ESİNTİLER

ESİNTİLER

Bu iklim, içtimaî, siyasî, ahlâkî vs. beni boğuyor desem, çok mu sıradan olur bu söylediğim.

Bir şey yazmayı istesem, denesem, satırlar, paragraflar derken; of, çok da mühimdi sanki yazman. Her şey tepetaklak kayarken bu yazılanlar kimin umurunda?

Kimsenin umurunda değil, yazmasam daha iyi, yazı israfı.

Daha önce nasıl yazıyordum peki?

Gerçekten yazarak varılacak bir yerin kalmayışının anlaşılmasından mı bu isteksizlik yoksa şevkimi mi kaybediyorum da bunu itiraf edemediğimden suçu dışarıda bir şeylere atıyorum?

Yazdıklarım, yazmaya değer şeyler mi yoksa kendi kendimi mi avutuyordum şimdiye kadar?

İnsandan çıkan her şey insanı ilgilendirir, saçmalık da olsa. Onun da bir alıcısı olur. Mesele boş söz söylememekse, ne söylemeli, ne yazmalı, ne yapmalı?

İşte yine aynı yerdeyiz.

“Yaşama hakkı yaşama vazifesinden gelir!” diyenin sesi; yaşamayı hak ediyor muyuz?

Yaşamasak ne olur?

Madem dünyaya gelmişiz, yaşama vazifesini yerine getirmeye bakalım ya.

Nedir o?

İlk gençlik çağımda, beni intihar düşüncesine kadar götüren mânâsız bir hayatı yaşamanın lüzumsuzluğundan hayatı gayet mânâlı ve dopdolu yaşamanın burcuna sıçrayış; O’nun sayesinde.

Evet, O’na bir can borçlusun aynı zamanda.

İyi, doğru ve güzeli, yaşanmaya değer hayatı ararken bulamamanın ümitsizliği içinde “yaşamasam da olur” derken, uçurumun kenarından dönüp bu günlere geliş…

Sonra, beni uçurumun kenarına itenlerden yavan tepkiler, “çocuğun aklını çeldiler!”…

Hadi söyleyeyim, başta annem ve babam, akrabalar vs. düşman oldular O’na; ellerinden sevgili evlatlarını çekip aldı diye. Oysa bilmediler, bilemediler ki, kendileri canına kıyarken evlatlarının, O can bahşetmişti.

Zamanında bir gazetede okumuştum, İstanbul’un lüks semtlerinden Ataköy’de bilmem ne sitesinde oturan bir genç, tam da benim intihar etmeyi düşündüğün lise çağlarında, oturdukları apartmanın terasından kendini atıp hayatına son verirken geriye de bir not bırakmış: “Buraya ait değilim!”… Anne ve babası ise  “çocuğumuzun hiçbir şeye ihtiyacı yoktu, ne istiyorsa alıyorduk” filân diyerek çocuklarına ne kadar yabancı olduklarını ispatlamaya çalışıyorlardı adeta. Çocuk ne ister? Hadi gidelim bir süpermarkete veya alışveriş merkezine de yaşanmaya değer hayatı satın alalım bakalım.

Yaşanmaya değer hayat veya hayatı yaşanmaya değer kılacak bir yaşam…

İyi niyetli ana-babalar, biz çocuklarımız için yaşıyoruz, çocuklarımız için kazanıyoruz, her şey onların geleceği için derken, aslında çocukların geleceklerini kararttıklarının, yok ettiklerinin farkındalar mı?

Farkında olmadan ve gayet iyi niyetlerle, kendi ellerimizle yok ediyoruz çocuklarımızın hayatını.

Sonra da gençler arasında ateizm, deizm vs yaygınlaşıyor yakınmaları.

Genç adam, sana tek bir çıkar yol kalıyor. Üstad Necip Fazıl’ın sana, “Gençliğe Hitabe”sindeki, “Annesi, babası, ninesi ve dedesi de içinde olsa gelmiş ve geçmiş bütün eski nesillerden hiç birini beğenmeyen, onlara “siz güneşi ceketinizin astarı içinde kaybetmiş marka müslümanlarısınız! Gerçek müslüman olsaydınız bu hallerden hiçbiri başımıza gelmezdi!” diyecek ve gerçek müslümanlığın “ne idüğü”nü ve “nasıl”ını gösterecek bir gençlik…” ihtarına uy ve bunun peşine düş.

Yaşanmaya değer hayatı bulmak için, hayatı yaşanmaya değer kılacak mücadeleye atılmaktan çekinme.

Biz, ötelere aitiz ve ötelere basamak olacak nizâmı bu dünyada kurmakla görevliyiz. Yaşama hakkımız da bu görevimizden ileri gelmekte.

Mümtaz KARA

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: