KUMANDAN MİRZABEYOĞLU’NDAN SONRA-III -Tedavinin Evde Devam Etmesi Üzerine Girişimlerim-
Nihayet, sonunda ulaşmam gereken kişiye ulaşmıştım, durumu hızlıca özetledim:
Teşhis: (Anevrizma-intraserabral Kanama) Beyin kanaması.
Genel Durum: “Beyin ölümü gerçekleşti” (Modern tıbb tabiriyle)
Tesbit: Stabil…
Kalp stabil, bazı yaşamsal organların tahrib olmaması için, ilaç ve cihaz desteği…
Karşımdaki ses üzgün fakat metin olmamız konusunda tavsiyelerde bulundu.
(Not: Telefonda diyalog kurduğum bu kişi isminin zikredilmemesi konusunda ricada bulunduğu için burada ona müstear olarak Nakşî diyeceğim. Kendisini tanıyan tanır.)
Nakşî bana, Kumandan’ın o ândan itibaren hastanede tutulmaması gerektiğini, ivedi bir şekilde eve çıkarılmasını ve orada geleneksel tıbb yöntemleri ile müdahale edilmesi gerektiğini belirtti. Elbette ölüm Allah’ın emri-amenna fakat, tedbiri elden bırakmamak gerektiğinin ve, “başında sen olmak kaydıyla bir doktor refakatinde müdahale edilmesi gerektiğinin” (sülük-hacamat vb.) ihtarını bir kez daha yaptıktan sonra görüşmeyi sonlandırdık.
Nakşî’yle konuşmak, içimdeki umudu alevlendirerek cesaretlendirmişti. Vakit kaydetmeden Ali Osman Ağabey’e bunu anlattım, aldığım cevap nefes almadan saniye zaman kaybetmeden Kumandan’ı evine ya da uygun olan bir ev ortamına alarak müdahale etmekti.
Ağabey, “Onca kalabalığa rağmen bunu nasıl anlatacaksın kabul ettireceksin bilmiyorum ama ne yapılacaksa yapın, Kumandanımız’ın iyileşmesi için bir ân önce!” diyerek…
Bu sözün ardından, az sonra yaşayacaklarımdan habersiz, kalabalığın yanına, hastanenin içine gittim. Yer yer gizli gizli dökülen gözyaşları, başları önde bir kenarda duranlar, birbirinin sırtını ‘sabredelim’lerle sıvazlayanlar, “o ölmedi-ölemez” diye zaman zaman haykıranlarla karşılaştım… Aralarından usulca geçerken, her birine “hey durun yapılabilecek şeyler var, daha ölmedi, umut var, çıkarıyoruz buradan, eve götüreceğiz ve biz müdahale edeceğiz” demek istedim ama, buna da vakit yoktu… Bunu hemen Kumandanımızın eşi Hayran Hanım’a anlatmalıydım, ama neredeydi? Ömrümde sadece bir defa gazetede fotoğrafını görmüştüm, o kadar. Neredeydi, ne hâldeydi, beni dinler miydi? İster istemez bunları düşünüyordum.
Kumandan’ın yakın çevresinde görmeğe alışık olduğum arkadaşlardan birine durumu izâh ettim. Heyecanlı bakışlarla dinledi ve hemen Hayran annemizin olduğu yere beni götürdü. Bir istirahat odasıydı, kapıda erkekler, içeride bayanlar, kapı aralandı ve selâm verdim, kendisiyle konuşmak istediğimi söyledim. Tam o arada başka kişiler, neden orada olduğumu sordular, anlattım, bir diğeri bir başkasına anlattı, ama bir türlü Hayran Hanım’ı göremiyordum, 3 adım ötemdeydi, biliyordum, sesini duyabiliyordum ama nedense benimle yüz yüze gelmesini istemediklerini fark etmiştim ki biri: “Tamam kardeşim biz hallediyoruz sağol!”
Dedi. Sevindim, demek ki birileri bunu daha önce düşünmüş, bu güzel haberi paylaşmak için ağabeyin yanına gitmek için arkamı dönüyordum ki Hayran Hanım’ın sesini duydum:
“Buyrun bir şey mi diyecektiniz?”
Mağrur ve dik duruşlu bir kadın, gözleri çile dolu, Kumandanvari bakışlar…
“Hayran Hanım?” diye seslendim,
“Evet, benim kardeşim; buyur.” dedi.
Tam o ânda ‘tamam, biz hallediyoruz’ diyen kişi bu defa yanındaki 2 kişiyle birlikte araya girerek, “abla müsait değil, biz şimdi Cumhurbaşkanımızla görüştük, sıkıntı yok, hepimiz ilgileniyoruz sen işlerine bak!” deyip kapı dışarı etmeye çalıştılar. Hayran annemize tek cümle söyleyemeden gidecek değildim elbette, iki dakika önceki saf hisler ve hüsn-ü zan, yerini öfkeye ve sıkılı yumruklara bıraktı.
“Hayran Hanım!” diye seslendim.
İşte tam bu anda o 3 kişi bir anda kenara, hatta uzaklaşma niyetiyle seğirttiler.
Konuşmaya devam ettim:
“Hayran Hanım, yapılabilecek şeyler var, biliyorum üzgünsünüz, hepimiz üzgünüz ve eminim ki etrafınızdan birçok şey duyuyorsunuz. Birçok fikir ve yönlendirmelerle karşı karşıyasınız fakat beni dinlemenizi rica ediyorum.”
Hayran Hanım etrafına baktı kısa bir süre, seğirtenler bu defa tamamen uzaklaşmışlardı, kapı aralığında geçen bu diyalog şu minvalde devam etti:
“Ben Kumandan’ın gönüldaşlarından Mehmet Yavuz Uçum, cezaevinden sonra geleneksel tıbb ile iştigâl etmeye başladım, yıllardır Nakşî’nin de tâbi olduğu ekol içerisindeyim. Bir fikrimiz var, lütfen dinleyin, bir şeyler yapabiliriz.”
Ve Hayran Hanım tebessüm ederek, Nakşî’nin ekolünü bildiğini ve onlara karşı muhabbet beslediğinden bahsederek:
“Öneriniz nedir, ne yapabilirz-ne yapmalıyız?” dedi.
Hayran Hanım’ın göstermiş olduğu bu aksülamel beni çok daha fazlasıyla umutlandırdı. Ona tek başıma müdahale etmek istemediğimi de kısaca anlattım.
(Not: Tek başıma müdahale etmemek istemeyişimin sebebi: Belgeli-diplomalı, modern tıb doktoru değilim. Geleneksel tıbb uygulayıcısı ve danışmanıyım. Kumandan’a yapacağım müdahalede menfi bir durum oluşması halinde dışa karşı izâhı bir tarafa bırakın kendi içimizdekilere bile izâh etmek durumu… Az evvel kapı önünde yaşananları hatırlayın…)
Hayran Hanım’la aramızda geçen bu diyalog içerisinde, en dikkat çekici husus “Bu hadiseyle siz ilgilenin, sizin ilgilenmeniz iyi olacaktır” sözüydü ki bunun mânâsını birkaç gün sonra açıkladığında daha net anlamış olacaktım… Yüküm o günden sonra daha da ağırlaştı… (Buna, bu sözün detayına bir sonraki yazımda değineceğim.)
Bir koşuşturma başladı, telefon trafiği, istişareler, yolumu kesenlerle göz göze gelmeler, “sen kim olduğunu sanıyorsun” diye üzerime yürümeye cüret edenlerin üzerine yürüyüp öfkemi dindirecekken, ağabeyleri ricada bulununca kaçmasına müsaade edişim vs… Zamanı gelince bu hergelecikler elbette açıklanacaktır.
Devam edecek…