KURTARICI –DOĞRU– TARİH ANLAYIŞI
20’ci YY’ın başlarında, Marksizm, Hegelciliği alt etmenin dev cüssesiyle ortaya çıktı. Aydınlar onun karşısında ürküntüye kapıldılar. Pek çoğu onun etki alanına girdi. Bundan kaçınanlar da dev görüntüsü karşısında söyleyecek söz bulamadılar. Öyle ki savaş yıllarında gerçekten de “Avrupa’da bir hayalet dolaştı”. Birçok ülkede komünizm, ihtilâl için harekete geçti. (Rusya’da başardı.)
İlk entellektüel darbe, Marksizm’in içinden geldi. Györy Lukacs, Macar asıllı, iyi bir Marksistti. 1923’te, Marksizm’in en zinde olduğu dönemde, “Tarih ve Sınıf Şuuru” adındaki kitabı yayınlandı. Bu kitapta Marksizm’i överken, bir yerde diyordu ki Lukacs (sanırım Lukaş), “diyalektiğin tabiata uygulanması Engels’in hatası olmuştur; çünkü tabiatta diyalektik olduğu doğru değildir.”
Avrupalı entellektüeller arasında büyük bir etki yaptı bu söz; Sartre’a varıncaya kadar hepsi hak verdi ona. Gerçekten de tabiatta -evrim varsayımı çıkarılırsa- diyalektik bir yükselişten söz edilemezdi; tabiat, eskilerin dediği gibi “oluş ve bozuluş” (kevn-ü-fesad) yurduydu.
1930’ların ortasında, Fransa’da Alexander Kojeve adında biri, “Hegelciliğe Giriş”i yayınladı. Bu kitap Avrupa’da büyük bir hadise oldu. André Gide gibi nicelerinin (Koestler bilmem kim), Marksizm’den dönmelerine yol açtı. Yeni Hegelcilik akımını başlattı. (Her iki kitap da Türkçe’de vardır.) Ama bu sefer farklı bir Hegelcilikti bu.
Hegel ve Marx’ın insan iradesini yok eden “tarih” adlı diktatörlerine karşı çıkan, “birey”i esas alan bir Hegelcilik. (Hegel muhteşem bir kafadır bu arada; etkisi kolay kolay atılamamıştır.) Marksizm, Leninizm olarak, Sovyet ideolojisi şeklinde varlığını devam ettirdiyse de Avrupalı entellektüelin desteğini kaybetmişti artık. Hegel ve Marx’ın döneminde hiç kimsenin önem vermediği Nietzsche çağın kahramanı olarak ortaya çıkmıştı. Sartre’ın varoluşçuluğu, Camus’nün “tarihî başkaldırı”sı ona dayanıyordu.
Ancak zamanla yavaş yavaş onlar da etkisini kaybetti. Amerika’dan gelen postmodernizm akımı tüm Avrupa’yı sardı. “Bütünlük ve anlam arayışı” olarak ortaya çıkan diyalektiğin artık lüzûmsuz bir şey olduğu kabul edildi. Yeniden sofizme (herkesin hakikati kendine) dönüldü. O güne kadar hiçe sayılan Batı dışı milletlerin tarihleri ve kültürleri ilgi görmeye başladı. Kimse tarihin diyalektiği ile ilgilenmez oldu. Kuantum teorisi, zaten bilim alanında da diyalektik materyalizmin tüm geçerliliğini yok etmişti.
Bugün biliniyor ki, Hegel ve Marx’ın (ve birçoklarının) zannetiğinin aksine, tabiatta olduğu gibi tarihte de düz bir çizgi halinde yükseliş, ilkelden mükemmele, kötüden iyiye sürekli bir gidiş yok, “kevn-ü-fesad” vardır. Eğer yeni bir bütünlük ve anlam arayışından söz edilecekse, bu ezeli kanunu dikkat alınacaktır.
İşte o bütünlük ve anlam arayışı, Batı’dan değil, Doğu’dan yükseliyor: Büyük Doğu Tarih Muhasebesi-İbda Diyalektiği… Postmodern kaosun içinde dağılan parçaları o bir araya getiriyor, insanlığın kaybettiği “mânâ”yı o gösteriyor: Tarih, bütün insanlık tarihi, İslâm’ın tarih içinde seyri olarak, iyi ve kötünün mücadelesinden, iyinin ve kötünün üstünlük devirlerinden ve bu mücadelenin her devirde yeni alet ve araçlarla kesintisizce sürüp gitmesinden ibarettir; belirleyici olan insandır, onun fikridir, emeğidir, fiilidir; tarihten aldığı inkılâp imkânını değerlendirişidir.
Yukarıda diyoruz ki, “tarih, iyi ve kötünün mücadelesinin her devirde yeni alet ve araçlarla kesintisizce sürüp gitmesidir.” İşte İbda’nın, geri kalan İslâmcı kesimlere anlatamadığı en önemli şey. “Yeni alet ve araçların” farkında değil onlar. Islık çalmak veya kadına ne kadar bakmak üstüne fetva vermekle meşgûller. Sözkonusu alet ve araçların neler olduğunu, bunlar içinde “iyiyi temsil etmenin” ne demek olduğunu kafaları basmıyor. Alet ve araç denince, saçma sapan vaazlarını videoya çekip youtube’a yüklemeyi anlıyorlar.
Selim Gürselgil