendirme sahipleri sanki meşhur 2007 ekonomik kriz kendi kendisine patlak vermiş de Amerikan ekonomisi bugünkü çöküş sürecine girmiş gibi, Amerika’nın Irak işgalinin uzaması dolayısıyla 2003-2007 yılları arasında 6 trilyon dolarlık kaybına sebeb olan Irak ve Afganistan Direnişlerini görmezden gelirken;

“Siyasî sebebler” etrafında konuşanlar da Amerika’nın “elini kolunu sallaya sallaya istediği ülkeyi üç günde işgal edebilen süper güç” olduğu palavrasını sonlandıran Irak, Afgan, Suriye Kurtuluş Savaşlarını değerlendirme dışında tutarlar…

Hâlbuki, bizzat Amerika cenahı çöküşünün sorumlusunun Amerikayı zayıflatan BOP’çu politikacılar olduğunu ilan ve itiraf ediyorken!

2016 yılında BOP’çular karşısında Donald Trump’ın seçimleri nasıl kazandığını hatırlayın:

İstisnasız bütün Evanjelist Hristiyan – Yahudi Yandaş Medyası’nın, karşısında kampanya yürüttüğü Trump’ın seçim vaatleri neydi?

“Amerika’nın kururcu değerlerine, kurucu babalarına dönmek!”, “Amerikan ekonomisini çökerten denizaşırı askeri operasyonları sonlandırmak”, “Bir ülkeyi korumak için (İsrail) gönderilen Amerikalı gençleri ülkelerine geri getirmek”.

Amerikan siyasetini yönlendiren Yahudi sermayesine, medyasına karşı savaş veren Trump’ın canlı yayında BOP’çu Hillary Clinton’ın yüzüne “tutuklanacağını” söylemesi, yada yine seçim döneminde Yalancı Medya mensuplarına dönerek “hepinizi tutuklayacağım” demesi; seçimlerin hemen ardından bu gerilimin fiilî hâli demek olan Amerika’daki Yahudi merkezlerine ve BOP’çu siyasilere karşı yapılan silahlı ve bombalı saldırıların haber verdiği “iç savaş” durumuna Amerika kendi kendisine gelmedi…

Bunun içindir ki BOP Politikalarını suçlayan Trump, Obama’ya “orospuçocuğu” diyen Filipinler Devlet Başkanı Rodrigo Duterte ile defâlarca buluştu, buna karşın BOP politikalarının Avrupa’da iktidarda kalan son ismi Merkel’i her fırsatta suçladı ve reddetti…

Amerika için artık altından kalkılamaz bir yük ifâde eden NATO’yu sonlandırmayı gündeme taşıdı, Rusya başta olmak üzere BOP karşısında politika üreten devletlerle yeni ittifak arayışlarına girdi…

Trump’ın seçilmesi karşısında en büyük şoku yaşayan Türkiye’deki BOPÇULARın, Anadolu’ya yanlış aktardıkları bir gerçek de şu: Trump, İsrail’deki Amerikan büyükelçiliğini Kudüs’e taşımadı… Bunu BOP Saldırganlığı karşısında Amerika’nın yanında saf tutan, “van minüt!”, “kahrolsun İsrail!” diye diye Filistin Direnişi’ni etkisizleştiren Türkiye’deki sözde “İslâmcı yapı” sağladı!

Dünya çapında bir hesaplaşma yaşanmakta… Ve bu hesaplaşma, dünya çapında yaşanan tıkanıklık ve krizin sorumlusu olan, BOP politikalarının merkez üssü ve kaynağı Amerika’da yaşanıyor.

Dış politikası Yahudi menfaatleri doğrultusunda dizayn edilen Amerika’nın bu hesaplaşma ile kendi içine dönmesi, en başta, 30 yıllık BOP Saldırganlığı sürecinde, bulundukları bölgelerde işbirlikçi politikalar yürütenleri tedirgin ediyor.

Bu tedirginliği yaşayan parti, yapı ve örgütler yeni pozisyonlar üretirken, sürecin kahramanı olan Irak, Afganistan, Libya, Filistin ve Suriye’de süregelen Kurtuluş Savaşları ve kahramanlarını perdeleyerek, milyonlarca kardeşimizin kan, ter ve gözyaşıyla binâ ettiği zaferi, iğrenç bir el çabukluğuyla kendilerine mâl edip “Batı karşıtı” söylemlerde bulunabiliyorlar… Amerika’nın bir adım geri çekilmesiyle “önde kalan”ların, BOP Politikalarını hâlen ve ısrarla Suriye başta olmak üzere bölgemizde sürdürme çabaları ve üstelik söylemde Batı karşısında “fatihlik” edâsına bürünmelerindeki riyakârlığın dünyada bir eşi yok.

Hâlbuki “zafer”, onunla sıfatlanmanın asgari kahramanlık şartlarına uyulmadıkça asla hak edilmeyen müspet bir tabirdir.”

Ve zafer, saldırganın gücünden-çapından çekinmeden karşısına ilk dikilen, ilk tavır koyan, ilk kurşunu atanların aksiyonlarında içkin bulunan müjdenin adıdır ve onlara aittir…

Bu mânâda Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin önderliğinde Irak’ın direnişini de mânâlandıran bir şekilde Anadolu’da bayrak açarak vuruşan, bunun bedelini katledildiği gün olan 16 Mayıs 2018 tarihine kadar ödeyegelen Kumandan Salih Mirzabeyoğlu ve bağlıları bu Zafer’in ilk günlerde müjdecisi olmak haysiyetini taşımakla dünyada eşsizdirler…

“Yeni dünyaya doğan nesiller”den gizlenen gerçek şu:

İBDA Mimarı Kumandan Mirzabeyoğlu ve bağlıları, 1991, 25 Ocak’ında Anadolu çapında Cuma eylemleri tertiplemek ve silah kullanmak “suç”undan, bizzat Turgut Özal’ın talimatıyla işkence görmüş ve tutuklanmışlardı…

“Büyük Ortadoğu Projesi”nin ilk adı olan “Yeni Dünya Düzeni” Saldırısında Amerika’nın kuyruğunda “bir koyup üç almak” için Irak’a saldırma hevesinde olan Özal’ın hevesini kursağında bırakan bu eylemlerin ardından, Türkiye’deki Amerikan medyasının “Hürriyet” ayağı, Amerikan bombardımanları altında soykırıma tâbi tutulan Irak halkının katlini “Amerika Orgazm Olmak İstiyor” başlıklarıyla karşılarken, bu barbar şehveti savaş uçakları koruması altında belgeleyip sergilemekle görevli iliştirilmiş (Embedded) “medya”, yalan haberleri ve Kurtuluş Savaşı veren kahramanları aşağılayıcı haberleriyle seyircilerini büyülüyor; zaten gönülden büyülenmiş ve Amerikan gücüne tapmış bulunan “uzmanlar” televizyonlarda “Amerika 3 (üç) günde Irak’ı alır” ifadeleriyle görüş(!) beyan ediyorlardı…

Bugün “3 gün” neredeyse 30 yıl olmuş, fakat Amerika ve ortakları hâlen Irak bütünlüğüne hâkim olabilmiş değil

“Zafer” dedik ya:

Bugünü 30 sene öncesinden gören Allah inancı ve fikir haysiyeti, süreç içinde bedel ödeyen bütün kahramanlar adına, Batı Saldırganlığının başladığı ilk gün, neticeyi “zafer!” diye karşılanmış ve mühürlenmiştir!

1991 yılında Amerika’nın 30 ülke ile birlikte saldırdığı 1. Körfez Savaşı ile ilgili Kumandan Salih Mirzabeyoğlu “KÖRFEZ SAVAŞININ ARDINDAN” başlığıyla yayınlanan röportajında şunları söylüyordu:

 “Bir formül gibi kısaca söyleyeyim: Eğer “yeni dünya düzeni”ni bir arabaya benzetecek olursanız, Irak bu arabanın bir tekerini sökmüştür… Ve bu düzen heveslileri için iş, evdeki hesabın çarşıya uymaması gibi bir durum doğurmuştur… Daha önce de belirttiğim gibi, Saddam yaptığı işin farkında olsun olmasın, üçüncü dünya milletleri adına bu oyunu bozucu mühim bir görevi yerine getirmiştir…”

(…)

“Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, Amerika’nın dünyada tek süper güç olarak kaldığı ve dünyanın patronu olduğu masalı, bu savaşta çökmüştür; ve savaşın neticesine bakmaksızın söyleyeyim ki, Irak, bilerek veya bilmeyerek Üçüncü Dünya Ülkelerine iyi bir örnek ve moral vermiştir… Kafa tutabileceğini ve Amerika’nın istediği yere elini kolunu sallaya sallaya girip istediğini yaptıramayacağını göstermiştir… Yâni, Irak’ın ödediği bedel ne olursa olsun, Amerika mağlûbiyetten beter bir zafer kazanmıştır!..” (1991!)

Zamanı “düz bir çizgi” gibi gören sakat zaman anlayışı içerisinde, tarihî gerçekleri “uzakta kalan geçmiş” olarak görmek yada “netice”yi “sebep”ten bağımsız değerlendirmekle işin içinden çıkabileceğini sanmak, elbette suçunu gizlemek isteyenlerin sarıldıkları yollardır.

Bu çerçevede 11 Eylül 2001 tarihi, tıpkı 1991 Saldırısı karşısındaki başkaldırının müjdelediği gibi, “zafer” hissini taşımayanların, “zafer”e inanmayanların dumura uğradığı, izahını yapamayıp, Hıristiyan-Yahudi propagandalarına teslim oldukları günün adıdır…

70’lerde başlayan Star Wars furyasıyla birlikte Hollywood’un tek kurşun atmadan zihinlere ve kalplere vehmettirdiği “süper güç” palavrasının, Muhammed Attâ ve gönüldaşları tarafından tarumar edildiği 11 Eylül eylemi, insanlık vicdanını şâd ederken, belki tarihte eşi görülmemiş bir manipülasyona tabi tutulmuştur.

11 Eylül’de Hıristiyan-Yahudi Batı emperyalizmine, terörüne karşı vurulmuş Büyük Darbe ve dünya çapındaki müsbet tesirinin Türkiye’de büyümesinden korkan kimi çevrelerin üç-beş sembolü yan yana getirip, kağıt dolarları katlayarak ortaya çıkan şekillerden “saldırıyı Amerika kendi kendine yaptı” hükümleri altında yatan “Amerika istemedikçe dünyada bir yaprak bile kıpırdamaz!” inancının yıkılması;

Mücadele ve cihaddan kaçan, kaçmayıp öne atılan gerçek Müslümanlardan nefret eden fistan giymiş kimi sözde “İslâmcılar”ın da, “Amerika’nın gerisinde dünyayı elinde tutan Yahudi’nin isteği dışında hiçbir gelişme yaşanamayacağı” inanışlarına taarruz edildiği gün.

Özellikle 91 Irak Saldırısı’nda “Kahrolsun Amerika, Zalim Saddam” sloganlarıyla güya tarafsız olurken, buz gibi Amerika’nın yanında yer alan bu çevrelerin, sanki 11 Eylül sonrası İkiz Kulelerin enkazı altında tek tek cesetleri tesbit edip kaydeden kendileriymiş gibi, “hiçbir Yahudi ölmedi!” şeklinde akıllara zarar Pentagon kaynaklı palavralara sarıldıkları gün…

Yahudi’yi, kendisine karşı harekete geçilemez bir organizasyon, bir güç bilip; bu inançla güya ona karşı mücadele ettiğini sanan ahmaklığın Türkiye’de nasıl şekillendiğini Sayın merhum Salih Mirzabeyoğlu 29 Kasım 2014 tarihli Konferansında şöyle ifâdelendiriyordu:

Cevat Rıfat Atilhan, bizim kuşak iyi tanır onu; ama şimdiki gençler bilirler mi bilmiyorum. Yahudilik ve masonluk hakkında çok eser vermiştir. Bu işlerin de telkini bakımından, insan tarafından alınması kolay olduğu için de suyu çıkmıştır. Onun üzerinde duracağım. Yahudilik hakkındaki kitapları halkta öyle bir hâle döndü ki, “uyuz ilacı” gibi oldu. “Onu yapma, bunu yapma sakın, masonların oyunudur.” Bir adam ortaya çıktı konuşuyorsa eğer “aman bu bizi olaylara çekmek istiyor” bunun gibi şeyler… Tuhaf bir şey, “onu yapma, bunu yapma, şunu yapma” falan derken, çok sonra Üstad ile olan beraberliğimiz sırasında ben bir takım şeyleri Üstad’a söylerken bu mevzuyu da sıkıştırdım: “Üstadım bu Yahudi oyunudur, o mason oyunudur derken iş öyle bir tuhaf oldu ki, acaba kimse bir şey yapmasın diye bunları da mı Yahudi yayıyor?” Bu ucuzculuk içinde birinin bir kitabı çıkmıştı, Yahudilerle uğraşan birinin… Diyor ki: “Şunu yapınca Yahudi çıkar, bunu yapınca Yahudi çıkar” sonra şirketleri sıralıyor. Yahudi realitesini kim reddedebilir? Mevzu o değil. Sonra kendi düşüncesine ters düşmemek için neticede diyor ki; “önce dünyaya hâkim olalım, sonra Yahudilerle mücadele ederiz”. Anlatabiliyor muyum?

Korkaklığını gizlemek, sahte mücadelesini (kendisini!) kıymetli kılmak ve zamana yaymak için karşısına(!) “baş edilemez bir güç” olarak Yahudi’yi koyan, onun “büyük oyunlar”ına inanan ve çevresini de inandıranlar ne bilsin ki, inanmış 19 yiğidin bir vuruşla Putlarını yerle yeksan edebileceklerini!

Sözde İslâmcı siyasetlerini Amerika ve Yahudi gücünün başedilemezliği peşin kabulüne bağlayarak icrâ edenlerin sapkınlığına karşı, 11 Eylül 2001 taarruzunu, Kumandan Mirzabeyoğlu, Büyük Muztaripler eserinin 2. cildinde bakın nasıl kıymetlendiriyor:

 “… “büyük hayâlleri” gerçeği yönlendiren ve eline geçen fırsatı yiğitçe değerlendiren din gerçekçileridir ki, -onlar yalnız Allah’ın emirlerini dinlerler-, senin gerçekçilik adına Amerika’nın helâ taşlarını yaladığın yerlerde, ikiz kuleleri zeminle bir edip “süper devlet” palavrasını yerle yeksan ederler.” (Salih MİRZABEYOĞLU / Büyük Muztaribler -II. cilt-)

“Her türlü şiddete karşı” olurken, BOP karşısında vatanını savunanların uyguladıkları mukabil şiddete daha çok karşı olanların hissedemedikleri için anlayamayacakları bu yiğitlikle “ininden çıkmaya” zorlanan ayının –Amerika’nın!- , hemen Afganistan ve Irak işgâline girişmesini “Amerika’ya fırsat verildi!”, “Amerika’yı provoke ettiler!”, “Savaşı 11 Eylül Saldırısı başlattı” diye haklı bulmalarındaki öküzlük de kayda değer… İstilâcı Amerikan teröristlerinin, “Irak’ta, Afganistan’da vatan savunması yapan kahramanlar olduklarını” anlatan bu çevrelere, 1991 yılıyla 2001 yılı arasında tam 10 yıl olduğunu söylemek de bir şey ifâde etmiyor kuşkusuz.

Sanki Amerika 1991 yılında Irak’a saldırmamış, geçen 12 yıl boyunca Irak halkı ağır ambargolar altında inim inim inletilmemiş, “çekiç güç” marifetiyle Kuzeyinde petrol kaynakları rahatça sömürülürken, dilediği zaman “fırsat” icad edip Irak’ın Basra’sını, Bağdat’ını, Felluce’sini, Ramadi’sini bombalamaya devam etmiyormuş ve Amerika, işgal kuvvetlerini bölgemizden çekmiş ve her şey mazlum halkın istediği gibi sürmekteymiş gibi… Savaş ve zaferin “hasmına iradesini kabul ettirmek” tanımı içinde bakıldığında, Amerika’nın “ambargo” ve “çekiç güç” adı altında zaten sürdürdüğü savaşın ve zafer ilanının bir “tiyatro” kanıksanmışlığı içinde devam etmesinin kabulü, Amerika’nın gerçek düşmanı olan Mücahidler için kabul edilemezdi…

“Uluslararası hukuk” palavrasını kendi menfaatleri doğrultusunda dilediği gibi esneten, işgalci İsrail Terör Örgütü aleyhine hiçbir kararı fiiliyata geçirmeyen, kendi koyduğu Cenevre ve sair “savaş kanunları”na işine gelmediği noktada bizzat kendisi uymayan bir gücün ve sistemin karşısına, elbette SİSTEM DIŞI bir taarruz ve fikirle karşı gelinebilirdi ve 11 Eylül’de de bu oldu…

Bağdat’lının New York ve Washington’a yaptığı bu mukabil-kısas saldırısının ne kadar tabiî ve gerçekçi bir karşılık olduğunu anlayamayan, “canavarlığın ve kan içiciliğin “hümanizm”, merhametin, haysiyetin ve başkaldırının ise “terörizm” olduğu çarpıtmasını benimsemiş manyak ve garip bir insan tipi yetişiyor.”

New York’lu, Washington’lu Bağdat’a gelince sorun olmuyordu, fakat Bağdat’lı New York ve Washington’a gidince sorun oldu!

Unutuluyor daha doğrusu unutturulmak isteniyor:

11 Eylül’ün “dünyada İslâm düşmanlığını hızlandırdığı” safsatasına inandırılan cehâletin, 11 Eylül’ün ifâde ettiği tebliğ ve telkinle birlikte Amerika’da İslâm’ın hızla yükselişe geçtiğini, Batı açısından “Denenmemiş Tek Nizâm” olan İslâm’a bağlı bu mücahidlerin vecdi karşısında İslâm hakkındaki merak ve bilgilenme sürecinin müsbet etkilerinin boyutunu ve Rusya başta olmak üzere dünyada İslâm’la şereflenen sayısının artmasını görmezden gelmeleri de kayda değerdir.

Yalnız vasat insanlar açısından değil, sanatkâr, entelektüel, siyasî birçok çevrede hayranlık uyandıran bu eylemle ilgili 20. Asrın en büyük bestecilerinden Karlheinz Stockhausen şunları söylüyordu:

– “11 Eylül saldırıları, evrendeki en büyük sanat eseriydi… Buna kıyasla biz besteciler değiliz.”

Amerika’nın o dönem en büyük satranç oyuncusu “Amerika, tam arzu ettiğim şekilde vuruldu. Çok mutluyum!” dediği için Yahudi düşmanlığıyla suçlanarak hakkındaki soruşma açılmış, “Aşkın Ömrü Yıldır” kitabıyla tanınan meşhur reklamcı Fransız Frédéric Beigbeder ise;

“İkiz Kulelerin yıkılışı muhteşem bir sanat eseridir! CD’den defalarca ve zevkle seyrettim. Bence Ladin muhteşem bir sanatçıdır!” ifâdelerini kullanmıştı.

Muzdarip Batılının, roman ve filmler etrafında hayâl ettiği kahraman gerçekliğini, kaskatı bir vak’a olarak karşısına diken ahlâka duyulan hayranlığı artarak sürmektedir…

Neticede;

Şanlı 11 Eylül taaruzu etrafında ne kadar konuşulsa azdır!

Bugün hangi kesimden olursa olsun Amerikan politikalarını samimi olarak “emperyalizm”, “sömürü”, “küfür düzeni”, “büyük şeytan” şeklinde sıfatlayan herkes, her biri vatanını terk etmeden savaşarak şehîd olan Saddam, Kaddafi gibi Devlet Başkanlarına, Usame, Molla Ömer, Muhammed Attâ gibi Mücahid Liderlere ve bu mücadelede kan pahası, can pahası ölen 12 milyon şehid ve fazlasıyla yaşayan, mücadeleye devam eden gazilere şükran borçludurlar…

Emperyalizme karşı vurulan bu darbeyi desteklemesi ve mutlu olması gerekirken kıskançlık krizleri geçiren sözde Sol, günümüz Kurtuluş Savaşılarının nasıl olması gerektiğini görüp korkan sözde Ulusalcı Kemalist, Vatan ve Millet aşkının gerçek bir vatansevere neler yaptırabileceği karşısında büzülen sözde Milliyetçi ve Cihad Şuuru’nun bu örneği karşısında kendi sözde Müslümanlığı ortaya çıktığı için kahramanlara düşmanlık besleyen sözde İslâmcılar ne bilir “meydân-ı celâdetteki envâr-ı safâyı”.

Mesele Batı saldırganlığına, işgale karşı direnmek olunca Cheguevera’yı haklı olarak benimseyen Türk ve Kürt’ün, şu 30 yıl içerisinde Che’nin ancak rüyâsını görebileceği şartlarda Esas Düşmana karşı mücâdele verip bedel ödeyen Saddam Hüseyin’i, Usame’yi, Salih Mirzabeyoğlu’nu benimsemekte yaşadığı akıl tutulmasını ve ikiyüzlülüğü de kaydetmek gerekmekte! Kahramanlık ahlâkından toplum olarak uzaklaşmaya başladığımızı gösteren bu durum, Batı saldırganlığının en büyük silâhı olarak hâlen sürdürülmektedir…

Konuşmamızı, meselenin ilkeler ve fikrî temelde noktalayalım ki, Batı saldırganlığı karşısında fikrî, siyasî, sosyal, iktisadî ve askerî bütün yönleriyle gerçek bir direnişin nasıl mümkün olabileceği ortaya çıksın… Karşısına çıkan her meseleye Batı şuur süzgeciyle yaklaşanların, bütün iddialarına karşın Batılı ve Batıcı olmaktan kurtulamadıkları; şu yada bu tepkileriyle Batı’yı yaşatmakta oldukları gerçeği görünsün… Bu mesele o kadar hayatîdir ki, İslâm Coğrafyası’nda son 30 yıldır süregelen Kurtuluş Savaşı’nın bütün muhtevasını, 11 Eylül 2001 eyleminin “Kendinden Zuhur” tavrının temelini 40 öncesinden işaretleyen ve istikametlendiren Yüzyıl İslâm Diyalektiği’ni ve nihayet Türkiye’de sözde Batı karşıtı milliyetçi, sol, Kemalist, İslâmcı hareket iddiasındaki kimi çevrelerin keleşliklerini gösterici TEMEL MESELEDİR“Şuur süzgeci”, “sistem” ve “eleştiri” etrafında 1980 ve 1982 tarihli iki farklı eserinde Kumandan Salih Mirzabeyoğlu şunları ifâde ediyor:

Önce 1980 tarihli alt başlığı “Kavganın İçinden” olan İDEOLOCYA VE İHTİLÂL adlı eserinden:

“Doğru düşünce olmadan doğru düşünce faaliyeti olamayacağı gibi, yeni bir “şuur” terkibi ifade eden sistem olmadan da “şuur”un kendisini belirleyen unsurları eleştirmesiyle, giderek kendi “yapı ve biçimini” eleştirmekle o şuurun bakış açısı dışına çıkılamaz. Kısaca: Şuurun kendini eleştirmesi de, eleştirdiği süzgeçten geçmektedir… Bu yüzdendir ki, Batı toplum yapısının “Hristiyan ahlâkı, Roma nizamı ve Yunan aklı” şeklindeki İçtimaî şuur süzgeci, bunları eleştirmekle bunun dışına çıkamamaktadır. Yine bu yüzdendir ki, görünüşte birbirine zıt “komünizm, faşizm ve kapitalizm” vesaire şeklindeki “ekonomik ve siyasî” farklılaşmaların temelde aynı olduğunu söylüyoruz.”

Ve Kumandan Salih MİRZABEYOĞLU, “Temel Meseleler” alt başlığıyla yayınladığı 1982 tarihli KÜLTÜR DAVAMIZ adlı eserinde bir vesile şunları ifâde ediyor:

– “Şuur süzgeci, toplumda karşılıklı tesirlerle belirlenen ve böylece üyelerine belirli akıl ve duygu alışkanlıkları kazandıran, yeni doğanlara kendini empoze eden İçtimaî bir vakıa’dır. Yakından bakarsak: İnsanın duygu ve düşünce yapısı ve kapasitesi içinde kendini kuşatan “şartların” ve “ilişkilerin” onda ulaştığı terkip, onun yetiştiği vasatın “duygu ve düşünce kanunları”nı göstericidir. Bu duygu ve düşünce kanunları ise, tahlil, araştırma ve yorumda, onun “strüktür-yapı”sını, “hadiseye yanaşan insan şuurunu gösterici bakış açısı ve objektifidir… Doğru düşünce olmadan doğru düşünce faaliyeti olamayacağı gibi, yeni bir şuur terkibi ifâde eden “Mutlak Fikir”e muhatap “vasıta sistem” olmadan ve bu kuşanılmadan, “şuur”un kendisini belirleyen “nizam, akıl ve ahlâk” unsurlarını eleştirmesiyle, o şuurun bakış açısı dışına çıkılamaz. Kısacası; şuurun kendini eleştirmesi de eleştirdiği süzgeçten geçmektedir.”

Anlaşılıyor ki, kuşanılması gereken “vasıta sistem” şuuru, toplumun verdiği “şuur süzgeci” ile bakış ilişkileri süreci sırasında, sıra dışı bir sıçramanın cehdi ile kazanılması gerekendir.”

11 Eylül Saldırılarının bütün mânâsı işte bu terkibî hükmün içerisinde yatmaktadır…

11 Eylül, hem siyasî, hem sosyal, hem ekonomik ve hem de harp tarihi açısından Emperyalizmin dünyaya tek taraflı dayattığı “Sistem”in dışından gerçekleştiren taarruzun, iyi, doğru ve güzel adına harikulâde bir örneğidir…

Sayın Salih Mirzabeyoğlu’nun Münşeat adlı eserinden iki “münşeat”la programımızın bu bölümüne son veriyoruz…

Kumandan Mirzabeyoğlu ve 11 Eylül şehidleri başta olmak üzere bütün şehidlerimize rahmet, kahraman gazilerimize duâ ile!

 

SAVAŞ

Savaş ve çarpışma kötü mü?
kötü olan, kötüyle savaşmamaktır!
kötü olan, kötüye yavşamaktır!
kötü olan, kötünün savaşıdır!

– “Her sahabinin kılıcı şiir kınında saklıdır!”
bir kere çıktımı kılıç kınından
düşman nefsi hor etmek için
dost şöyle dursun düşmana merhamettir
İşte bizim fikrimiz – işte bizim ceddimiz!

Salih MİRZABEYOĞLU / Münşeat / Shf: 159

 

ALLAH İÇİN BUĞZ

En yüksek umutlarını yitirmiş kişiler tanıdım ben
gerçi her zaman küçüktüler
bülbül niyetine öten karga
ve sonradan bütün yüksek umutlara
iftira ettiler onlar!

O gün bugündür hayasızca
yaşadılar geçici zevkler içinde
– “biz gerçekçi olduk gerçek böyle!”
gündelik ömürlerinden öte
hemen hiçbir gaye edinmediler!

Bir zaman kahraman olmayı kurarlardı
şehvet düşkünleridir şimdi
dert ve dehşettir kahraman onlarca!

Fakat sen sevgim ve ümidim başı için yalvarırım
gönlündeki kahramanı bir kenara atma
kutsal tut en yüksek ümidini
ve Allah için kötüye nefretini!

Salih MİRZABEYOĞLU / Münşeat / Shf: 151

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: