SPENGLER, FAUST VE NAPOLYON

Ayhan SÖNMEZ

“Napolyon en vahim anlarında, dünyanın oluşmasının derin mantığına karşı güçlü bir duyguya sahipti ve böyle anlarda ne ölçüde bir kadere sahip olduğunu sezebiliyordu.” (Oswald Spengler, Batının Çöküşü)

Medeniyetlerin alacakaranlığına, batan güneşin azalan parlaklığına yorgun bir gezgin gibi bakarken, geçmişin solgunluğu üzerinde beliren yalnız bir figürün siluetini fark ederiz: Napolyon Bonapart. Alman tarih filozofu Oswald Spengler, bu tür adamların bir çağın habercisi olarak var olduğunu, bir kültürün ruhunu zirvesinde özetleyen, ancak yaklaşmakta olan düşüşün de habercisi olduğunu öne sürdü. Napolyon’u Batı’nın Faustvârî ruhunun vücut bulmuş hâli yahut da uygun bir şekilde “Kader-adamı” olarak adlandırılabilecek bir şey olarak tasvir etti.

Spengler, Napolyon’u yalnızca hırslı veya dünyevî güce sahip bir adam değil, ihtiyatlı bir adam olarak algıladı. Ona göre Korsikalı asker, zamanının ihtişamının ve felâketinin ifadesiydi. Ete kemiğe bürünmüş kültürel bir ruhtu. Napolyon, bir alevin gölgesiyle dans etmesi gibi, sonsuzluğa duyulan yakıcı arzunun kaçınılmazın melankolisiyle dans ettiği bir çağın hararetli rüyasıydı.

Zamanında yeni ufuklar açan çalışmasında Spengler, Napolyon’u tarihî bir güç, Batı medeniyeti sahnesinde kaderi muayyen bir aktör olarak yazdı. O, yeni bir şey ortaya getiren değil, daha yüksek bir iradenin uygulayıcısı, kaderin bir aracı olarak görülüyordu. Bu, akşamın alacakaranlığının alçalması kadar mukadder olan, kültür ve medeniyetin kaçınılmaz ritimlerinin bir kaderiydi.

Spengler’in Napolyon’a atfettiği kader, “Faustian” dediği çağın ruhuna benziyordu. Adını sınırsız bilgi ve dünyevî zevkler için ruhunu satan efsanevî figürden alan Faustian ruhu, ulaşılamaz olana yönelik bitmek bilmeyen bir çabayı, bir özlemi ifade eder. Doyumsuz genişleme arzusu, amansız güç arayışı ve ferdin gelenek ve yerleşik normlar üzerindeki üstünlüğü iddiasıyla Napolyon, bu ruhun en müşahhas örneğiydi.

Yine de, tüm büyük dramalarda olduğu gibi, Spengler’in anlatısı zirveyle bitmedi. Kahraman aktör, nihayetinde her kültürü tanımlayan büyüme ve çürüme döngüsüne yakalanmış trajik bir figür. Bu nedenle, Napolyon’un hikâyesi sadece iktidara yükselişin değil, aynı zamanda unutulmaya yüz tutmanın da hikâyesidir. Saint Helena’daki trajik son, bir adamın düşüşünden daha fazlasıydı; temsil ettiği kültür için sonun başlangıcıydı.

Üstelik Spengler, Napolyon’da çağın teknolojik ve mekanik ruhunun şahsiyet bulmuş hâlini gördü. Napolyon’un, harbi sistematik hale getirme şekli, sadece silâhlanmada değil, aynı zamanda idare ve iletişimde de zamanının ilerlemelerini kontrolünü temin etmek ve imparatorluğunu genişletmek için nasıl kullandığı, bir nevi Faustian insanının teknoloji iblisiyle yaptığı anlaşmaydı. Ama her zaman olduğu gibi, anlaşmanın bir bedeli vardı. Spengler, Napolyon’un yükselişini mümkün kılan makineleşmenin, kültürü ruhsuz bir materyalizm çağına götüreceği tahmininde bulundu.

Son tahlilde, Spengler’in tasvir ettiği şekliyle Napolyon, yaşadığı kültürün özüydü. O, ihtişamının yankısı ve düşüşünün habercisiydi. Hayatı, Faust ruhunun hırsının ve bunun beraberinde getirdiği kaçınılmaz trajedinin bir anıtıydı. İhtişam gelip geçiciydi, çürüme son noktaydı ve bu ışık ve gölge etkileşimi içinde Spengler, Napolyon’un hem akıl almaz derecede güzel hem de acımasızca ön-görü niteliğinde bir portresini sundu. Spengler’in dairevî tarih yorumunun merceklerinden, Napolyon sadece bir fert olarak değil, aynı zamanda hem göz kamaştırıcı parlaklığı hem de kederli alacakaranlığıyla çağının bir sembolü, müşahhaslaşmış hâli olarak duruyor. O, uzun, soğuk bir kışın yaklaştığını müjdeleyen, sonbaharın sonlarında bir kültürün ritimlerinin yönlendirdiği, kaderin güçleri tarafından yazılmış bir senaryoyu oynayan bir aktördü.

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: