“TİLKİ GÜNLÜĞÜ”NÜN İZİNDE 6 KASIM – “BÜTÜN HÜVİYETİNLE GÖRÜNECEKSİN!”
Bütün hüviyetle görünme davası, Üstad Necip Fazıl’ın Şehid Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’na, Kumandan’ın camiaya ve dünyaya takdimi hususunda, “Benim bir takdim yazım olacak, bütün hüviyetinle görüneceksin!” demesi ile ortaya çıkan dava ki Üstad perde arkasına geçtikten sonra, bu takdim yazısı Kumandan açısından meçhul kalmıştı…
Üstad, Kumandan’ı hangi yazısı ile takdim etmişti? Bu takdim yazısı, Üstad’ın kaleme almış olduklarından hangisi olabilirdi?
“Bütün hüviyetinle görüneceksin!” buyurmaktaydı ya Üstad… Kumandan, kendisinin Üstad’ı tarafından nasıl görüldüğünü, hüviyetini aramaya çıkmak zorunda hissediyordu. İşte bu belirsizlikleri giderme düşüncesi ile çıkılan yoldur ki, İbda ve bizlere Tilki Günlüğü’nü de kazandıran bir arayış çilesinin varoluş hamlesine de vesile oluyor, Kusto Lûgatı gibi bir harikanın doğmasının saiklerinin en mühim unsurlarından birini teşkil ediyordu.
Yıllar süren çileli bir arayışın sonudan bulunmuş olan bu takdim yazısı Tilki Günlüğü’nün başlangıcında yer alan, Üstad’ın el yazısı ile kitaba dahil edilen, “DÜNYA ÇAPINDA BİR HADİSE: KAPTAN KUSTO MÜSLÜMAN” başlıklı yazıdır ki, Kumandan bu yazıyı, “Üstad’ın kendi el yazısıyla vasıflandırılışım.” diye takdim eder.
Zaten göz önünde olan ve bilinen bu yazının “takdim yazısı” olduğunun farkedilmesi, bulunması, “bilinen aranır” hikmetine mebni bir keyfiyettir ve bir malûmun meçhûllükten kurtarılması olarak da bilinenin bulunmasının öyle kolay olmadığını, devasa kitaplık çapta bir macerayla mümkün olabileceğini görürüz.
Tabi, arayışın kemmiyet hesabıyla görünüşü bile devasa bir kitaplık çap olarak tecelli ederken, bu arayışın destanı demek olan Tilki Günlüğü’nün keyfiyetini takdir bizim çapımız aşar. Zaten yazarı, Tilki Günlüğü’nü asrın topoğrafyası olarak nitelemiştir; yaşadığı aktüel zamanı aşan bir keyfiyet davası ve yüzyıla atılmış ağ…
Şimdi, Üstad’ın takdim yazısına bakalım:
“DÜNYA ÇAPINDA BİR HADİSE – KAPTAN KUSTO MÜSLÜMAN
Dergilerden, gazetelerden ve televizyon ve radyodan tanıdığım meşhur Kaptan Kusto… Bu adam bir devrin (Markopolo)su, Evliya Çelebisi gibi tetkikçi bir seyyahtır ve tabiat denilen yaratıklar âleminin sırlarını denizlerde arayan ve deniz içi hayatı kurcalayan ilmî bir tecessüs sahibidir.
Bu adam basit “olabilir”ler veya “olabilir” sanılan şeyler arasında öyle bir tecelliye şahit oluyor ki, 1400 yıl önce Kur’ân’ın haber verdiği mucize önünde dize gelip müslüman oluyor.”
Evet, büyükler bir şeyi açıkça söylemezler, ima ederler. Gizlerler… Açık söz ancak ahmaklara söylenir, aşıksa bir sözden anlar bütün mânâyı. Ve yine Üstad, Kumandan’a, “Biz senle leb demeden leblebiyi anlıyoruz!” diye mânâ ayniyetini de ifade etmiştir.
Bu takdim yazısı, aynı zamanda Üstad’ın Kumadnan’a Tercüman gazetesinin Razmazan sayfasında yayınlanmak üzere hazırlatmış olduğu İstikbâl İslâmındır adlı tetkikinin de takdimidir ki, bu tetkik daha sonra İstikbâl İslâmındır adıyla kitaplaşarak İbda külliyatı içindeki yerini almış ve ilk tefrika edilişinden sonraki baskılarında yapılan eklerle daha da zenginleşmiştir.
Zamanı aşma gayesine ermiş bir batın yolu kahramanı olarak Üstad Necip Fazıl’ın aşikare bir gizlilik içinde kaleme almış olduğu bu takdim yazısının, bahsi geçen takdim yazısı olarak aranıp bulnması ve aranıp bulunurken de bu yazının mânâsının hecelenmesi, yazıda saklı hüviyet…
Öyle ya, bütün hüviyetinle görüneceksin dememiş miydi?
Öyleyse, Salih Mirzabeyoğlu KİM’dir?
Denizde deniz içi hayatı kurcalayan; dalgıç, gavs…
Deniz’in dil, lisan, lûgat’a remz olmasına nazaran, “lûgatta lûgat içi hayatı kurcalayan” ki, bütün hayatımız lûgatta saklı değil mi? İnsan ve toplum meselelerini çözümüne dair söylenebilecekleri, lûgatın hudutları dahilinde İslâmî tahassüsle ortaya koyan…
Üstad bir şiirinde, “Gittim, gittim, denizin sınır yerine vardım. / Halin bana da geçsin! Diye ona yalvardım!” der. Kumandan Salih Mirzabeyoğlu ise, gitmiş, gitmiş, lûgatin sınır yerine varmış ve gidiş macerası içinde bulduğu hazineleri bizimle paylaşmış, o hazinelerin varlıklarından bizleri haberdar etmiş, hazinelerin ispatçısı olmuş, bir aşk destanı ortaya koymuştur. Zaten malûmu meçhullükten kurtarmak aşkın hassası değil midir?
Faik IŞIK