ADALET İÇİN HESAPLAŞMA

“Yeni Dünya Düzeni buradan başlasın” demekle, hesaplaşmanın taraflarını ortaya koymak bizce aynı mânâya gelir. Bu Büyük Hesaplaşma, tüketmekte sınır tanımayan, dünya kaynaklarının %80’ini yiyip bitiren Batı ile, kaynakların %20’sine mahkûm edilmiş %80 arasındadır. Bu %80’in merkezî coğrafyası da Anadolu. Dünya nüfûsunun %20’sine sahip Batı, Amerikan gücü liderliğinde coğrafyamıza saldırırken, bu saldırıya cebhe cebhe direnen %80, henüz bir liderliğe kavuşabilmiş değil. Batı saldırganlığının bir hedefi de zaten %80’in birlik ve beraberliğini bozarak güçlü bir liderliğe kavuşmasını engellemektir. Büyük Hesaplaşma, özellikle 2003 Saldırısı’ndan bu yana bölgemizde yoğunlaşmış, şu ânda da, içinde bu Büyük Hesaplaşmanın ideolojik ve siyasî muhtevasını barındırır şekilde “Bölge Savaşı” olarak sınırımıza dayanmıştır. Bölgemiz açısından bakıldığında bu savaş, uluslararası güçler ve o güçlerin Taşeron Örgütler’iyle, bunlara direnen Millî Güçler arasındadır. Direnişin temelinde ise İslâm var. 22 Temmuz 2014 tarihi, bizim için 99’da başlayan Devrim Süreci’ne ait yeni bir safhanın habercisi niteliğindeydi. 29 Kasım’a ise bu safhanın başlangıç tarihi diyebiliriz. “Adalet Mutlak’a” çıkışıyla başlayan bu safha, “Adalet” kavramının mânâsı açısından muhakkak ki içinde “hesaplaşma”yı da barındırmakta. Makbul olan adalet, hızlı tecellî eden olduğuna göre, hesaplar da seri görülecek demektir. Büyük Hesaplaşma içinde, her kesimin ve herkesin gireceği bir hesaplaşmanın neticesi, “af” veya “cezalandırma” olabileceği gibi, “iade-i itibar” veya tersi de olabilir. Bu safhada tarihin biriktirdiği problemler serî bir şekilde ve Mutlak Adalet’e nisbetle çözüleceği bizce bir bedahet. 29 Kasım Konferansı’nın bize ihtar ettiği bir hakikat olarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki; bu hesaplaşmanın neticesinde zihinler Batıcı ideolojik ve siyasî kirlilikten arınmış olarak herkes hakkına düşeni, vicdanı mutmain olmuş bir şekilde alacaktır. Adalet, hükümranlığın en temel vasfı olduğuna göre, devrimin bu safhası Mutlak Hükümler’in uygulanacağı ve İslâm’a nisbetle hükümranlığın tesis edileceği bir safha olacaktır. Bizim inancımız bu yöndedir. Şu ân zihinler, öyle veya böyle, Batı propagandası tarafından kirletilmiş durumda olduğundan dolayı Millet adına söz söyleme konumunda bulunan insanlardan, hem ülkemiz hem de bölgemiz adına pek bir fayda gelmeyeceği gayet açık. Bu insanlar ister orduda, ister siyasette olsun. 29 Kasım’da, söz söyleme ve icrâ konumunda bulunanların “reel politik”ten dolayı “yapılması gereken”i yapamayabilecekleri tesbit edilmiş, “lider – toplum” ilişkisi içinde de “yapılması gerekenler”i yapabileceklere, bu konumda bulunanların müdahil olmamaları gerektiği ihtâr edilmiştir. Demek ki, bugüne kadar yaşanan problemlerin çözümsüz bırakılmasının en önemli sebebi, toplumun önünde Lider konumunda bulunan insanların içinde bulundukları şartlarla birlikte, onların topluma, olması gerekene nisbetle, herhangi bir ideolojik ve siyasî şuur verememeleri olarak da karşımıza çıkmakta. Anlaşılıyor ki, işin korkaklığı da aşan bir tarafı var. O da, bu önderlerin, isteseler de topluma verebilecek herhangi bir şeyleri olmaması. Korkaklığı da içine alan şekilde, şu tesbitleri yapmamızda fayda var; Bir Millet, bir takım şeylerden korkuyor ve kaçıyorsa, bunun sorumlusu, daha çok liderlerdir. Tarihte de bu duruma bir çok misâl bulabiliriz. Önderlik etme durumunda olan insanlar umutsuzluklarını, korkularını ve bezginliklerini dışa aksettiriyorlarsa eğer, bu durumda Milleti suçlamak, sadece yapamadığını perdelemek anlamına gelir. Konuşmalarında ve yazılarında önderler bu durumlarını dışa aksettirdiklerinde, yapılacak iş suçu topluma atmak değil, hedef göstermekten, hareketi hedeflendirmekten ve ruhî bir motivasyon sağlamaktan aciz bu önderleri bir şekilde etkisizleştirmektir. Millete suç atanlar, aslına bakılırsa çoğu zaman ne yapacağını bilmez kendi durumlarına, korkaklığına ve risk alamayan karakterlerine kızıyorlar. Diyebiliriz ki, üç aşağı beş yukarı her millet aynıdır; başındaki adam kendisine birşey verebilecek durumda olmaz ve cesaretle doğru hedef göstermezse, yürümez, yerinden bile kımıldamaz. Bilme ve yönlendirme konumunda olan insanların doğru hedef gösterememesi ve ruhî olarak toplumu hazırlayamaması, her meselede kafa karışıklığının ortaya çıkmasına sebebiyet vermektedir. Bu durumda rahatlıkla şunu söyleyebiliriz, işler karmaşık bir hâle geldiğinde bu karakterdeki liderlere kesinlikle güvenilmez. 29 Kasım Konferansı’ndan bizim anladığımız hususların başında yukarıda altını çizmeye çalıştığımız bu liderlik mevzuu gelmektedir. Diğer taraftan ise, bir idarenin veya rejimin meşruiyetinin bizim açımızdan kaynağının ne olduğudur. İBDA Mimarı, eserlerinde derinliğine izâh ettiği bu durumu 29 Kasım’da şöyle ortaya koydu; “Beni idare ederken neye dayanıyorsun? Bana birşey söyle ki, ikimiz arasındaki ortak birşey olsun o. O ortak birşey, müslüman için -ister idare et, ister idare edil- Allah ve Resûlü’nün Hükümleridir. Hiçbir düşünce, kendi “mutlak”ını getiremediği için, kendi de beşer ürünü bir “eser” olduğu için, orada, başa geçtiği ânda da, gene idare etme hakkında değil aslında!” Bu ifâdelerden anlıyoruz ki, mesele, iktidarda bulunan şahıstan ziyâde, o şahsın hangi hükümlere nisbetle hükmettiğidir. İslâm’ın Tatbik Sistemi demek olan İslâma Muhatap Anlayışın, yani Büyük Doğu – İBDA’nın dışında hiçbir hâkimiyeti kabul etmememiz gerektiği gibi, hiçbir idareye de insanların nazarında meşruiyet kazandırıcı hâl ve hareketler içinde bulunmamamız gerektiği gayet açık. Verilebilecek meşruiyet ise, ister liderlik bazında, isterse hükümet bazında olsun, sadece ve sadece “reel politik” çerçevesinde gösterilecek bir “anlayış”tan ibarettir. Yani, içinde bulunduğu durumu anladığını söylemek… Adaletin tesis edileceği ve bunun için de bütün defterlerin açılıp hesapların görüleceği bu safhada, zihnimizi kirlenmişlikten arındırabilmek için bu hususları net bir şekilde ortaya koymamız gerekir. “Reel politik”ten dolayı “eli kolu bağlı bir hükümet”in arkasında “anti emperyalist” olarak bulunamayacağımız gibi, havada uçuşan “Batı karşıtlığı”na dair lâfların peşinden gitmeyeceğimiz de gayet açık. Bizim açımızdan böylesi bir “Batı karşıtlığı” ya bir çadır tiyatrosudur yada korkudan veya “reel politik”ten söylediğini yapamıyordur. Bunun, “verilen bir kredi” mânâsına “reel politik”ten kaynaklandığı, anlayış gösterilerek tesbit edilmiş. Bundan daha öte bir beklenti içine girmek, bizim için zaten mümkün değil. “Yeni Dünya Düzeni buradan başlayacak” dedikten sonra, artık kurtuluşun ciddiyeti ve devrimin dostları ve düşmanları bu mânâya yakınlıkları ve uzaklıklarıyla ölçülür. Mevcut düzenin sahibi Batı, bütün unsurlarıyla hâlen saldırılarına devam ederken, Yeni Dünya Düzeninin dostları da bu saldırıya karşı çıkanlar olurken, düşmanları da bu saldırının işbirlikçileri olarak kendilerini göstermekte. Bu noktadan baktığımızda; “Bütün dünyaya, bütün insanlığa sunulabilir bir ideolocyan yoksa; bir de tek tek her ferde sunulabilir nitelikte bir ideolocyan yoksa, senin fikrinin “fikir haysiyeti” yoktur.” (Salih Mirzabeyoğlu, 29 Kasım Konferansı) Böyle bir ideolocyanın siyasetteki tabiî görünümünün de bütünleşmeyi hedefleyici ve sağlayıcı olması gerekir. “Yeni Dünya Düzeni buradan başlayacak” demekle, “Anadolu Birliği bu anlayışta sağlanacak” demek arasında da bir fark yoktur. Hâliyle de kendinde bütünleşme iddiasında bulunan bu sesin, Adaleti bir hesaplaşmadan sonra tesis edeceği tartışılmaz. Dolayısıyla da bu anlayış dışında herhangi bir yere ümit ve korku bağlamak bizim için yapılabilecek en büyük yanlışlıktır. Bunu bu şekilde tesbit ettikten sonra, Yürüyen Büyük Doğu’nun nitelikleri kullanılarak bugüne kadar sahtelerinin kesimlerin ümit ve korkularına hitâb ederek iktidarda kaldıklarını da söylememiz gerekir. Kesimlerin ümit ve korkularına hitâb edebilen ve böylece Batı yararına iktidarlarını bugüne kadar devam ettiren insanların kurdukları bu Çadır Tiyatrosu’nu yerle bir etmenin yolu, bu sahteliği bütün çıplaklığıyla açığa çıkartacak, “asıl”ı göz plânına dikmekle mümkün. Söz konusu aslın, tanıtıcı vasfı da, her kesimden insanların tek tek kendilerini ifâde edebilecekleri ve böylece bütünleşmeye doğru adım atacakları bir “bünye” ifâde etmesi. Bu da bir hesaplaşmayı beraberinde davet etmekte. Böyle bir hesaplaşmaya, her kesimi ve tek tek her insanı zorlamak, -29 Kasım’da olduğu gibi-, bu Çadır Tiyatrosu’nu yerle bir etme sürecinde her kesiminin verimini de bu bütünleşmeye dahil etme isteğindendir. Bu da samimiyetin bir göstergesidir. Samimi olarak bu davete icabet edildiğinde ise, bu bünyeye varlığınla katılmak söz konusudur ki, bu, bünyeye uymayan tarafını da dışarıda bırakmakla gerçekleşir. “Teknoloji, sahte ruhçuluğu ortadan kaldırmış, böylece gerçek ruhçuluğa yol açıldı” İBDA Mimarı’nın 29 Kasım’da söylediği bu söze nisbetle şunu söyleyebiliriz; 2002’den beri “stratejik ortaklık” çerçevesinde yaşanan iç ve dış siyasî gelişmeler, sahte kurtuluşçuların foyasını meydana çıkartmış, böylece gerçek kurtuluşçuluğa yol açılmıştır. 29 Kasım Konferansı’nın bizim için ifâde ettiği diğer önemli mânâ da budur. Bugüne kadar, ismi ne olursa olsun, sahte kurtuluşçu anlayışlar bünyesinde birilerinin yararına olarak oluşturulmak istenen bütünleşme sağlanamamış, şimdi, 29 Kasım’la gerçek bütünleşmenin sağlanacağı asıl kurtuluşçuluğa yol açılmıştır. Tabiî ki bu da hesaplaşmayı davet etmekte. Belki de, bugüne kadar bütünleşme ihtiyâcından dolayı mevcut durum her kesim tarafından desteklendi. Herkesimi içine alacak şekilde ümit-korku, pazarlık ve beklenti ortamı oluşturuldu ve bu ortam yüzünden de dağılmadık, çözülmedik kesim kalmadı. Peki bu işin sırrı nedir? Bu işin sırrı, her kesim için kendilerini Ehven-i şer pozisyonunda tutmayı başarabilmeleridir. “Tamam, bu adamlar yaramaz ama bu adamlar giderse falâncalar gelir” hissi, istisnasız her kesimde mevcuttu! Beklenen ve oyunu bozabilecek ise; “gelirse gelsin!” diyebilecek güçlü bir ses idi. 29 Kasım’da bu ses Haliç’ten duyuldu. Bu sesten en çok rahatsız olan ise, “filânca gelir” diye, oyunculara baskı uygulamaya çalışan bütün kesimlerin seyircileriydi. İnandığını iddia ettiği değerlere nisbetle bugüne kadar işlenen suçları şeytani teselliler ile örtmeye çalışan ve bu suçların cezasız kalması için hak suretinde onun bunun peşinde hareket eden muvazaacı tipler… Bu Çadır Tiyatrosu’nu bugüne kadar devam ettirenler de aynı kişilerdi. Çünkü, yaşadığımız bu dönem insanların koparmak istemediği, hatta bir çoğunun daha yeni yeni tadına vardığı menfaat ilişkileriyle dolu. Bu menfaat ilişkilerinde din, ideoloji, siyaset, hepsi bir araç. Böyle olduğundan dolayı “sözün bittiği yer” denildiği hâlde söz hiç bitmiyor, “cici demokrasi” onun için bir din gibi algılanıyor. Çadır Tiyatrosu’na bu açıdan baktığımızda oldukça verimli bir toprak diyebiliriz. Bugüne kadar Güneydoğu, Irak’ın Kuzeyi ve Suriye gibi ve Amerika’nın taşeron örgütler üzerinden Anadolu’ya saldırısı gibi esas meseleler, hep, bu Çadır Tiyatrosu üzerinden örtüldü. Bu esas meseleler ortaya çıkmasın diye kavga ediyor görüntüsü altında didişmeler körüklendi. İş kavgaya geldiğinde ise, didişen taraflar sırra kadem bastı. Didişmeyi körükleyen bu seyirci takımının tek bir işlevi var; o da Çadır Tiyatrosu’nun devamını sağlamak. Ruh hâlleri ise, “reel politik” içerisine hapsolmuşlardan farklı değil. Hangi kesimden olursa olsun, bu işe yaramaz tayfa, dostunu ve düşmanını bu Çadır Tiyatrosu’na göre belirler. Bir adam bize tersse, fakat düşmanımızla savaşıyorsa bu bizi rahatsız etmez. Ama, Çadır Tiyarosu’ndan nemalanan didişmeci bu seyirci takımı hemen devreye girerek Esas Düşmanla savaş için belki de oluşabilecek bir bütünleşmeyi engellemek için size zıt olup, fakat düşmanımızla savaşan adamla sizin aranızdaki ayrılık noktalarını kaşımaya başlarlar. Çünkü bunlar oyunun neticesine etki etmedikleri gibi, bozungu ve bölücü olup, her türlü bütünleşmenin karşısındadırlar da. Ne gariptir ki, bunu hak ve hakkikat kisvesi altında yaparlar. Hesaplaşmanın belki de ilk merhalesi bu seyirci takımıyla olacaktır. Bu seyirci takımının genel karakteri, siyasette “düşmanımın düşmanı dostumdur” şeklinde değil de “düşmanımın düşmanı, benim de düşmanımdır” şeklinde ortaya çıkar. Genelde de Amerika’nın veya onun kurduğu Çadır Tiyatrosu’nun düşmanı bu seyircinin de düşmanı olur. Doğru tavır ise, senin Baş Düşmanınla (dünya düzeninin patronuyla) savaşan bir hareket Baş Düşmana ortaya koyduğu tavırdan dolayı, isterse düşmanın olsun desteklenir. Bunu, bir müttefiklik içerisinde söylemiyoruz; doğru siyaset mânâsına siyasî ve ahlâkî bir tavır alma olarak işaretliyoruz. Burada soğukkanlılık, öfke gibi bir çok etken devreye girdiğinden bu didişmeci seyirci hemen harekete geçerek sizin bu duygularınıza hitâb eder. Eğer nefret kontrolünüz sağlam değilse, Asıl Düşman’a duyduğunuz öfkeyi gözden kaçırarak, bu didişmeci, seyirci takımının kayığına binebilirsiniz. O zaman da bütünleşmenin ideolojik ve siyasî merkezine gelmek için adım atan “kaliteli adam tipi”nden nefret eden bu seyirci takımıyla, farkında olmadan aynı hizâda görünebilirsiniz. 29 Kasım Ruhu bize bu safhada bunların hepsine birden dikkat etmemiz gerektiğini ihtar ediyor. Gelinen nokta itibariyle, hiç kimsenin söyleyecek sözü kalmadığından dolayı, işler kuru sloganlar etrafında didişmeye döküldü. Söylenecek söz olmadığından dolayı yaşanan bu didişmeler esnasında en çok duyduğumuz cümle ise “sözün bittiği yerdeyiz” ifâdesi olmakta. Fakat, yapılması gerekene dair herhangi bir fikir- imaj olmadığından ötürü, söz de bir türlü bitmiyor. İşte, 29 Kasım Koferansı “sözün bittiği yer”in bir adım ötesine geçerek, yapılması gerekene dair olan sözü söylemiştir. Bu noktada da her kesimi söylediği sözün altını samimiyetle doldurmaya davet etmiştir. Ayrıca, Yürüyen Büyük Doğu olarak İBDA Mimarı, İBDA’nın yok sayıldığı bir sahte Büyük Doğu projesini yırtıp atacağını da, Tarihî Konferans’ının bütün havasına hâkim bir tavırla, ilgili olan herkese hissettirmiştir. Bu tavrı ortaya koyarken de “müslümanlar” genellemesiyle dili İBDA’dan gözüküp, İBDA’nın gölgesi altına sığınarak haksızlık, hırsızlık, işbirlikçilik, vatan ve millet düşmanlığı yapan adamların üzerinden çekip almış ve artık onların bu dili örtü olarak kullanamayacaklarını ve onu istismar edemeyeceklerini en üst seviyeden, ilgili herkese ihtar etmiştir. Bunun karşılığında da, İslâm’ı eleştirmek isteyenlere, bu kötü örneklere bakarak değil de, bizzat İBDA’ya bakarak bunu yapmalarını söylemiştir. Çünkü, nerede bir hırsız, işbirlikçi ve vatan haini varsa, suçüstü yakalandığında “Allah”, “Peygamber” diyerek işi hemen İslâm’a havâle ediyor ve kendisini suçüstü yakalayanın da hemencecik “Allah ve Peygamber düşmanı” ilan etmekten çekinmiyor. Sanki, -haşâ- Allah bunlara, “kimseye hesap verme, ben seni idare ederim” demiş ve senet almış… Müslüman kisveli bu adamların yaptıklarından dolayı da, toplumun geniş bir kesiminde zamanında başka ideolojilere ve inançlara olduğu gibi, bugün de İslâm’ karşı bir alerji oluşmaya başladı. Onun için de, Allah’a ve Resûlü’ne iftira atan bu adamların yaptıklarının İslâm’la alâkası olmadığı açığa çıkarılmalıydı. 29 Kasım’da İBDA Mimarı, ortaya koyduğu tavırla bu dili onlar üzerinden çekip alarak bu durumun açığa çıkmasını sağlamıştır. İslâm’ın tenkid edilecekse kendisine bakılarak edilmesini söylemesi, zaten bu kötü örneklerin de dışta kalmasını kendiliğinden sağlamıştır. Dolayısıyla da 29 Kasım’ı, adalet’in sağlanması için hesaplaşmanın başladığı tarih olarak anlamamız yanlış değil. Çadır Tiyatrosu’ndan nemalanıp mevcut durumun devam etmesini isteyelerin yaşadığı panik havası ortaya konulan bu ayırımdan kaynaklanmakta. Bugüne kadar bu ayırım yapılmadığından dolayı müslüman kılığına bürünmüş işbirlikçi, vatan haini ve hırsız tipler, İslâm dışı çevrelere karşı hep bizim şemsiyemiz altında görünüyorlardı. 29 Kasım’da ise, İBDA bu örtüyü onların üzerinden çekerek “müslüman” genellemesiyle yapılan bütün yanlışlıkların önüne ket vurmuştur. Siyasette, “müslümanım” dedikten itibaren her haltı yiyemeyeceğin ve önünde akan suların durmayacağı 29 Kasım’la birlikte tebliğ edilmiştir. Bugüne kadar, Batı işbirlikçiliğinin korkusu, “müslüman” genellemesi ve bu genellemenin insanlar üzerinde oluşturduğu etkinin dağılmasıydı. Bu yüzden, bir ihanetten, İslâm adına yapılan bir yanlıştan bahsettiğiniz ân size, linçe varacak şekilde saldırmışlardır. Çünkü sizi Çadır Tiyatrosu’nda oynanan oyunun bozguncusu olarak görürler; “Niçin siz bu oyunun devam etmesi için en azından ‘yedek’ görevi görmüyorsunuz?” Bugün birileri için safların daha da netleşemeyeceği bu şartlarda, İBDA Mimarı, 29 Kasım’da gerçek kurtuluşun iç savaş durumunun yaşanmadan da olabileceğinin reçetesini sunmuştur. Bu durumdan ise, safları iç savaşa göre düzenlenen uluslararası güçlerin rahatsız olacağı gayet açık. İç savaş durumunu minimize edebilmek gayesiyle de İBDA Mimarı herkesin kendisini sonuna kadar ifâde etmesi, anlatması ve izah etmesi gerektiğini söyledi. Bu durumdan kaçarak, kavga adı altında sadece didişmeyi önceleyenlerin İBDA mimarının sunduğu bu fırsatı değerlendirmeyip, Batı saflarında Anadolu’nun parçalanması için görev ifâ ettiklerini ve edeceklerini söylememiz yanlış olmasa gerek. Bu noktada da eğer ki Anadolunun kurtuluşu için bir iç savaş çıkacaksa, bu savaşın tarafları, Batının Anadoluyu parçalamak için kullanacağı taşeron örgütler ve İBDA anlayışı çerçevesinde Anadolu Bütünlüğü için parçalanmaya karşı çıkacak olan Milli Hareketler olacak. 29 Kasım Konferansı ise Batının Anadoluyu parçalamak için kullanmayı düşündüğü yapılanmaların bütünleşmekten yana olan bütün kesimler içindeki zehirli etkilerini kırmak için atılmış çok önemli bir adım olarak değerlendirebiliriz. Şu ân yaşanan bütün gelişmelerin değerlendirilmesinde 29 Kasım Konferansı bizim için nisbet noktası oluştururken, bundan sonra atacağımız adımlarımız için yol haritası işlevine de sahip. Ülke içi ve ülke dışı problemlerin çözümüne dair büyük bir hesaplaşma ve bu hesaplaşmanın tabiî bir gereği olarak büyük bir savaş, ihtiyâç olarak sokaktaki adama dahi hissettiriyor. Kördüğüm olmuş problemlerin çözümünün “çözerek” gerçekleşmeyeceği, bu kördüğümün ancak kesilerek çözülebileceği, neredeyse herkesin kabul ettiği bir yöntem olarak kendisini dayatmakta. Bu yöntemin Kumandan Mirzabeyoğlu’nun Konferansında mevzu ettiği misâl çerçevesinde Kral Richard kabalığında mı, yoksa Selahaddin Eyyûbî inceliği ve idrakinde mi kullanılacağı 29 Kasım’dan sonra, sanki herkesin tercihine kalmış gibi. Hangi yöntem kullanılırsa kullanılsın Adalet için hesaplaşma mutlaka olacak!.. Ali Osman ZOR ADIMLAR Dergisi – 1 Ocak 2015

ALİ OSMAN ZOR, HOLLANDA NOS TV’YE KONUŞTU

Ali Osman ZOR: “İSLAM BİRLİĞİ BİR ŞEKİLDE KURULACAK” Hollanda Devlet Televizyonu NOS, ADIMLAR Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Sayın Ali Osman ZOR ile bir röportaj gerçekleştirdi. NOS Tv Muhabiri Lucas Waagmeester’ın ısrarları üzerine Tarihi Kongre günü olan 29 Kasım 2014 Cumartesi günü Haliç Kongre Merkezi’nde gerçekleştirilen bu kısa röportajın görüntülü kaydını izleyebilirsiniz. Röportaj öncesinde 15 Kasım 2014 Cumartesi günü dergimize gelen Waagmeester ve ekibi, yapılan ön görüşme neticesinde İBDA ve Kumandan Mirzabeyoğlu hakkında edindikleri bilgiler sonrası Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun vereceği konferansa katılma isteklerini ısrarla beyan etmişler ve bu Tarihi Gün’de de Haliç Kongre Merkezi’nde hazır bulunmuşlardı. Konferans öncesi eğer mümkün olursa Genel Yayın Yönetmenimiz ile bir de röportaj yapmak istediklerini ifâde eden NOS temsilcilerine, bunun, Sayın ZOR’un yoğun olmasından dolayı mümkün olmadığı söylenmiştir. Konferans günü NOS Televizyonu’nun karşılaştığı kalabalık karşısında bir televizyoncu refleksi göstererek ısrarlarını arttırması sonucunda Genel Yayın Yönetmenimizle röportaj yapma fırsatını bulmuş ve ayaküstü kısa bir söyleşi gerçekleşmiştir. Konferanstan iki hafta önce dergi büromuzda gerçekleşen ve Hollandalı gazetecilerin İslâm Mücahidlerini, İBDA Merkezi’nde Türkiye’nin Misyonu’nu anlama ve kendi akıbetlerini, Batı’nın istikbâlini öğrenebilmek merakıyla sordukları sorular ve Ali Osman Zor’un açık yüreklilikle verdiği cevaplar karşısında gerçekleşen bu röportaj, Batı’nın bilmek istediklerinin özeti mahiyetinde cevaplara hâizdir. VİDEO

SALİH MİRZABEYOĞLU 29 KASIM 2014 KONFERANS HABERİ İHA

16 yıl sonra sevenleriyle buluştu İslami Büyük Doğu Akıncıları Cephesi (İBDA-C) örgütünün lideri olarak yargılandığı davadan tahliye edilen Salih Mirzabeyoğlu, 16 yıl aradan sonra ilk konferansını verdi. Haliç Kongre Merkezi’nde ‘Adalete Mutlak’a Yaşanmaya Değer Hayat İçin’ konulu konferans veren Mirzabeyoğlu, ‘Yaşasın Kumandan Mirzabeyoğlu’ sloganlarıyla karşılandı. Mirzabeyoğlu, burada katılımcılara yapacağı hitap öncesinde bir gazetecinin daha önce yaptığı bir habere atıfta bulunarak, “Silahlar sustuğu zaman ne konuşacağız demiştim ya, buna dair bir misal vereyim. Cevat Rıfat Atilhan, bizim kuşak iyi tanır onu ama gençleri bilmiyorum. Yahudilik ve Masonluk bahsinde çok eser vermiştir ve bu işinde biraz alınması bakımından suyu çıkmıştır. Onun üstüne duracağım” dedi. Mirzabeyoğlu, “Onun Yahudilik üzerine kitapları halkta öyle bir hale döndü ki uyuz ilacı gibi oldu kitapları. ‘Onu yapma sakın masonların oyunudur’, ‘Aman bunu yapma masonların oyunudur’… Ama çok sonra bizim üstat ile olan beraberliğimi sırasında ben bir takım şeyleri üstada söylerken bunu da araya sıkıştırdım. Üstadım o Mason oyunudur, bu Yahudi oyunudur. İş öyle bir hale geldi ki acaba kimse bir şey yapmasın diye bunları da mı Yahudi yayıyor” diye konuştu. Mirzabeyoğlu, daha sonra katılımcılara yaşam deneyimlerini anlatarak tecrübelerini paylaştı. MURAT DELİCE / iha.com.tr

Der Spiegel, Ali Osman Zor İle Röportaj Gerçekleştirdi

Almanya ve Avrupa’nın köklü yayın organı Der Spiegel dergisi temsilcisi, bugün, Adımlar Dergisi merkezine gelerek bir röportaj gerçekleştirdi. Adımlar Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Sayın Ali Osman Zor ile röportajı gerçekleştirilen kişi ise, Der Spiegel yazarlarından Maximilian Popp. Maximilian Popp’un, yayınlanacak geniş kapsamlı bir makâlesi için Almanya’dan gelerek gerçekleştirdiği ziyaret ve görüşme sırasında görüntülü olarak kaydedilen röportajı, siz değerli okuyucularımız için http://www.adimlardergisi.com sitemizde ilk fırsatta yayınlayacağız.

ADIMLAR DERGİSİ 2. SAYISI ÇIKTI

Kıymetli okuyucularımız ve takipçimiz olan gönüldaşlarımız dergiyi temin ve abonelik için aşağıdaki iletişim bilgilerinden bize ulaşabilirler. Adres: Hürriyet Mahallesi Dr. Cemil Bengü Caddesi No:48/3 Çağlayan – İSTANBUL Telefon: (0212) 234 27 10 GSM: 0538 730 73 73 – 0544 487 19 99 Mail: adimplatformu@gmail.com

VİDEO: CNN INTERNATIONAL, ALİ OSMAN ZOR RÖPORTAJI

Amerikan CNN International televizyonunun 18 Ekim 2014 tarihli, Adımlar Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Sayın Ali Osman Zor ile gerçekleştirdiği röportajın video kaydı. Söz konusu görüntülü röportajın metni en kısa sürede yayınlanacaktır.

ADIMLAR DERGİSİ ÇIKTI

ADIMLAR Fikir Kültür Siyaset Platformu’nun hazırladığı aylık dergi bugün çıkan ilk sayısıyla yayın hayatına başladı… ADIMLAR Dergisi’nin ilk sayısının kapak konusu “İşgâl ve TELEGRAM”… Genel Yayın Yönetmenimiz Sayın Ali Osman Zor’un gerçek gündeme dair değerlendirmelerinin yer aldığı yazısının başlığı; “IŞİD Sen Oradan, Biz Buradan!”… Gökhan Yamangül’ün, son 12 yılını 12 madde ile değerlendirdiği AKP icraatları ise ilk sayımızın Dosya konusu… Dergimizde yer alan diğer makaleler ise şöyle; – “Ortadoğu’da Amerika’nın İşi Ne?” – Bâki Aytemiz; – Bir Koyup Üç Alamamak – Şamil İğde – Devrim Ordusu – Tufan Ersöz – Selâm size!.. Size selâm! -Selâm Bahsine Dair- Zeliha Arslan – İslâm ve Devlet – Mehmet Şakiroğlu – Babaanne İrfânı mı Demiştiniz? – Salih İlmer – Oturma Odalarımız, Gençler ve Bonzai – Sami Oğuz – Ahlâk Fikrine Dâir Varoluşçu Bir Perspektif – Cem Türkbiner – Arthur Rimbaud – Av. Ahmet Arslan – Süleyman Nazif’ten Kalanlar – Hakan Yaman – Finansallaşma Üzerine İktisadî ve Siyasî Notlar – Mehmet Yüksel Ayrıca Kültür Sanat haberlerinin ve değerlendirmelerinin yapıldığı sayfaları yanında yazarımız Hakan Yaman’ın kaleminden “Bir Yalnız Akşam” başlıklı şiirini de okuyabilirsiniz. Fikir-Kültür ve Siyaset olarak çalışmalarını sistemli olarak yürütmek arzusunda olan ADIMLAR, bu çerçevede Ekim 2014 Faaliyet Programını da dergi sayfalarında yayınlamıştır… Yayınlanan programların dışında gerçekleştirilecek spontane faaliyet ve eylemler hakkında bilgi edinmek için http://www.adimlardergisi.com internet sitemizi takib edebilirsiniz. Kıymetli okuyucularımız ve takipçimiz olan gönüldaşlarımız dergiyi temin ve abonelik için aşağıdaki iletişim bilgilerinden bize ulaşabilirler. Son olarak bu ilk sayımızın önsözünde zikrettiğimiz şu hususa dikkatinizi çekmek istiyoruz; Günümüzde yaşanan savaş şartlarında, Adımlar’ımıza ayakbağı olacağına inandığımız ân, dergi faaliyetine son verebiliriz. Kıymetli okuyucularımızın ve gönüldaşlarımızın bunu bilmesi gerekir. Adres: Hürriyet Mahallesi Dr. Cemil Bengü Caddesi No:48/3 Çağlayan – İSTANBUL Telefon: (0212) 234 27 10 GSM: 0538 730 73 73 – 0544 487 19 99 Mail: adimplatformu@gmail.com ADIMLAR

HER PARLAYAN ŞEY PIRLANTA DEĞİLDİR

Dünya siyasetinde oyun kuran merkezî güçlerin zayıflaması, yerel ve uluslar arası ölçekte yeni aktörlerin ve örgütlerin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Sistem dışında gelişen bu yapıların, sistemi dışarıdan zorlaması, bugün için “güçler dengesini” önemli ölçüde değiştirmiştir. “Güçler dengesi”nde bir nevî eşitlik sağlandığından dolayı, uluslar arası veya yerel herhangi bir meselenin, eski mantık kurguları ve alışkanlıklarla değerlendirilmemesi gerekmektedir. Amerika’nın tartışmasız en büyük güç kabul edilip, onun omuzbaşından yapılacak uluslar arası veya yerel meselelere ait değerlendirmelerle, ne dünya siyasetini, ne de ait olduğumuz coğrafyada güvenlik-güç ilişkileri başta olmak üzere, diğer gelişmeleri anlamamız pek mümkün olmaz. Çünkü yaşadığımız dönem, “tek kutuplu dünya” yalanını çoktan yutmuş ve geride bırakmış; iki, üç, hatta dört kutbun aynı anda etkili olduğu bir dönemdir. Şartlar; eski alışkanlıklarla, yani Amerika’nın omuzbaşından hadiseleri değerlendirenlerin, bulunduğumuz coğrafyada daha fazla yaşayamayacağını, bir müddet sonra yok olup gideceğini ihtar etmekte. İktidarı boyunca AKP, kendine ve kendisinin ait olduğu Büyük Doğu Coğrafyası’na dinî, tarihî, kültürel ve milli birliktelik gereği olarak değil; Batı yararına “yakın” durdu. Haliyle, hükümetin kullandığı politik dil şeklî olarak bu coğrafyaya aitmiş gibi gözükse ve kitlelere örülen medya ağıyla öyle algılatılsa da, muhteva ve hedefler açısından Batı düşünce yapısının içindedir. Bu politik dilin öngördüğü hedefler ise, Batı düşüncesine nisbetle yapılmış stratejik planların içine yerleştirilmiştir. BOP, bu “stratejik plan” dan süzülme bir “tatbik edilmesi gereken” iken, hükümetin özellikle dış politika hedefleri de bu projeyle birlikte belirlenmişti; yani, BOP’un içindeydi. İç politikada oluşturulan bağımsız imajı ise, hükümetin dış hedeflerine ulaşmasını kolaylaştırmak gayesine matuftu. Sistem dışında gelişip, sistemi zorlayan yeni unsurların özellikle bölgemizde ortaya çıkışları, iktidara yapılan bazı makyajların da akmasını sağlamıştır. Bu makyajların en önemlisi, AKP’nin özellikle ikinci dönemi ve üçüncü döneminin başlarında sıkça propagandası yapılan, “oyun bozan – oyun kuran” meselesi… Peki, bu hususun hiç mi gerçekliği yok; bu propaganda tamamen yalan üzerine mi kurulu? 2003 Irak istilasıyla pratiğe geçirilen BOP’u hiç aklınıza getirmezseniz, tabiî ki o zaman bu propagandanın gerçek olduğundan söz edebilirsiniz. Fakat; Kuzey Atlantik Gücü tarafından “yüzyılın projesi” olarak tanımlanan BOP temelli baktığınızda ise, “oyun bozma” ile kimin oyununu bozmanın kastedildiğini; “oyun kurmadan” ise, “kurma”nın kimin adına gerçekleştirildiğini anlayabilirsiniz. Bölgemize Irak’la başlayan Kuzey Atlantik Gücü öncülüğündeki Batı istilasına karşı gösterilen, ister halk, isterse devlet çapındaki direnişler, BOP’un hedeflerini daha bir görünür hale getirirken, hükümetin “oyun bozan” makyajını da bozmuştur. Bozulan ve kurulan “oyunların” tamamı BOP kapsamında değerlendirilmeli; Haziran başında hızlanan İslam temelli ve tüm bölgemizi içine alan Devrimci Kurtuluş savaşına hükümetin “destek” algısı oluşturmak için sessiz kalmasını da; 1- Başlatmadığı ve hatta bilgisi dışında gerçekleşen bir hamleye, neticesinden emin olmadığı için “bekle gör” politikasıyla yanaşması, 2- Sessizlik içinde “destek” algısı oluşturarak, milletin hafızasında hala tazeliğini koruyan 2003 ihanetini “yumuşatma” gayreti olarak görülmelidir. 12 yıl boyunca bozulan “oyunların” BOP karşıtı güçlerin etkisizleştirilmesi ve akabinde yok edilmesi, kurulan oyunların ise, uluslar arası politikaların vahşice uygulanmasına aracılık edilmesi olarak anlaşılmazsa, kendisine yönelen tehlikenin önünü kesmek için Batı tarafından yıldızı parlatılan ve “tercih” edilen bu hükümet pırlanta zannedilebilir. Maalesef insanımızın büyük bir kısmı da öyle zannetmiştir. Meşhur Fransız atasözünde der ki; “Her parlayan şey pırlanta değildir.” Peki, gerçek pırlanta karartılarak, adi tenekeden başka bir keyfiyeti olmayan bu hükümetin, işlediği onca suça rağmen parlatılmasında rol oynayan sadece Batı dünyası mı? Kesinlikle hayır! Hükümetin kullandığı politik dil ile uygulamaları farklı olduğu halde, Erdoğan’ın hitabetinde kendini gösteren ülkeye ve coğrafyaya “yakınlık” bütün kesimleri etkilemiştir. Bugün bu etki azalmış gibi gözükse de, birinci ve ikinci dönemdeki gücü tartışılmaz. Etkisi itibariyle “bölücü” olan bu “hitabet” ülkenin muhafazakâr çoğunluğunun desteğini alırken, özellikle İslamcıların tamamına yakınını da kendisine râm etmiştir. Diğer taraftan ise, Erdoğan’ın “bölücü” etkisi olan bu hitabeti, tek parçalı hiçbir kesim bırakmamış; bütün kesimleri iki hatta üç parçalı bir konuma getirmiştir. Ordu, parti, örgüt, dernek, aile hatta AKP… Evet, şu an bizce AKP’de tek parçalı değildir. 2003 Mart tezkeresine hayır diyenler partiden ihraç edilmiştir ama, etkileri tam olarak kırılamamıştır. Şartlar oluştuğunda, AKP’nin bu parçalı yapısı ortaya çıkarak kendini gösterecektir. B. Arınç’ın şahsında çeşitli vesilelerle zaman zaman kendini gösteren sivri çıkışlar, bizce AKP’nin tek parçalı olmadığının önemli göstergelerindendir. İşte bu parçalanmışlık, AKP’nin parlatılmasını sağlayan Batı dünyası haricindeki ikinci önemli unsurdur. Hükümet, Erdoğan’ın “hitabetinin” sebep olduğu bu parçalanmışlık içinde her kesimden güçlü müttefikler bulmakta hiç zorlanmadı. Bu müttefikler, iktidara karşı kendi kesimlerinden geliştirilmeye çalışılan her türlü muhalif tavra karşı koyarak, hükümetin işini, başka hiçbir hükümete nasip olamayacak şekilde kolaylaştırdılar. Parlatma faaliyetini ise, hükümetin yanlış iç ve dış politik uygulamalarını kendisinin yapmadığı hatta yapamayacağı şekilde tevil ederek mükemmelen yerine getirdiler. Dost ve düşman tesbitini iktidara göre belirleyen ve kendi kesimi içindeki muhalif unsuru düşman kutbuna yerleştirilen bu “parlatıcılar”, Atatürkçülerden tutun da, İslamcılara kadar geniş bir yelpaze içinde her kesimde mevcut. Bu parçalanmışlık içinde ilk dikkati çeken, hükümete politik gerekçelerle verilen desteğin daha sonra “inat” üzerinden yürüdüğüdür. Bu inatlaşma neticesinde örselenen ise din, ideoloji ve siyasetin bizatihi kendisi olmuştur. Hakikat kaygısının alt sıralara düştüğü bu inatlaşma süreci, doğrudan doğruya liderlik üzerinden yürümüştür. Bizce hükümeti bugüne kadar ayakta tutan, işte bu liderlik üzerinden yürütülen inatlaşma süreci olmuştur. Aslına bakılırsa siyasetin lider üzerinden yürümesi AKP’den önceye denk gelir; bunun tarihi de 1999 yılıdır. İnatlaşma söz konusu olduğunda, “psikolojiyle” karşı karşıya olduğumuz çıkar meydana. Kastımız şimdi daha iyi anlaşılmıştır herhalde; 99’dan beri siyaset, ne tarih, ne sosyoloji, ne de herhangi başka bir unsur üzerinden değil, sadece liderlik kurumunda kendini gösteren ve adına “inatlaşma süreci” dediğimiz “psikoloji” üzerinden yürümektedir. AKP’nin sırrı bizce budur. İdeolojinin geride kalıp, liderliğin öne çıktığı bu son dönemlerde sempati ve nefret duygularının aynı şahıs üzerinde yoğunlaşması, o şahsın, toplumun bölünmesinde ne derece etkin olduğunu da göstermektedir. “Çalsa da Tayyip” diyenlerle, “doğru da yapsa desteklemiyorum” diyenler, aslında aynı “psikolojiyle” hareket ediyorlar. Liderin karizması azalıp, kitlelerin nazarında yok olmaya başladığında, bu inatlaşmanın seviyesi de düşebilir. Bu dönem gücüne güç katmaktan ziyade, mevcudu koruma derdinde olan T. Erdoğan’ın karizmasının yok denecek kadar azaldığını müşahade edebiliyoruz. Lider karizmasındaki bu düşüş, inatlaşma içinde bulunan kesimlerde bir “travma” meydana getirebilir. Bu travmanın etkisiyle de yeni arayışların gündeme gelmesi elzemdir. Bu arayış içinde kitleler bir ideolojiye veya yeni bir liderliğe bağlanana kadar muhtemeldir ki, bir nevî geçiş süreci olarak bizi bekleyen şey, “kaos” tur. Bu kaos sürecine kim ideolojik hazırlıkla girerse, merkeze de o oturacaktır. Gelişen hadiseler, başta da bahsettiğimiz gibi, sistem dışından sistemi zorlayan unsurların güçlü bir şekilde ortaya çıkacağının habercisi niteliğinde. Özellikle bölgemizde yükselişe geçen İslam temelli Devrimci Kurtuluş Savaşı, Türkiye’ye etkisiyle Tayyip Erdoğan’ın tahtını salladığı gibi, O’nu yeni tavırlar almaya zorlamakta. Şu aşamada Batı çizgisi dışına çıkarak Batı karşıtı bir tavır ortaya koyması artık pek mümkün görünmese de, Erdoğan’ın artık eski politik tavrıyla işleri idare edemeyeceği kesin. 2003 yılından bugüne, işgal altında bulunan Irak’ta direnişin bölgesel Kurtuluş savaşı şekline bürünmesi, AKP Hükümeti başta olmak üzere, bütün kesimleri etkileyecektir. Sömürgeye karşı ortaya çıkabilecek bir savaş önderliği, sadece ülkeyi işgalden kurtarmanın adımlarını atmayacak, bölgemizde taşları da yerli yerine oturtacaktır. Liderlik üzerinden bugüne kadar yürüyen siyasetin hâlihazırdaki tıkanan önünün açılmasının, yine güçlü bir liderliğin kendini göstermesiyle mümkün olacağı aşikâr. 99 yılından bugüne, gelişmeleri bu zaviyeden değerlendirdiğimizde, hem Kumandan Mirzabeyoğlu’nun niçin esir edildiği ve hala niçin içeride tutulduğunu daha iyi anlayabileceğimiz gibi, İBDA Hareketi ile bölgemize yapılan BOP saldırısı arasındaki diyalektik ilişkiyi de anlayabiliriz. Ali Osman ZOR NOT: Bu yazı 25 Haziran 2014 tarihinde sitemizde yayınlanmıştır. Önemine binaen tekrar yayınlıyoruz.

TÜRKBİNER’İN TV5’DEKİ AÇIKLAMALARININ METNİ

ADIMLAR Fikir-Kültür-Siyaset Platformu Sözcüsü, Gönüldaşımız Cem TÜRKBİNER’in, 9 Eylül 2014 Salı günü konuk olduğu TV5 Televizyonu’nda “Günden Yansıyanlar” programının sunucusu Kadir Öztürk’e yaptığı açıklamalar: Kadir Öztürk: Günden Yansıyanlar’da gündemi konuşuyoruz. Elbette ki Türkiye’nin birçok gündemi var. Hem uluslararası gündem, hem de Türkiye’nin farklı gündemleri. Yalnız bizim biraz daha özel olarak tutup çektiğimiz gündemlerden bir tanesi düşünceyle ilgili. Özellikle 28 Şubat sürecinde yaşanan mağduriyetlerle ilgili hassasiyetimiz TV5 ekranlarını takip edenler tarafından biliniyor. Bu anlamda Salih İzzet Erdiş, kamuoyunun bildiği, sizin bildiğiniz adla Salih Mirzabeyoğlu ile ilgili geçtiğimiz günlerde, yaklaşık iki ay önce -49 gün önce- bir tahliye kararı çıkmıştı: “Yeniden yargılanma”… 16 yıl aradan sonra “yeniden yargılama kararı” çıkmış Salih Mirzabeyoğlu’nun kendisi de tahliye edilmişti Bolu’dan. Biz de bunlarla ilgili gelişmeleri sizlere aktarmıştık sürekli olarak. Yalnız dün kendisiyle ilgili, kendisinin de dâhil olduğu başka bir dava ile ilgili bir infaz, daha doğrusu tutuklama kararı çıktı. “İnfazın devamı” ile ilgili bir karar çıktı. Bu konuyu bu bölümde konuşacağız… Değerli bir konuğumuzla birlikte… Adımlar Fikir-Kültür-Siyaset Platformu Sözcüsü Cem Türkbiner şu ânda konuğumuz… Hoş geldiniz. Cem Türkbiner: Hoş bulduk. Kadir Öztürk: Teşekkür ediyoruz. Kolaylıklar diliyoruz. Cem Türkbiner: Biz teşekkür ederiz. Kadir Öztürk: Salih İzzet Erdiş… Salih Mirzabeyoğlu dediğimiz zaman biraz daha net bir şekilde kamuoyu, izleyicilerimiz hatırlayacaktır… Dünkü kararla ilgili -hemen başlayalım- düzeltilmesi gereken bir nokta var. Kamuoyuna yansıdığı şekliyle. Bununla birlikte başlayalım… Evet buyurun. Cem Türkbiner: Evet, bugün özellikle gazetelerdeki haberde bir düzeltme yapmamız gerekiyor. Salih Mirzabeyoğlu’nun iki tane davası var. Bu “yeniden yargılama”, yani tahliye edildiği, serbest bırakıldığı… Kadir Öztürk: 49 gün önce. Cem Türkbiner: 49 gün önce serbest bırakıldığı davası ana davası… Metris’te 1999 yılının sonlarındaki isyan davasının karşılığı olarak tutuklama kararı çıktı. Bu iki dava birbirinden farklı… Yani yeniden yargılama kararı verilen ana davasının bir karşılığı olarak çıkmadı bu tutuklama kararı. Onu düzeltmek istiyorum. Kadir Öztürk: Yani iki farklı dava var. Cem Türkbiner: İki farklı dava var. Kadir Öztürk: Kamuoyunda böyle bir yanlış bilgi var. Mesela hemen önümde birkaç haber var. Mesela deniyor ki, “daha önce infazın durdurulması kararı alan mahkeme, tekrar infazın devamına karar verdi.” Bu doğru değil diyorsunuz. Cem Türkbiner: Aslında şöyle; o metin doğru ama Salih Mirzabeyoğlu’nun serbest bırakıldığı davanın değil. Yani Salih Mirzabeyoğlu iki davasından da “yeniden yargılama” aldı… Şimdi aslında mevzuu gelmişken, o garabeti belirtmek istiyorum… Bakırköy 3. Ağır Ceza Mahkemesi, bu “İsyan Davası”na bakıyor. Metris Cezaevi’ndeki “İsyan Davası”na bakıyor; 1999’daki. Bu mahkeme, Salih Mirzabeyoğlu ve yaklaşık 60 küsur insanın –İbdacının– oradaki isyan davasına “yeniden yargılama kararı” verdi. Yeniden yargılama kararını bir üst mahkeme olan 4. Ağır Ceza kabul etti ama onun uhdesinde olmamasına rağmen tutuklu olarak devam etmesini istedi… Şimdi, “yeniden yargılama” şu demek: Daha önce verilmiş kararda bir hata olabilir, bu dosya yeniden gözden geçirilsin… Bu da bir sürece yayılıyor tabii; üç ay, beş ay, bir sene, artık neyse… “Ama siz o sürede tutuklu kalın. Karar sizin lehinize gelişirse de, artık tazminat filan, bir şekilde…” Böyle komik, garabet bir durum söz konusu şu ân. Kadir Öztürk: Hukuken kabul edilemeyen bir şey. Avukatların yaptığı açıklamalar ortada. Cem Türkbiner: Tabiî ki! Kabul edilemeyecek bir şey. Yani, tekrar edeyim; “yeniden yargılama” demek daha evvelki yargının ötesinde yeni bulguların çıktığını, yani kararın hukukiliğinin tartışmaya açıldığı bir durumu belirtir. Şimdi böyle bir durumda tekrar tutuklama… Bu sadece Salih Mirzabeyoğlu’nu değil, 30 küsur İbdacıyı da etkileyen bir durum… Kadir Öztürk: Şu ânda tutukluluğu devam eden kişiler… Cem Türkbiner: Tutukluluğu devam eden de var, dışarıda olan da var… Şöyle ki, bu verilen ceza yaklaşık 16 aylık bir infaz süresini öngörüyor. Şimdi bu çıkan yeni kanunlarla son 12 ayı zaten “denetimli serbestlik”te geçiriyorsunuz. 4 aylık bir ceza yatarı olmasına rağmen boyundan çok büyük bir şeye sebep oluyor. Şu ân cezaevinde olan, misal olsun diye söylüyorum, Cemil Şahin gönüldaşımız var. Normalde 2 sene sonra tahliyesi gerçekleşecekken, bu ceza onaylandığı takdirde, daha evvelki cezasından infazı yandığı için 2033’e kadar cezası uzuyor. Yani 4 aylık bir ceza, size 10-15 yıl gibi bir süreyle geri dönebiliyor. Çünkü İbdacıların genelde, cezaevi yatmış olanlarının hepsi şartlı tahliye durumunda olduğu için, benzer suçtan geldiği için… 4 aylık bir ceza ama karşılığı 10 sene 15 sene gibi bir şeye gelebiliyor. Kadir Öztürk: Böyle bir durum da olabilir, diyorsunuz? Cem Türkbiner: Böyle bir durum da olabilir… Tabii bu davayı biraz açmak gerekirse; 28 Şubat zihniyetine sahip insanların cezaevindeki Müslümanlara silahlı askerlerle yaptığı bir saldırıydı. Bugün “Metris İsyanı” diye geçiyor davada ama size saldırıyorlar, duvarlara delikler açıyorlar. Oradan namluları sokup ateş ediyorlar içeriye. Meselâ bu stüdyoyu bir cezaevi düşünün; duvarlardan böyle… Siz de kendinizi savunuyorsunuz. Ondan dava açılıyor, “yangın çıkardılar” filan… Tabii bizim orada şehidimiz de var, yaralılarımız da var. Keza Bandırma Cezaevi Davası da aynı şekilde… “28 Şubat’la hesaplaşıldığı” sürekli, bu son 10 yıldır, 12 yıldır hükümetin en esaslı söylemlerinden biridir. Kadir Öztürk: Kamuoyunda böyle bir algı oluşturuluyor. Cem Türkbiner: Oluşturuluyor… Bu aslında işte o hükümetin samimiyet sınavı oluyor. Çünkü o 28 Şubat dönemine denk gelen, o havanın estiği bir dönemde oldu bu hadiseler… Kadir Öztürk: Bütün bu hukuksuzluklar o dönemde yaşandı. Ve hep de 28 Şubat dönemindeki zihniyet. Cem Türkbiner: Tabii. Kadir Öztürk: O zihniyetin kendi düşüncelerine aykırı kişileri, böylece baskı altında tutması. Bunun sonuçlarından bir tanesi Salih Mirzabeyoğlu ve arkadaşlarının davası diyelim. Cem Türkbiner: Evet… Yani Salih Mirzabeyoğlu’nun demin bahsettiğim ana davası da aynı. O dava çok konuşuldu. Burada kısaca tekrar edersek; dava dosyası, hangi hukukçu bakarsa baksın gülümseyerek karşıladığı bir mevzu… Bu davanın hukuk tekniği açısından bu kadar söyleyebiliyoruz. Lakin bu ülkede yaşadığınız zaman, hukukun işleyişine dair, bu ülke insanlarının kahir ekseriyeti hukukî işleyişe dair bir fikir ve bilgi sahibi olmak zorunda oluyor zaten. Özellikle sizin birtakım toplumsal davalarınız, buna dair ne varsa. Bunun için ülke vatandaşlarının çoğu hukukçu oluyor. Aslında “hukukçu” da değil de, adli işleyişin nasıl garabetlerle, nasıl komedilerle döndüğünü gören bir uzman olarak yetişebiliyorsunuz. Bilmiyorum, ben size bir soru sorsam: “Siz artık bir şeye hayret edebiliyor musunuz bu ülkede?” Biz artık etmiyoruz. Kadir Öztürk: Normal mi geliyor artık bu tür kararlar? Cem Türkbiner: Yani hayret mekanizmamız alınmış, yerine hukuk yerleştirilmiş insanların ülkesi burası. Bir şeye hayret edemiyoruz yani. Öyle bir durum… Kadir Öztürk: “28 Şubat’la yüzleşemiyoruz!” diyorsunuz. Bu kararlar bunu gösteriyor. Cem Türkbiner: 28 Şubat’ı nasıl anlamlandırdığınızla alâkalı bir şey bu. Bunu ülkedeki İslâmî hayat tarzına karşı bir hareket olarak görürseniz, Salih Mirzabeyoğlu ve İbdacıların davası en üst sıralarda yer alır, en üst sırada yer alır -sıralarda değil!- Çünkü bizatihi Salih Mirzabeyoğlu ve İbdacılara yapılan şey, hani onların İslâmî söylemlerinden farklı bir şey değil. Tamamen ona karşılık yapılmış bir şey. Bunun yanında bir sürü mağduriyetten bahsedilebilir; “başörtüsü” mağduriyetinden bahsedilebilir. Bir şekilde onlar ortadan kaldırılıyor… Tabii siyasette şu da var; birtakım “pişmanlıklar”ın, –birtakım “kandırılmalar”ın diyelim parantez içinde–, karşılığı amelle, işle gösterilmeli. Meselâ –bunu bir misal olarak vereyim– hükümet Ergenekon davalarında gösterdiği tutumu daha sonra değiştirdiği zaman, Ergenekon’daki tutukluları salıvererek oradaki fikir değişikliğini… Kadir Öztürk: Fiilen gösterdi. Cem Türkbiner: Fiilen göstermiş oldu. Şimdi bu da onun samimiyet sınavı; eğer gerçekten 28 Şubat’la ilgili bir sıkıntısı varsa, onunla bir hesaplaşması varsa, Salih Mirzabeyoğlu ve İbdacıların davası da fiil şeklinde gösterilmesi gereken bir durum. Yani, hukukun siyasallaşması noktasında konuşulabilecek bir mevzu değil bu. Çünkü bu zaten hayret edilecek bir şey olmadığı için… Belki dünyanın başka ülkelerinde çok büyük tartışmalara sebeb olabilir. Hani Başbakan’ın buradan bir şeye müdahil olması, oradan başkasının başka bir şeye müdahil olması… İşte komutanların gidip mahkeme ziyaret etmeleri filan, bizde tabiî şeyler kabul edildiği için onun üzerine konuşuyoruz… Bir de, bu siyasi irade, kendi aleyhine dönebilecek şekildeki hukuki hamleleri bertaraf etmiştir. İyisini kötüsünü söylemiyorum; tesbit için söylüyorum. Hakan Fidan Olayı misal olabilir. Kadir Öztürk: Kişiye özel düzenleme yapıldı. Cem Türkbiner: E benim de buradan hadiseye bakarken, siyasi iradeyi sorumlu tutmam kadar tabiî bir şey yok. Şimdi bazı yerlerde hâkim için “paralel yapının son golü” tarzında haberler yapılmıştı. Kadir Öztürk: Onunla ilgili ne söylersiniz? Cem Türkbiner: Şunu söylemek isterim, hâkimlik bir makam meselesi. Hâkim, bir adam, yani isim söylememize gerek yok. Şimdi bu adam bir görev ifa ediyor. Türk Milleti adına; zaten öyle yazar kararlarında. Bir görev ifa ediyor. Şimdi bu hâkim özel hayatında Risale-i Nur mu okuyordur, poker mi oynuyordur? Oradakini buraya yansıtması da siyasi iradenin problemidir, yürütmenin bir problemidir. Eğer öyle bir durum varsa. Hâkimin dünya görüşü, önüne gelen dosyada kararını etkiliyorsa, hayat tarzı etkiliyorsa, o da yürütmenin bir problemidir. Ben böyle bir durumda tek tek hâkim isimlerini arayıp davamı haykıramayacağıma göre, benim sorumlu tutacağım yapının siyasi irade olması tabiîdir. Ama dediğim gibi, zaten bu hukukun siyasallaşması diye tabir edilen şey o kadar bedahet ifade eder olmuş ki… Bunun karşılığı olarak cezaevinde olan herkesten bahsediyorum. Yani adli suçtan diğerlerine; burada hiçbirini ayırmıyorum, sol davadan da olabilir, başka davalardan da olabilir… Eğer hukukun siyasallaşması, zaten siyasi irade tarafından teslim edilen bir şeyse bunun karşılığı, aslında davaların hepsinin yeniden görülmesidir. Hatta bu sadece cezaevlerinde yatan insanlarla değil, salıverilen insanlarla ilgilidir de. Kadir Öztürk: Bu son tartışmalar, tabiî ki bütün bunları gündeme getiriyor. Yargıtay tarafından onanmış kararlarda bile artık bir geriye dönüş söz konusu. Balyoz Davası bunların en önemli örneği. Yargıtay tarafından onaylandığı hâlde tekrar bir iade-i itibar süreci yaşıyoruz şu ânda. Cem Türkbiner: Orada zaten hadiseler halledile halledile gitti. Çünkü ilk Ergenekon tutuklularının çıkmasını sağlayan düzenleme Balyozcuları etkilemiyordu. Çünkü Yargıtay onayı vardı. Sonra Yargıtay onayı engeli de kaldırıldı. Tarihini tam hatırlayamıyorum ama Yargıtay onayının hemen öncesi bir tarihle sınırlandırıldı. Çünkü geriye doğru götürdüğünüz zaman 80 Eylül olayları bile işin içine girecekti. Ama bu garabet, bizzat şimdiki Cumhurbaşkanı tarafından bile teslim edilen bir şeyken, konuşuluyorken, bunun karşılığı büyük bir hukuk reformudur o zaman. Dediğim gibi; onlar kendi yakınlarını teslim etmedikleri sisteme Müslümanları teslim etmekte bir beis görmemektedirler. Kadir Öztürk: Bu çok önemli; en son söylediğiniz şey çok önemli. Son zamanlardaki tartışmaları nasıl karşılıyorsunuz? Hukuk tartışmalarını? Tabiî ki bu hukuk tartışmaları içerisinde bu tür… Garabet de diyebiliriz artık dünkü çıkan karara. Nasıl karşılıyorsun bir aydın olarak, bir entelektüel olarak? Bu tür olaylar ve hukuktaki bu tartışmalar? Cem Türkbiner: Başta dediklerim üzerinden devam edeyim. Bir kere hayret edemiyoruz artık. Sürekli ülkede bu tür şeylerle karşılaşmaya bir alışkanlık geliştirdik artık. Kadir Öztürk: Bağışıklık kazandık. Cem Türkbiner: Bağışıklık kazandık. Fakat bizim bağışıklık kazanmamız, bu masada konuşmamız; birtakım fikirler beyan edebiliriz, birtakım görüşler beyan edebiliriz. Ama insanların hayatları söz konusu. İşte Salih Mirzabeyoğlu; 16 yılı aşkın bir süre cezaevinde yattı. Şöyle söyleyeyim; birtakım hadiseler oluyor yurtiçinde veya dünyada. Siyasi irade bazen bu hadiselere İslâmî söylemle karşılık veriyor, İslâmî hassasiyetleri ön plâna çıkartmış kitlelerin desteğini kazanmak için bunu yapıyor. Ben şimdi “Müslüman” demeyeceğim, çünkü halkın zaten hemen hemen tamamı Müslüman. Ama özellikle kendi oy verenleri ve potansiyeli noktasında… Şimdi sizin, karşılaştığınız eşya ve hadiseye hangi dünya görüşüyle baktığınızla alâkalı bir şey bu. Eğer İslâmî bir görüşle bakıyorsanız bu hadiselere, bazı hadiselere, işte örnek verebilirim; Gezi gibi meselâ. Hemen İslâmî söylemler ön plâna çıkıyor. Dediğim gibi, İslâmî hassasiyete sahip insanların desteğini çekebilmek için. Ama böyle bir durumda Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun ve İbdacıların İslâmi duruşları tartışılabilir bir şey değil. Hattâ, nisbet edilen şeyler noktasında bütün bir Türkiye Cumhuriyeti’nde İslâm davasında çok büyük bir yer kaplayan; en büyük yeri kaplayan, Üstad Necip Fazıl’la başlayan bir dava. “İbdacılara da o zaman İslâmî hassasiyetle yaklaşılsın!” diyebilirim… Kadir Öztürk: Çifte standart uygulanmasın diyorsunuz. Cem Türkbiner: Buralar, işte dediğim gibi bu tip yerler samimiyet testi. 28 Şubat için samimiyet testi. 28 Şubat’ı nasıl mânâlandırıyorsanız. İslâm’a karşı saldırı olarak mânâlandırdıklarına da misal verdim. Bazen konuşurken de öyle mânâlandırabiliyorlar. Zaten bugün halkın desteği de, aslında 28 Şubat döneminde İslâm’a yapılan baskının bir neticesi değil mi? Bunu herkes biliyor. Kadir Öztürk: Ama bunun fiilen gösterilmesi lâzım diyorsunuz. Bu çok önemli, simge bir isim, simge bir dava. Dolayısıyla “samimiyetinizi burada görelim,” diyorsunuz. Cem Türkbiner: Tabiî ki… İBDA yerli bir dava. Hani “Anadolu’nun Ruhu” deriz, “Anadoluculuk” diye ifâde ederiz. Hattâ Salih Mirzabeyoğlu’nun şahsında da aynı şekilde ifâde edebiliriz… Meselâ ben bir şeye de dikkat ettim; 1991 yılında 1. Körfez Savaşı’nda, bizim literatürde “1. Panik Operasyonu” diye anılan bir operasyon olmuştu: Kumandan Salih Mirzabeyoğlu ve yakını birkaç İbdacıyı, bir panikle işkenceye ve oradan da cezaevine aldıkları. Çünkü bu Amerika ve Batılı ülkeler ittifakının Irak Savaşı’nı başlattığı ve özellikle İbdacıların önderliğinde halkın çok güçlü bir tepki gösterdiği bir dönemdi. Şimdi geçen gün, bu NATO’daki görüşmeler, bu 3. küçük Irak Seferi gibi –bir de 2003’teki var çünkü– yahut bu onun bir devamı süreç olarak… Kadir Öztürk: IŞİD ile ilgili alınan kararı söylüyorsunuz. Cem Türkbiner: Evet. Şimdi tam da yine onun üstüne İbdacıların birçoğunu etkileyen böyle bir kararın gelmesini de manidar bulduğumuzu söyleyelim. Çünkü bu duruma en güçlü tepkiyi verecek olan da İbdacılardı. Çünkü IŞİD meselesi değil o; Irak’ta halledilmemiş bir mesele var. Zaten IŞİD de o yüzden orada. IŞİD başka bir şeyin konusu da, IŞİD de dense, oradaki Sünni Arapların yok edilememesine cevaben tekrar toparlanıp saldırmaları şeklinde görüyorum ben bu NATO Toplantısı’nı. Aslında “öyle görüyorum” derken zaten ifâdeleri de o yönde. Gizli bir şey söylemiyorum. Tam da o sırada bu kararların denk gelmesini manidar gördüğümüzü belirtmek istiyorum. Kadir Öztürk: Yani “bu tür kararlar bunlarla bağlantılıdır,” diyorsunuz bir anlamda. Çünkü birbiriyle örtüşüyor. Cem Türkbiner: Tabii… Bir de tarihten misal getirdim; fikrim güçlendi herhâlde. 91’den de örnek getirdim. Kadir Öztürk: Öyle oldu… Peki, bu süreçte neler öngörüyorsunuz Mirzabeyoğlu davasıyla ilgili? Tekrar tutuklanması ve “tekrar cezaevi yolu göründü” şeklinde manşetler atıldı. Bununla ilgili neler söylersiniz? Cem Türkbiner: Şöyle bir şey diyebilirim: Salih Mirzabeyoğlu’nun daha evvel uzun yatmış olmasından dolayı… Hukukta “mahsup” diye bir tabir var. Bu yeni gelen ceza da yatarı fazla olan bir ceza olmadığı için Salih Mirzabeyoğlu’nun özelinde bu dava mahsup edilerek, uzun yatmışlığı göz önünde tutularak Salih Mirzabeyoğlu cezaevine alınmaya da bilir. “Alınmaya da bilir” diyorum, alına da bilir anlamı çıkıyor bundan. Fakat bizim platformumuzun Genel Yayın Yönetmeni Ali Osman Zor ve diğer birçok gönüldaşın, dediğim gibi bazısının cezalarına 10-15 sene ekleyecek derecede yük getirecek bu. Buna da sessiz kalmayacağımızı belirtmek isterim buradan. Zaten Salih Mirzabeyoğlu’nun tahliye edilmesi İbdacıların, birçok aydının, gazetecilerin, sizlerin, herkesin dâhil olduğu bir mevzu. Yani artık cezevinde tutulması imkânsız hâle gelmişti. Ki, hukukun zaten kamu vicdanına bakan bir yönü de var. Şimdi tekrar bunun üzerine bu tip kararların çıkması, infiallere de sebeb olabilir. Özellikle kendi açımızdan söyleyelim, biz buna sessiz kalmayacağız! Bunu da belirtmek isterim. Kadir Öztürk: Sessiz de kalınmaması lâzım. Cem Türkbiner: Tabiî! Kadir Öztürk: Çünkü sonuçta bizim konuştuğumuz bütün şey, Mirzabeyoğlu denince akla “düşünce” geliyor. Yani “düşünce”den bahsediyoruz biz. Nasıl diyelim? Fiilden bahsetmiyoruz, “düşünce”den bahsediyoruz. “Düşünce”nin yargılanması ve hapse atılmasından bahsediyoruz, öyle değil mi? O aslında en fazla acı veren durum. Cem Türkbiner: Aslında biz hadiseyi böyle konuşuyoruz ama fiil plânında da konuşabiliriz. Şöyle: Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun o hukuk, adalet dağıttığını iddia edenlere söylediği bir şey vardır geçmişte: “Siz kendi hukukunuza uyun!” Şimdi siz bir hukuk belirtiyorsunuz, ben de buna muhatap olan bir vatandaş olarak bakıyorum. Benim de belli bir dünya görüşüm var, kendime bir hareket alanı belirliyorum. Şimdi hukukun “içinde” kalma niyeti olan bir insan üzerinden konuşuyorum bunu, illâ isimler üzerinden değil. Şimdi ben böyle yapıyorum, bu sefer benim karşımdaki adam niyet okuyuculuğa giriyor. Salih Mirzabeyoğlu’nun dosyasında “olsa olsa budur” diye bir şey var. Diyor ki, “eşyanın tabiatı gereği, lidersiz olamayacağına göre.” Şimdi, aşina olanlar bilirler, bir hukuk metninde böyle bir şey söz konusu olamaz. Kadir Öztürk: Evhamlar üzerinden hazırlanmış olan davalar. Cem Türkbiner: Yani fiiller üzerinden dahi hadiseye bakılsa. İdam cezası aldı Salih Mirzabeyoğlu. Daha sonra ağırlaştırılmış müebbet hapse çevrildi cezası. O dönem Meclis onaylasa, idam edilme durumu vardı yani. Kadir Öztürk: Peki, benzer şekilde içeride olanlardan bahsettiniz. Onlarla ilgili durum nedir? Onların da yakınları var, eşleri dostları var. Bu anlamda onlarla ilgili hukuki durum nedir? Cem Türkbiner: Salih Mirzabeyoğlu’nun cezaevinden çıkarıldığı ana davasının sonucu bunda çok etkili bir şey. Meselâ, siz bir fiilde bulunduğunuz zaman bunu katlayan şey, bunun bir örgüt adına yapılmış olması. Şimdi eğer, örgüt üyeliği üzerinden aldığı ceza iptal edilirse Salih Mirzabeyoğlu’nun, birçok gönüldaşın; içerideki veya dışarıdaki birçok İbdacının aldığı cezalar da aslında çok aşağılara çekilecek. Çünkü ben buradan şu bardağı alıp gitsem, –misal olarak söylüyorum– bunun cezası bir yılsa, ben bunu alıp gittikten sonra mahkemede benim bunu “şunun adına” alıp gittiğim söylendiği zaman onun cezası on yıl oluyor. Aynı fiilin… Gerçi bu yeni bir “paket”ten bahsediliyor: “terör üyeliği”, “örgüt üyeliği” ifadelerinin kaldırılacağından… Açıkçası bunlarla çok ilgili cezaevlerindeki arkadaşların durumu… Tabii bizim, cezaevlerinde 20 seneyi aşkındır yatan kardeşlerimiz de var. Başka davalardan yatan insanlar da var. İllâ ben İBDA özelinde bu hadiseyi konuşmak istemiyorum. Birçok açıdan, sağdan soldan cezaevlerinde yatan birçok insan var. Birçok hukuksuzluk var ülkede! Kadir Öztürk: Bakalım onlar nasıl bir seyir takip edecek. Son olarak ne söylemek istersiniz bir dakika içerisinde toparlamak gerekirse? Cem Türkbiner: Yani söylediklerim etrafında… Siyasi iradeyi biz sorumlu görüyoruz. “28 Şubat’la hesaplaşma” gibi konularda olsun, “yeni Türkiye”, “inşa” gibi kelimeler etrafında olsun. Gerçekten bu tip söylemlerinde samimilerse, bunu iş ve eserle göstermelerini bekliyoruz. Kadir Öztürk: “Yeni Türkiye” bu olmamalı, diyorsunuz? Cem Türkbiner: Tabiî ki!.. Bizim, en azından kendi bakış açımızdan, hadise budur! Kadir Öztürk: “Hadise budur” diyorsunuz. Çok teşekkür ediyoruz. Cem Türkbiner: Ben teşekkür ediyorum. Kadir Öztürk: Dediğimiz gibi önemli bir dava ve simge bir isim. Ve “28 Şubat’la yüzleşildiği”ni söylediğimiz bir ortamda bu tür kararların konuşulması bile aslında hangi noktada olduğumuzu gösteriyor… Kolaylıklar diliyoruz efendim, vermiş olduğunuz bilgilerden dolayı teşekkürler… Cem Türkbiner, Adımlar Fikir, Kültür,Siyaset Platformu Sözcüsü. Kendisinin Mirzabeyoğlu Davası’yla ilgili, Salih İzzet Erdiş ile ilgili düşüncelerini aldık… Son olarak buyurun. Cem Türkbiner: Yarın saat 14.00’da Çağlayan Adliyesi önünde bu mevzu ile ilgili basın açıklaması olacak bizim Platformumuzun. Kadir Öztürk: Yarın 14.00’da. Cem Türkbiner: Yarın saat 14.00’da. İstanbul’da Çağlayan Adliyesi’nin önünde. Onu da buradan duyurmak isterim. Kadir Öztürk: Çok teşekkür ediyoruz, kolaylıklar diliyoruz. Cem Türkbiner’di konuğumuz. Bugünkü “Günden Yansıyanlar”ın da bu şekilde sonuna geldik. Yayında ve yapımda emeği geçen tüm ekip arkadaşlarım adına hepinizi Allah’a emanet ediyorum.

CEMİL’İ İSTİYORUZ!

Bakırköy 3. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından, 2000 yılı Ocak ayında müslümanların tutuklu bulundukları koğuşa düzen güçlerinin “Noel Baba” kod adlı saldırısı sonrası “isyan etmek ve yangın çıkarmak” suçlamasıyla verilen cezaların infazına karar verilmesinin gündeme getirilmeyen bir çok sonucu var… Bunlardan birincisi, Kumandan Mirzabeyoğlu’nun cezaevine alınmak istenmesi arzusundan ayrı olarak (zira, biz bu heveslerini kursaklarında bırakacağız!) Kumandan hakkında 40 aylık bir cezanın verilmiş olduğu gerçeğidir! 4 AYLIK CEZA, OLDU İBDACIYA 40 YIL Bir diğeri, hâlen cezaevlerinde bulunan bir çok gönüldaşımız hakkında, bu 40 aylık cezanın 40 yıl şeklinde uygulamaya dönüşmesi… Bu isimlerden bazıları Ethem Köylü, Zeynel Abidin Danalıoğlu ve Cemil Şahin… Metris’te saldırıya uğrayan bu gönüldaşlarımızdan ayrı olarak, Bandırma’da aynı yıl (2000 Ocak) saldırıya uğrayan gönüldaşlarımız hakkında da benzer bir karar dolayısıyla cezalarının katlandığını hatırlatalım… Cihat Özbolat, İsmail Uysal ve Emrah Arslan gibi… Daha onlarca ismi etkileyen bu kararların meydana getirdiği sonuçları Cemil Şahin gönüldaşımızın durumuyla misâllendirelim: Cemil Şahin, hakkında 28 Şubat dönemindeki duruşundan dolayı 27,5 sene ceza verildi… Cezası 2009’da kesinleştiği için tutuklandı… Daha önce de (28 Şubat Dönemi’nde de zindan hayatı var) yattığı süre gözönüne alınarak bir kaç sene sonra tahliye edilecekken, hakkında verilen ve sadece 4 aylık bir cezayı gerektiren bu karar dolayısıyla 27,5 senenin tamamını cezaevinde geçirmesi gerektiği için, tahliye tarihi 2035’lere sarkıtılmış oldu. 20 yıldır cezaevinde bulunan bir çok gönüldaşımız da bu kararlar dolayısıyla bir-iki yıla çıkacakken, cezalarına 15 yıl daha eklenmiş oldu… Düşünün; zindana 22 yaşında giren Cihat, İsmail ve Ethem 58 yaşında çıkacaklar! TESLİM ETMİYOR, TESLİM OLMUYORUZ! Bakırköy 3. Ağır Ceza Mehkemesi’nin verdiği bu düşmanca kararın bir diğer sonucu da, aralarında Genel Yayın Yönetmenimiz Ali Osman Zor’un da bulunduğu bir çok gönüldaşımız hakkında da tutuklanma talebiyle yakalama kararı çıkması… Türkiye’de, Batı ve Batıcı politikalara karşı sistemli muhalefeti gerçekleştiren tek hareket olarak İbdacılara karşı bu saldırıların, Anadolu’nun aleyhine girişilecek politikaların önünde her zaman engel teşkil eden gönüldaşlarımızı etkisizleştirmek olduğunu gözönünde tutmak gerekmektedir. İBDA’dan anladığını aksiyon hâlinde ortaya koymaya davrananların Batıcı Düzen tarafından hedef alınması tabiidir. Tıpkı, kendi koydukları kanunlara uymayanların, yakınlarını teslim etmedikleri hukuka, bizim de uymamız ve yakınlarımızı teslim etmemizi beklememeleri gerektiği gibi… Cumhurbaşkanının dahi güvenmediği, uymadığı bir hukuka uymamızı kimse bizden beklememelidir. Bu en tabii-meşru hakkımızdır! Kumandanımızı Teslim Etmeyeceğiz! O’nun evlatlarını teslim etmeyeceğiz! Teslim olmayacağız! Dahası: Bu hukuksuz yargılamalarla ceza yağdırılmış, zindanlarda hukuksuz şekilde tutulan gönüldaşlarımızı da istiyoruz… Ethem’i, Cemil’i, İsmail’i, Cihad’ı, Burak ve Burhaneddin’i… Bütün esir gönüldaşlarımızı Batıcı Düzenin zindanlarından söküp alacağız!