ALBERT CAMUS VE JEAN-PAUL SARTRE ETRAFINDA AYDIN MESELESİNE GİRİŞ

ALBERT CAMUS VE JEAN-PAUL SARTRE ETRAFINDA AYDIN MESELESİNE GİRİŞ

21.05.2016 tarihinde Maraş’ta düzenlenen “Yaşayan Necip Fazıl Salih Mirzabeyoğlu” isimli konferans için hazırlanan taslak metinde mevcut olmasına karşın zaman darlığı sebebiyle katılımcılara sunulamayan bir bölüm vardı. Ete kemiğe bürünmüş yaşayan ahlâk Mirzabeyoğlu etrafında bugün namevcut görünen batı aydınının son numunelerinden Camus ve Sartreı bir arada ele alıcı kısa bir değerlendirme… Bir zaman yakın dost olup daha sonra birbirlerine darılan ve Camus’ün erken ölümüyle barışma şansları büsbütün ortadan kalkan bu iki mühim aydının kavgalarına dair Adımlar Dergisi için daha geniş muhtevalı müstakil bir yazı hazırlamak niyetindeyiz. Lakin şimdilik o yazıya da temel olacak ve konferansın taslak metninde mevcut aşağıdaki bölümü müstakil bir başlıkla takdim ediyoruz. (H.Yaman)

 

Albert Camus…  Üstad’ın çağdaşlarından ve geride bıraktığımız yüz yılın mühim yazarlarındandır. İkinci Dünya Harbinde onların varlığı Batı’nın kendi iç buhranını ifadede çok mühim bir rol oynamıştır. Bir çeşit kendi medeniyetlerinin nefs muhasebesidir o ve etrafındaki bazı isimler… Sartre gibi… İşte bu adamın, Albert Camus’ün Nobel ödül töreninde yaptığı konuşma senelerce evvel dilimize çevrilip kitap hâlinde basılmış…

(…..)

Onu dilimize çevirenler önsözüne Jean-Paul Sartre’ın (Camus’nün ölümü üzerinde yazdığı) yazısını koymuş. Sartre belki Camus’den daha büyük bir edebiyatçı değil, bu tartışmaya açık bir şey… Ama kesinlikle daha mühim bir aydın… Camus’nün kabul ettiği Nobel’i o birkaç sene sonra kendisine teklif edildiğinde reddetmişti. Üstelik ödülü teklif edenleri aşağılayarak, alaya alarak reddetmişti. Gerçi Camus bunu görmedi. Çünkü aldığı ödülden kısa bir zaman sonra, genç yaşta trafik kazasında öldü. Öldüğünde Sartre ile yolları çoktan ayrılmıştı. Dargındılar. Üstelik Camus yazmaya ara vermiş, bir çeşit küskünleri oynamaya başlamış, kısacası susmuştu. Aldığı Nobel’e rağmen susmuştu.

(….)

Camus genç denilecek yaşta bir trafik kazasına kurban gittiğinde Sartre ile dargındı demiştim. Uzun zaman önce yolları ayrılmıştı. Cezayir’in Fransızlar tarafından işgali, bu iki Fransız aydınını birbirinden koparmıştı. Fakat Camus’nün ardından en unutulmaz yazıyı yine Sartre yazmış. Bahsettiğim Nobel konuşmasına önsöz olarak koydukları yazı… Okurken, dargınlığı bile bu kadar değerli kılabilmek için nasıl bir samimiyet gerekir diye düşünmeden edemiyor insan?

Burada, tam bu noktada bize lazım olan ve bizi Mirzabeyoğlu ile yüzleşme fikrine götüren bir ifade var. Diyor ki Sartre: “Ne değin az okunur, ne değin az düşünülürse düşünülsün; avucunda sıkı sıkıya sakladığı değerlerle karşı karşıya kalıyorduk. Ya yanından kıvrılıp gitmek, yahut onunla büsbütün savaşmak gerekiyordu.”

Demek istiyor ki, onun varlığı ile muhatap olduğun anda düşünceyi düşünce yapan “gerilim” kaçınılmazdı. Onun varlığı senin imtihanın olurdu. Kayıtsız kalamazdın. Ya bir köşeye saklanır, yahut dövüşmeye mecbur kalırdın. Bunu anlatmaya çalışıyor.

Elin batılısı dargın olduğu adama bile bir nefs muhasebesi etrafında bakarken, biz tam aksine, dostuz dediğimizi yok sayma yeltenişindeyiz. Mirzabeyoğlu’nun durumunu anlıyorsunuz değil mi? Oysa niçin karşı olduğunu yahut niye dost olduğunu bir fikir disiplini içinde temellendirmek zorundasın.

Sartre’ın Camus hakkında söylemek istediği sanırım buydu. Oysa dargınlıklarına sebep olan kavgada – ki bu nefsi bir şey değil, haysiyetli aydın tavrının gereği ortaya çıkmıştır- haklı olan kesinlikle Sartre’dır. Cezayir’in işgali öyle arabuluculukla, muvazaacı tavırlarla geçiştirilecek ve başka meselelerin yedeğine atılacak bir konu değil, Fransız aydınının en büyük imtihanıydı ve “vatan haini” etiketi yemek pahasına işgale karşı çıkmaları gerekiyordu. Sartre bu imtihanı geçmiş, Camus sınıfta kalmıştı.

Camus’ün durumu “ona da karşıyım, buna da; tamam, Amerika’nın işgali yanlış ama Saddam’da iyi insan değil; Kaddafi’de böyle” diyen kesimleri hatırlatır. Camus en azından kendi ülkesinin işgal ettiği bir ülke karşısında muvazzacıydı. “Ülkemin işgalci olmasına karşıyım ama Cezayir direnişinin de şiddete başvurmasını tasvip etmiyorum” gibi… Çünkü kendisi Cezayir’de yaşıyordu. Ya İslâm coğrafyasının, kendi toprağının işgaline karşı muvazzacı olan sözüm ona Müslümanlara ne demeli? Dikkat edin: Bunlar Yaşayan Necip Fazıl ve Yaşayan Ahlâk davasından ayrı şeyler değil, bilakis onun niçin zaruret olduğunun en katı görüntüleri…

Batının sonu gelmiştir. Çünkü bugün batının vicdanı kalmamıştır. Aydın çağının vicdanıdır derler. Vicdanı ve şahidi… Bunun üstünde en çok duran batılı Sartre’dır. Aydın kavramına yeni bir yorum katmıştır. Sartre Batı’da son vicdandı. Ama Filistin – İsrail meselesinde o da intihar etti. 25 sene evvel Cezayir – Fransa meselesinde ayıpladığı ve bağlarını kopardığı dostu Camus gibi kendisi de İsrail mevzuunda muvazaacı, hatta İsrail’i kayırıcı bir tutum takındı. Camus’de ayıpladığı başına geldi. Bugün batının yaşayan ahlâkı yoktur.

Necip Fazıl, Romalı bir tarihçinin Kartaca için verdiği hükmü çok sık tekrar eder: “Kartaca yok oldu. Çünkü şairleri yoktu.” Şairi şuura ve şuuru aydına, aydın vicdanına tercüme ettirecek olursak: “Batı yenilecektir. Çünkü aydını kalmamıştır, vicdanı kalmamıştır” diye haykırabiliriz. Ama buna hakkımızın olabilmesi için, kendi vicdanımızla, kendi şuurumuzla, “beş asırlık tarih dilimimizle birlikte çağın nabzını yakalayan” adamla, Yaşayan Necip Fazıl Mirzabeyoğlu ile bütün samimiyetimizle yüzleşebilmeliyiz.

(…..)

Hakan YAMAN
21 Mayıs 2016 – Maraş

Bir Cevap Yazın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Adımlar Dergisi sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et