KUANTUM VE BÜYÜK DOĞU TARİH MUHASEBESİ
Muhiddin-i Arabî Hazretleri ne der: “Akıl bağdır. Meseleyi sınırlandırarak tek bir prensibe bağlar. Hâlbuki hakikatler kendi üzerinde böyle bir sınırlandırma ve çevirmeyi kabul etmez.” İşte bu, kuantum gerçekliğine uygun diyalektiktir; İbda Diyalektiği… Şöyle arzedelim;
A sebep, B sonuç olsun. A ile B arasındaki ilişkiye, “A sebebi B sonucunu doğuruyor” deriz. Daha doğrusu eskiden öyle derdik; Newton’dan sonraki determinist düşünce içinde… Kuantum gerçekliğinde nasıl diyoruz? Şöyle: “A sebebinin B sonucunu doğurması şart değil. B sonucunu olduğu gibi, C sonucunu da, D sonucunu da, E, F, G vd. sonucunu da doğurabilir. Şu hâlde A, sonuca bağımlı bir sebep değil, tamamen hür bir sebeptir.”
Bunu tam olarak İmam-ı Gazalî de bu şekilde ifade etmiştir, Aristoculara itiraz ederken. O dönem tartışma ateş örneği üstündendi.
Ateş A, yakmaksa B idi. Gazalî, “Ateş yakar; her zaman, her şekilde” denilmesine karşı geliyordu. “Ateş Allah isterse yakar, istemezse yakmaz” diyordu. “Taş düşer” diyorlardı. “Allah isterse düşer, istemezse düşmez; o hür bir sebeptir” diyordu. Bugün Kuantum da Allah demeden aynı şeyi söylüyor. Böylece madde üzerinde aranan diyalektik mantık bir yana, tarihte aranan diyalektik mantık da geçersiz kalıyor. İnsan da tıpkı A sebebi gibi hür bir sebeptir; isterse öyle yapar, isterse böyle… Varoluşçuluk dediğimiz, insanı, insan aksiyonunu merkeze alan fikirler bu anlayıştan doğdu. Allah demeden, Gazalî’yi, İbn-i Arabî’yi doğrulayan düşünceden…
Şimdi biz Allah diyoruz. Dün de diyorduk, yarın da diyeceğiz. Bunu derken de Allah demeyen ne Hegel’i, ne Marx’ı büsbütün yalanlama çabasına girmeyeceğiz. Ne diyeceğiz? Onların sistem mantıkları, bütünleştirme ve anlamlandırma çabaları, yani diyalektikleri yanlıştı. Yoksa içlerinde pek çok hakikat vardı. Sözgelimi Marx, siyasî iktisat anlayışını ideolojileştirmiş, bu ideoloji ile emekçileri, kapitalist sömürüye karşı bilinçlendirmiş, sermayenin emeği sömürmesinin röntgenini çekmiştir. Buna bir itirazımız yoktur. Hatta bizim için kıymetli bir tarafı vardır. Ama, “işte bütün mesele!” diye bağırınca biz ona itiraz ediyoruz.
Hayır efendim, bütün mesele bu değil. Bütün mesele, batıl bir düzenin, şeytanî bir düzenin insanlığa tahakkümüdür. Batı emperyalizminin -ki Marx bunun pek farkında görünmüyor-, İslâm’a ve diğer mazlumlara tahakkümüdür. Sermayenin emeği sömürmesi de buradan gelir, Batı’nın geri kalanları sömürmesi de, “din işleri ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması” da, her türlü zulüm ve haksızlık da… Bütün haksızlıkların bir tek sebebi vardır; Hakk’ın hâkim olmaması… (O bir sebepten işte bu kadar sonuç çıkıyor.) Hegel ve Marx’ın “yabancılaşma” dedikleri, insanın Hakk’a yabancılaşması, kendi tabiatına ve ruhuna yabancılaşmasıdır. Zulmün kaynağı budur. “Yeryüzünde kalmayınca kadar mücadele edilmesi gereken fitne” de budur. Bu mücadele “proleterler diktatörlüğü” ile değil -ki o da bu haksızlığın bir temsilcisi- “Aydınlar Aristokrasisi” ile tamamlanacaktır. Doğu’nun ve tüm insanlığın tahakkümden kurtuluşuyla.
Ki bu kurtuluş, Eflatun’un, mağaradan çıkıp İyi İdeası’na ulaşan “aydın”ının, insanlık çapında genişletilmiş hâlidir. Ki diyalektik de bundan ibarettir: İnsanlığın karanlıklardan kurtulup İyi İdeasına, Hakk’ın aydınlığına varması mücadelesi. (Büyük Doğu Tarih Muhasebesi!)
Selim Gürselgil