BİR HARUN YÜKSEL GEÇTİ

BİR HARUN YÜKSEL GEÇTİ

Takdim: İlk yayın tarihi 7 Şubat 2018 olan bu yazıyı tekrar paylaşıyoruz…

Harun Yüksel ağabeyin vefatının üzerinden tam bir hafta geçti. Acı bütün tazeliği ile içimizde kök salar iken yazmanın ne güç olduğunu anlatacak değilim. Onu dünya ile ahiret arasındaki “berzah” mekânına defnedip döndükten hemen sonra bu yazıya niyetlendim; ancak bir duyguyu “hâlde” zapt etmek kolay başa çıkılacak bir şey değil. Şuur bir durumu, birkaç saniyelik bile olsa ancak geçmişte bırakarak kayıt altına alabiliyor. Üstadın; “Hakikat değişiyor daha bitmeden cümle; / Koşuyorum yetişmek için bütün gücümle…” beytinin bir yönü de bu olsa gerek.

Onunla öyle çok uzun görüşmüşlüğüm, sürekli karşılaşmışlığım olmadı. Oturup hasbihâl etmişliğimiz toplasan bir elin parmağını geçmez. Ama yanından ayrılırken, her defasında bir dinginlik, bir zenginleşme hissi yaşadım. İlk gördüğüm günü o kadar iyi hatırlıyorum ki… Ömür hayatımda İstanbul’a ilk ayak bastığım günle aynıdır. 11 Aralık 1998 Cuma… Selim Gürselgil’le buluşma ve onun rehberliğinde bir gezinti… Adını dergilerde okuduğumuz, gıyaben duyduğumuz ağabeylerimizi, büyüklerimizi görme ve onlarla tanışma iştiyakıyla, ilk uğrak yerimiz Kıvam Hukuk Bürosu… Meşhur İstiklâl Caddesindeki Galatasaray Lisesinin yanından büroya inen sokağın hemen başında, o dönem Kıvam’da çalışan Emel Zor ile karşılaşma… İlk düşüncem, “İşte, Tilki Günlüğü’nde adı geçen, Kumandanı görmüş, onunla konuşmuş birisi karşımda duruyor!” Aynı hissî yoğunluğu yaşayaraktan, önce Hasan Ölçer ağabey ile tanıştırıldım. Onun hemen çıkması gerekiyordu, yine de bir çay içimi kadar sohbet şansımız oldu. Ve daha sonra Harun ağabeyin yanındayız. Orada ne kadar oyalandık, neler konuştuk, hafızası nispeten kuvvetli birisi olarak inanın bugün aklımda tek kelime kalmış değil. Öyle güzel ve tane tane anlatıyordu ki… Bir sarhoşluk yaşıyordum. Özellikle bu tür sohbetlerde tek kelimeyi bile atlamadan kayda almak için çırpınan hafızam beni o gün ters köşeye yatırmıştı. Bugün kalan sadece o görüşmenin tadına doyulmaz lezzeti ve Harun ağabeyin taklidi kabil olmayan içten gülümsemesi…

Ertesi gün Hayreddin Soykan’la tanıştım. Kaşla göz arasında 1999’un Ocak ayının son haftasına, Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde gerçekleşmesi plânlanan “Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı” konulu bir konferans programı yapılıverdi. Bu hadiseden sadece üç hafta sonra İbda Mimarı’nın gözaltına alınması, devamında tutuklanıp Metris’e gönderilmesi ve malûm 99 süreci… Pek tabii olarak bu gündem değişikliği sebebiyle benim konferansımın iptali ve yerine aynı gün, aynı saat ve aynı mekânda Harun Yüksel tarafından verileceği ilân edilen “Salih Mirzabeyoğlu Kimdir? İbda Nedir?” başlıklı konferans… Daha sonra yazılı metni yayınlanan bu konuşma, okuyan veya dinleyen hemen herkesin ifade ettiği üzere, İbda düşüncesi ve onun Mimarı’na dair sunulmuş nefis bir ziyafettir. Konferans sıramı Harun ağabeye kaptırmanın gururunu bir ömür yaşayacağım inşallah. Diğer yandan da, o gün için hazırladığım Cumhuriyet dönemi edebiyatı konuşma taslağına bugün göz attığımda, o sunum gerçekleşmediği için ayrıca hamd ediyorum. Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu’nun arkasına sığınarak ve ancak onların şuur seviyesinden mahkûm edilebilecek bütün edebî değerleri, bir “Bazarov” inkârcılığı, sahile dalmış aç bir köpekbalığı acımasızlığı ile fütursuzca yerden yere vurduğum, boyundan büyük lâflarla dolu, ergen atarlanmasından ibaret bir metin… Harun ağabey farkında olmadan ve konunun tamamen dışında olarak beni korumuştu.

Onu son görüşüm ise şehidimiz Ünsal Zor’u toprağa verdiğimiz gündür. Namaz sonrası tekbirlerle tabutu cenaze arabasına yerleştirmiş ve mezarlığa hareket etmek için binmeyi planladığımız araca doğru yürüyorduk ki, yirmi metre kadar mesafede durmuş bir aracın sağ ön koltuğundan gülümseyen bir yüzün ısrarla bana doğru “gel! gel!” işareti yaptığını fark ettim. Harun ağabeydi. Arka koltukta bulunan oğlu Mehmet’le de o gün tanıştık ve mezarlığa varana kadar güzel bir sohbet oldu. Ünsal ağabeyin yükseldiği makamdan gıptayla bahsedişi öyle etkileyiciydi ki, ancak ölümü gülümseyerek, tevekkülle karşılamaya hazırlanmış bir müminin kalbinden çıkabilirdi. “Ünsal’a böylesi yakışırdı! Onun adına çok mutluyum!” dedi.  Ona sadece şehit olduğu için değil, dünya malına kayıtsız bir hayat sürdüğü için de gıpta ettiğini belirtti. İmam Gazâlî Hazretleri’nden mal ve mülk edinme dürtüsünün kökenine dair mühim bir misal verdi. Onu dinlerken dünya malına meylin, derecesine göre bir imân veya imânsızlık tezahürü olduğunu düşünmeden edemedim.  Nasrettin Hocanın “ye kürküm!” hesabı, takdir ve gıptanın mal ve mülke, makam ve nüfuza yapıldığı bir devirde, ilk defa birisi, başka birisine “parasız yaşadı!” diye gıpta ediyor, sevgi duyuyordu. Böyle bir yaklaşım Harun ağabeye yakıştığı kadar benim tanıdığım hiç kimseye yakışmazdı. Çünkü dünya malına meyletse, kendisi de paraya para demez noktaya erişecek şartlara sahipti. Ama onu tanıyan herkes şahittir ki, zaruri maişetinden fazlasının peşine düşmedi. O tür heveslerin uzağında kalmayı seçti.

İnsanî yönü kadar, yazar olarak da üstünde durulması gerek bir örnekti. Gereksiz ve faydasız keskinlikler yapmaz, meseleleri olabildiğince etraflı alırdı. Sloganın lâzım olduğu yer ile objektif değerlendirmenin şart olduğu noktanın ayırımını harika yapardı. Adımlar’ın yayın hayatına başladığı ilk aylarda kaleme aldığım 03 Mayıs Türkçüler Gününe dair bir yazının son cümlesiyle ilgili ikâzı benim için altın bir anahtar oldu. Konuyu tafsilatıyla anlattıktan sonra mevzuu noktalamak yerine, bir de slogan atmak, propaganda cümlesi yazmak ihtiyacının lüzumsuzluğu ve emekleri zayi edici tarafına dikkat çekmişti. Haklıydı. Sen dışımızdaki bir meseleye dair yazılması gerekeni en iyi ve en doğru şekilde yazarsan, zaten o yazıya gösterilecek ilgi, senin dünya görüşüne gösterilen saygıya dönüşürdü. Öylesine hak vermiştim ki, bahsi geçen yazının Harun ağabey tarafından eleştirilmiş o son cümlesini, akıl parası niyetine hâlâ tashih etmiş değilim.

Ara aydın” diye bir formülü vardı. Büyük mütefekkirler ile halk arasında köprü görevini bu ara aydınların göreceğine inanıyor ve fikrin kitleselleşme hamlesinde en önemli sorumluluğun bu sınıfa ait olduğunun altını çiziyordu.

İyi ve güzel bulduğu bir yazıyla karşılaştığında, beğenisini dile getirmek konusunda çok cömertti. Yeri gelir, telefonla arayıp onore ederek ağabeyliğini gösterirdi. Türk – Rus ilişkilerine dair kaleme aldığım yazıdan sonra böyle bir araması olmuş ve bana sevinçle karışık bir mahcubiyet yaşatmıştı. Bir defa bile kendi nefsine pay çıkarmaya çalıştığına rastlamadım. Hep vericiydi, cömertti.

Önemli yazı ve broşürler bıraktı geride. “Simyacıyı Okurken Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum Ağladım”, “Şu Motosiklete Zen’siz Bakamaz mıyız Usta” gibi yazılarından ayrı, Akıncı Yolu dergisinin ek olarak verdiği “Erich Fromm’dan Tilki Günlüğüne Bir Pencere Açma Denemesi” broşürü en unutamadıklarımdandır.

Politik / polemik yazılarının da üstünde durmak gerek. Bunların tamamına yakını çeşitli dergilerde farklı müstearlarla yayınlanmıştır. Fakat kısa ve net cümlelerle hemen kendisini belli eder. Layık olup olamamak ayrı konu; aktüel konuları yazma hususunda idolümdü. Söyleyeceği her şeyi söyler; karşı tarafı kendi mantığında boğar; ama durduk yere kanun ağına takılmayacak kadar zekice bir esneklik, bir başka deyişle tevil payı bırakırdı. Bunlar, bağırıp çağıran, asıp kesen yazılardan daha çok etki bırakırdı üstümüzde.

Nedendir bilmem, onu tanıdıktan sonra Yaşamayı Deneme romanını her elime aldığımda KİM’in mektup arkadaşı HAFİYE’nin o veya ondan mülhem bir karakter olduğuna dair değişik bir his yaşadım. Defalarca kendisine sormaya niyetlendim ama bir türlü kısmet olmadı. Yanlış anlaşılmasın, bu tahminim, tamamen şahsi bir zandan ibarettir. İlaveten: Muhyiddin Şekûr isimli Amerikalı bir Müslümanın kaleme aldığı Su Üstüne Yazı Yazmak adlı şahane tasavvufî romandaki anlatıcı kahramanın suretini hep Harun ağabeye benzetmiş, bu “mürid” karakterini ona yakıştırmışımdır. Tilki Günlüğü’nde yazılan şu satırların, böyle tedailerde aslan payına sahip olduğunu inkâr edemem:

“Avukat Harun Yüksel… Eskişehir’den, Milli Nizam Partisi zamanında başlayan beraberlik… Gölge döneminde, Gölgeci ilişkiler… Akıncı Güç ve sonrası bütün oluşumlarda beraberiz… Yapmadığı işin ve olmadığı mânânın cakasını atan ve bana yönelen teşekkür ve bağlılığı kendide kabule hazır(!) sümük tipe aykırı, hasbî bir mizaç…” (Salih Mirzabeyoğlu, Tilki Günlüğü, Cilt: 1, İbda Yay, 1.Basım, Ekim 1991, s: 272)

İbda Mimarı’nın bu satırları yazdığı Vâridât’ı “İmanlı Ruhlar” diye başlıklandırması da, ayrıca mühimdir. İnsanoğluna düşen temel varoluş vazifesi, “imanlı ruh” olarak çerçevelenecek bir keyfiyete ermekten gayrı ne olabilir? O, bu anlamda kendisine düşeni yapmıştı.

Yaklaşık dört bin yıl evvel Çinli bilginlerden birisi; “Bir insan kendine düşenleri yaptıktan sonra, geriye yapacağı bir şey daha kalıyor: O da huzur içinde ölümle dostluk kurmaktır!” buyurmuş. Harun Yüksel ağabeyimizin son senelerini bundan güzel ne anlatır, bilmiyorum. Son karşılaşmalarımızın her birisinde, ölümle dostluk kurmaya ve onu huzur içinde karşılamaya hazırlanan mütevekkil bir derviş hissî yaşattı bende.

Üstad Necip Fazıl bir şiirinde, “O demde ki, perdeler kalkar, perdeler iner, / Azrâil’e “hoş geldin!” diyebilmekte hüner…” diyordu. Bir başkasında da, “Gözümde son marifet, Azrâil’e tebessüm…” diye yazmıştı. Harun ağabey, bütün kalbimle inanıyorum ki, ölümle dostluk kurmayı başarmış bir “imânlı ruh” olarak, kimseden esirgemediği tebessümünü Azrail’den de esirgememiştir. Ruhu şad, mekânı cennet olsun.

Hakan YAMAN – 06 Şubat 2018

ADIMLAR Fikir, Kültür, Siyaset

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: