TRUMP’IN ERDOĞAN’A MEKTUBU VE DÜNDEN BUGÜNE TÜRKİYE’NİN DIŞ POLİTİKASI
Amerika Başkanı Donald Trump’ın Tayyip Erdoğan’a yazdığı mektup vesilesiyle Türkiye’nin yakın dönem dış politikasını AdımlarTv için değerlendiren sayın Hakan Yaman’ın programını ve konuşma metnini alâkalarınıza sunuyoruz.
AdımlarTv
Dün Türkiye’nin en önemli gündem konusu Amerika Devlet Başkanı Trump’ın Erdoğan’a yazmış olduğu mektuptu. Akabinde Suriye’nin Kuzeyi’nde gerçekleşen operasyonun noktalandığı haberleri geldi.
Basına sızdırılan mektupta öyle ifâdeler var ki, bir zamanlar Kanuni Sultan Süleyman’ın Fransa Kralı’na yazdığı mektupla övünen bir milletin evlatlarının millî vicdanını yaralamaması mümkün değil.
Bu vesileyle Türkiye’nin son iki yüz yıllık politikasının temel taşları etrafında kısa bir gezinti yapmak istiyorum…
Size bu vesileyle Lamartine’den bahsedeceğim…
Türkiye Tarihi adını verdiği üç ciltlik eseri ülkesi Fransa’da yayınlandığında henüz 19. Yüzyılın ortalarıydı.
Kendisi ünlü bir şair, romantik akımda saygın yeri olan tanınmış bir edebiyatçıydı. Osmanlı’nın son döneminde batıdan ilk edebî eserler çeviri furyası başladığında Victor Hugo ile birlikte roman ve şiirleri dilimize en çok çevrilen ediplerin başında gelir. Cumhuriyet dönemiyle beraber bu edebi etkisi azalmış, günümüzde ise neredeyse hiç kalmamıştır. Bu adamın romanlarındaki abartılı duygusallığa, ferdî romantizmine bakarsanız büsbütün apolitik bir kişilik sayabilirsiniz. Oysa Türkiye Tarihi’nin neşrinden 10 yıl kadar evvel ülkesinde meydana gelen 1848 devriminde aktif rol oynamış ve kurulan devrim hükümetinde Dışişleri Bakanı olmuştur. Bu sebeptendir ki, onun tarihine bir edebiyatçının oryantalist alâkasından çok, Fransa’nın en kritik virajında dış politikaya yön veren bir siyaset adamının eseri gözüyle bakmak gerekir… Zira bugün batının bizi ne büsbütün dışlayan, ne de şahsiyetli bir oluşa göz yuman iki asra yaklaşmış ikircikli politikasında onun rolü sanılandan fazladır. Tıpkı Tanzimat ile Cumhuriyet arası edebiyatımızın dar bir boğaza sıkışmasındaki payı gibi…
Lamartine’in eserini yazdığı devirde Osmanlı’da modernleşme süreci adı altında reform hareketleri başlamış, devlet aygıtında ve sosyal yapıda köklü değişim hamleleri gündeme gelmişti. Bizce bu tarih kitabının en mühim tarafı, bizzat tarihe ait bahislerden çok Avrupa ile Türkiye arasındaki ilişkilerin hangi zeminde yürütülmesi gerektiğini telkin eden önsözüdür. Lamartine’in mesajı netti: “Türkiye’yi dışlamak yerine pohpohlayıp doğudan gelen Rus tehlikesine karşı mayın eşeği olarak kullanmalıyız.” Elbette bunu böyle apaçık kelimelerle ifâde etmiyordu. Bilirsiniz biz, bize “iltifat” edilmesine bayılırız. “Dünya lideri dediler”, “dost ve müttefik olduğumuzu söylediler” diye şişindikçe şişiniriz. Oysa bu iltifatların arkasında ne gibi bir telkin ve yönlendirme söz konusu, tavşana kaç tazıya tut durumu mu var -ki genelde öyle olur-, yoksa başka bir hesap mı söz konusu, bunun tahkikine yanaşamayız. Bu zaafımızın hemen bitişiğinde ve onun ikiz kardeşi bir başka zaafımız daha vardır ki, “batıya diklenen adam” görüntüsüne duyduğumuz hayranlık… Aynı adamı bir taraftan “batıdan iltifat aldı” diye överken, hemen ardından batıyla çatışma görüntüsü verdi diye savunuruz. Emperyalist güçler bu iki zaafımızı o kadar iyi okumuşlar ki, şartlara göre kâh birisini, kâh diğerini kaşıyarak, bize iki yüz yıla yakın bir süredir doğu ile batı arasındaki gece bekçisi rolü oynatmaktadır.
Lamartine’in batının dış politikasına yön verme ve bunu bize de benimsetme gayesiyle yazdıklarını hatırlatmak istiyorum. Şöyle diyor: “Hiç bir milletin tarihi Türklerinki gibi bu kadar önemli şartlar altında kaleme alınmamıştır.” Daha sonra Rus orduları karşısında Osmanlı ordusunun nasıl “kahramanca” savaştığını anlatan hamasî cümleler… Özetle “Batıyı Türkiye’nin cesaret ve kahramanlığı koruyacaktır” diyor.
Bu satırları yeni duyduysanız, dünyanın en karanlık adamlarından “küresel demokrasi finansörü” Soros‘un Lamartine‘den 150 sene sonra Türkiye için söylediği sözleri hatırlamadan geçemezsiniz. Ne diyordu Soros?.. “En iyi ihraç malınız, askeriniz.”
İşin özeti şu: Osmanlı’nın artık batıyı tehdit edecek gücü kalmamıştır. Ama Rusya yeni bir yola girdi. Batıyı tehdit ediyor ve istilâya yelteneceği muhakkak. Türkiye şu durumda bir tampon vazifesi görüyor. Biz Rus saldırganlığını doğrudan göğüslemeyelim. Türk askerinin kanı ucuz; ona gerekli desteği verelim ve bizim sınır karakolumuz vazifesini gördürelim.
Bu satırların yazılışından sonra bahsedilen politika 1. Dünya Harbine kadar göreceli olarak uygulandı ve o dönemde bizim de işimize geldi. Rusya kabuğuna sığmıyordu ve Osmanlı’nın Rus ordularını tek başına göğüsleyecek durumu yoktu. Savaşlar sınır komşusu olarak bizim topraklarımızda oldu. Avrupa ise takviye birlik ve teçhizatlar göndererek bizim ayakta kalmamızı sağladı ve tehlikeyi kendi coğrafyasından olabildiğince uzak tuttu.
Bu stratejinin tam ve esaslı olarak tatbikata geçmesi ise 2. Dünya Harbi sonrası NATO’nun kuruluşu ve Türkiye’nin bu işe dâhil olmasıyla başlar. Konu yine Rusya tarafından gelen bir tehlikedir, ama bu defa “millet” adına değil, “ideoloji” için yapılan bir saldırı… Samuel Huntington’ın meşhur Medeniyetler Çatışması kitabında tasvir ettiği süreç… Hep beraber hatırlayalım mı?
Son 20 yıl içinde politikayla az buçuk ilgilenip Medeniyetler Çatışması tezini duymayan yoktur. Huntington Yahudi kökenli bir Amerikalıdır. Sovyet Rusya’nın dağılıp dünyanın tek bloklu bir hâl aldığı yılların hemen başında ortaya attığı tez ve oluşturduğu yankı, onu herhangi bir siyaset bilimcisi ve ABD Savunma danışmanının ötesinde bir şöhrete eriştirmiştir. Soyvetler Birliği ve onun güdümündeki Varşova Paktı dağılınca, bütün meşruluğunu ona karşı olmakta bulan ve zaten o olduğu için var olan NATO başta olmak üzere birçok organizasyonun ne olacağı tartışmaya açılmıştı. “NATO kaldırılsın” seslerinin en fazla yükseldiği dönemdi. Varşova Paktı ortadan kalktığı için NATO’nun da tasfiyesi dillendiriliyordu. ABD ise kendi güdümündeki böyle bir gücü dağıtmak istemiyordu. İşte tam bu noktada Medeniyetler Çatışması tezi imdada yetişti.
Huntington’a göre Fransız devrimine kadar Batı’da olan savaşların adı Krallar Savaşı’dır. Yahudi asıllı ABD siyaset bilimcisine göre 19. Yüzyıldan başlayarak 1.Dünya Savaşı sonuna kadar olan savaşlar ise “milletler çatışması”dır. Kralların ve prenslerin topraklarını genişletmek için yaptıkları savaşların yerini millet için ve millet adına yapılan savaşlar almıştır.
Tam burada yine Lamartine’e dönmek gerekiyor. Huntington’ın “milletler çatışması” diye tasnif ettiği dönemde yazılmıştır ve Batı ile Türkiye’nin müttefik olmasını isterken çatışmanın millet kaynaklı olduğuna vurgu yapar. Kelimesi kelimesine okumak istiyorum: “Bundan böyle milletler yeryüzünde birbirlerini öldürmenin ve birbirlerinden nefret etmenin sebeplerini dinde aramayacaklardır.” Görülüyor ki, batı kendi tarihsel süreçlerini sanki başka milletlerde ve medeniyetlerde karşılığı varmış gibi herkese dayatmaktadır.
Huntington’a göre Birinci Dünya Savaşı sonundan itibaren milletler savaşının yerine ideolojiler savaşı geçer… Komünizm ile önce Faşizm ve Nazizm, daha sonra yine Komünizm ile Liberal Demokrasi’nin çatışması.
Peki şimdi? “4. Evre”: Soyvetler Birliği dağıldı ve Amerika bir anda “Yeni Dünya Düzeni” jargonuyla tek başına kalıverdi. Krallar çatışması, milletler çatışması, ideolojiler çatışması derken “tarihin sonu mu geldi” tartışmalarının yapılırken Huntington “hayır” diye meydana çıktı… Şimdi çok daha büyük bir savaş vardı kapıda. Bundan öncekiler esasen “Batı medeniyeti içindeki mücadelelerdi.” Bir başka deyişle “batıya ait iç savaşlardı.” Oysa şimdi “milletler arası siyaset Batılı görünüşün dışına çıkıyor ve Batı ile Batılı olmayan medeniyetler arasında” yeni bir devir başlıyor. İşte Yahudi kökenli siyaset bilimcinin Medeniyetler Savaşı olarak adlandırdığı sürecin hikâyesi…
Bu tez, Batıya karşı alternatif olarak sunulacak herhangi bir medeniyet ve hayat tarzı teklifine karşı Batılıların şiddet başta olmak üzere “tedbirler” almalarını meşrulaştırmak ve bu şiddeti “anlaşılır kılmak” için üretilmiştir.
Esasen Soyvetler’in dağılmasının hemen akabinde ABD ve onun kuyruğundaki yancı ülkelerin bunu beklermiş gibi Körfez’e çöküvermeleri de yeni dönemin Batı ile İslâm arasında yaşanacağının apaçık ilanıydı ama bunu o gün sadece BİR kişi görebilmişti.
Salih Mirzabeyoğlu’nun Başyücelik Devleti – Yeni Dünya Düzeni’ni neşretmesi aynı yıllara, 1990’lı yılların ortasına denk düşer. İslâm âleminin olup biteni hiçbir şey anlamadan seyrettiği ve kayıtsızca kendisine biçilecek rolü beklediği bir vasatta, ilk Irak saldırısının mesajını bütün detaylarıyla idrâk ve izah eden ilk ve tek kişi olan Salih Mirzabeyoğlu satranç tahtasına kendi taşını sürmüştü. Evet, dünya yeni bir düzene geçiyor; ama kimin patronluğunda?
İsmet Paşa’nın meşhur “Johnson mektubunu” az buçuk memleket meseleleriyle ilgilenenler içinde bilmeyen yoktur. Rum çetelerinin Kıbrıs’ta katliama başladığı dönemde Adaya müdahale tartışmaları başlamıştır. Sene 1963. Dönemin ABD Başkanı tarafından Başbakan İsmet İnönü’ye bir uyarı mektubu gelir ve ABD’nin kendilerine verdiği silahları Kıbrıs’ta Rum çetelerine karşı kullanamayacakları söylenir. “Silahı biz veriyorsak, bizim istediğimize doğrultacaksınız!” Bu dayatma o günden bugüne “batı cephesinde” hiç değişmemiştir. Nitekim 1974 Kıbrıs çıkarmasında da aynı problem yaşandı. İsmet Paşa her ne kadar ardında duramasa da, bu küstahlığa tarihî bir cevap verdi: “Yeni bir dünya kurulur ve Türkiye orada yerini alır.”
Paşa, rotayı Rusya’ya çevirmekten bahsediyordu ama bunun yerine Kıbrıs’a gönderdiği filoların rotasını yarı yoldan geri çevirmeyi tercih etti. Kimbilir, belki de bu hadiseden birkaç ay önce Talat Aydemir’in teşebbüs ettiği darbe girişimini bir ikaz olarak almış ve aklına Rusya ziyaretinden hemen sonra tepetaklak edilen muarızı Menderes gelmiştir; bilemiyoruz.
Bizi ilgilendiren kısım ise “Türkiye orada yerini alır” bölümü… Tanzimat’tan bugüne bir “yer kapma”, “yer alma” tartışmasının içindeyiz. Şahsiyetini muhafaza kaydıyla elbette yer alınır, yer değiştirilir, yer gösterilir vs. Şahsiyetçilik ise başlıbaşına bir fikir ve buna bağlı olarak pek tabii bir ahlâk davasıdır. Bu aynı zamanda güçlü olmayı gerektirir. Gücün temini, bunun için fedakârlık yapılacak ve “kırmızı çizgi” kabul edilecek noktalar vs. Bütün bunlar kim olduğunu ve ne olması gerektiğini bilen ve buna bütün samimiyetiyle iman edenlerin güç dengeleri içinde hesap edip temellendirileceği “adımlar”dır. Diğer türlüsü mayın eşekliğine rızadır ve artık böyle milletlere hayat hakkı kalmamıştır. “Küstüm oynamıyorum, karşı mahalleye gider orada oynarım bak” restleri(!) ne kucağına oturdukların, ne de “karşı mahalle” tarafındakilerin ciddiye alacağı söylemler değildir.
Oysa meselenin “yer alma” değil, “hissedar olma” meselesi olduğunu Necip Fazıl çok önceden, İsmet Paşa’nın Reis-i Cumhur olduğu Tek Parti yıllarında yazmıştı. Kelimesi kelimesine aktarmak istiyorum: “Bir dünya doğuyor ve bu dünyanın doğuşunda hissedar olmayan milletlere artık içtimaî mânâda ölüm ve yokluk düşüyor.”
Tarih daima belli ittifaklar ve ihtilaflar içinde akıp gelmiştir. “İdeolojiler çatışması” sürecinde de Türkiye’nin Soyvetler Birliği karşısında “demokrasyalar cephesinde” yer almasını dünyanın bugün geldiği noktadan ve tek taraflı verilerle büsbütün mahkûm edemeyiz. Şeklen bağımsızlığa bile tahammülü olmayan Stanilist bir ideolojiye karşı ölmek yerine sürünmeyi seçmek, dönemin şartlarında mazur görülecek arızî bir seçimdir. Mazur görülemeyecek olan ise, ölümü gösterenlere karşı sıtmaya razı olma tavrının arızî bir durum olmaktan çıkıp aslî bir devlet stratejisine(!) dönüşmesi ve bunun olmazsa olmaz gibi kitleye dayatılmasıdır. Sürünene düşen vazife, bıkmadan usanmadan kendisini ayağa kaldıracak millî şahlanış imkânlarını aramak olması lazım iken, hâlini meşrulaştırmak için sürüngenliğe övgüler sıralamak bizim demokrasi tarihimizin özetidir.
Ve Soyvetlerin çöküşüyle beraber batının bizi korumak ve kollamak için “ideolojik” bir kaygısı kalmadı. Salih Mirzabeyoğlu birazdan okuyacağım satırları 1995 senesinde Başyücelik Devleti isimli eserinde yazmıştı: “Demokrasi ve liberalizmden, Birleşmiş Milletler Teşkilâtı ve Avrupa Ortak Pazarı’na kadar; fikir ve kuruluşlar plânında içiçe bir yumak olarak şekillendirilen “Yeni Dünya Düzeni”, Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa’nın birbiriyle rekabet ortamı içinde de olsa bizim gibi ülkelere biçtiği parya statüsünde müşterek, bir hegomonya sistemidir… Elbette “hayır!” diyoruz: Ülkemizden başlayarak teklif ettiğimiz “Yeni Dünya Düzeni”miz ile!..”
Amerika’nın Irak Saldırısı’nı gerçekleştirdiği 1991 senesi bizim adımıza da tarihî bir kırılma noktasıdır. Tafsilatı İBDA Diyalektiği’nin “Tarih Muhasebemiz” levhasındadır. Aslında Necip Fazıl’ın İdeolocya Örgüsü eserinin Salih Mirzabeyoğlu tarafından Başyücelik Devleti adıyla yeniden işlenmesinin sırrı da bu tarihte yatar. Yeni ve baş düşman artık Amerika’dır.
Necip Fazıl’ın İdeolocya Örgüsü’nü kaleme aldığı yıllar, Soğuk Savaş denilen çift kutuplu dünyada “demokrasya ile komünizma” yani sürünmekle büsbütün ölmek arasında tercihe zorlandığımız yıllardı. Ölmek mecazi bir ifâde değil; tek hatırlatmak istediğim, 10. Soyvet Kurultayı’nda “Ukraynalılar bile dört kurucu unsur arasında yer alırken ondan çok daha bütük bir millet olan Türkler niçin Sovyetler’in kurucu unsuru arasında sayılmıyor?!” dediği için başına gelmedik Sultangaliyev’dir.
Başyücelik Devleti eseri, çift kutuplu dünyada yazılan ve buna dair bazı stratejik mevzuları da içinde barındıran İdeolocya Örgüsü’nün, Amerika’nın “tek başına patron” olup “dünyanın jandarmalığına soyunduğu” şartlarda yeniden ele alınması ve o stratejik vahitlerin aynı hakikate nispetle yeniden şekillendirilmesidir. Amerika’nın 91 Irak saldırısıyla birlikte avutulup idare edilecek “ahmak fil” zamanı geride kalmış, bu tarihle birlikte esas mücadele, onun “Yeni Dünya Düzeni” dayatmasına karşı istikâmetlenmiştir. Her şart altında sürdürmeye çalıştığımız “esas düşman Amerika ve bölgemizdeki işbirlikçileri” temel politikası bu kaynağa dayanır.
Lamartine’in bir dönem politikaya da bulaşmış “romantik” bir edebiyat adamı ve “Türk dostu” sıfatıyla 19. yüzyılda Türkiye’ye yakıştırdığı misyon, 20. yüzyılın ortasında NATO şemsiyesiyle kurallara bağlanmıştı. “Rusya karşısında dalgakıranlık” olarak biçilen bu rol, son 25 yılda komşu topraklarımıza saldıran Amerika’ya, yüz karası bir desteğe dönüştü. Şüphesiz bu zinciri kıracak olanlar bizzat bu zincirin, bu zincire ait projelerin var ettikleri değildir.
Hatırlarsınız, bundan üç sene evvel Aleksandır Dugin isimli Rus dış politikasının temel strateji danışmanlarından birisi Ankara’da Necip Fazıl’ın şeyhi Abdülhakim Arvasi’nin mezarını ziyaret etmişti. Salih Mirzabeyoğlu o günlerde bu ziyarete atıfla BAĞLUM (HER YERDE…) başlığı ile bir metin kaleme aldı. Bu metinde şu dikkat çekici ifâdeler var: “İttihad ile İttifak’ı birbirine karıştırmamak gerek… Sistem, gerçek ittihad fikrinden doğar!”
Dün NATO şemsiyesine girenler, ne oldukları ve ne olmaları gerektiğinin sistem ve şuuruna sahip olmadığı için ittihat ile ittifakı birbirine karıştırmıştı. Dünya çapında büyük bir hesaplaşmanın arefesinde gözden kaçmaması gereken bir ikâz!
Öyleyse İsmet Paşa’nın Johnson’a yazdığı cümlesini biraz değiştirip, yeniden okumanın zamanı gelmedi mi? Artık “yeni bir dünya kurulur ve Türkiye orada yerini alır” değil;
–Yeni Bir Dünya Kurulur ve Merkezi Türkiye Olur!
29 Kasım 2014 tarihinde Haliç Kongre Merkezi’ndeki tarihî konferansının son bölümlerinde Salih Mirzabeyoğlu ne diyordu::
“-Yeni dünya düzeni kurulacaksa, biz de diyoruz ki, buradan başlasın!”