SATILMA, DEĞİŞİM VE İKTİDAR / Ali Osman Zor – 15 Ocak 2020
Aslolan, değişim ve dönüşümün “ne adına” gerçekleştiği ve hangi “hayat tarzı”ndan hangi “hayat tarzına doğru” geçildiğidir.
Aslolan, değişim ve dönüşümün “ne adına” gerçekleştiği ve hangi “hayat tarzı”ndan hangi “hayat tarzına doğru” geçildiğidir.
Söz O’na ait; “İslâm’da yakarak insan öldürmek yasak. Bak bu kayıtla söylüyorum ki, hepsini tek tek YAKACAĞIM.”
ADIMLAR Dergisi’nin yazarlarından ve ADIMLAR Maraş Temsilciliği’ni yürüten gönüldaşımız A. Bâki AYTEMİZ’in 12 Nisan 2017 tarihinde kaleme aldığı haber-yorumu, hiçbir takdim ve yoruma gerek bırakmayacak şekilde alakâlarınıza sunuyoruz. Yazının ilk … Read More
6 Şubat gecesi ve öğlen saatlerinde Maraş merkezli gerçekleşen iki büyük deprem sonrasında vefât eden bütün müminlere rahmet, yakınlarına sabır diliyoruz! Enkaz altında can derdinde olup kurtarılmayı bekleyen bütün kardeşlerimiz … Read More
ADIMLAR Plâtformu Genel Başkanı Sayın Ali Osman ZOR’un, Osman HALİD müstearıyla Saddam Hüseyin’in katledilmesinin hemen ardından 12 Ocak 2007 tarihinde yayınlanan yazısını istifadelerinize sunuyoruz. ADIMLAR Fikir, Kültür, Siyaset Plâtformu SADDAM ve İBDA Osman HALİD (Ali Osman ZOR) Saddam Hüseyin, işbirlikçi pislik Şiîler eliyle bütün dünyanın gözü önünde idam edildi. Muhteşem şehitlik!.. Saddam Hüseyin’in idamı bir anda bütün Batıcılar’ın ciğerlerindeki lekeyi olduğu gibi meydana çıkardı. Kelime-i Şehâdetle ölümü karşılayan ve idam törenini bir düğün törenine çeviren yiğit Saddam’ın yayınlanan görüntüleri, Saddam düşmanlarının dillerinin bağlanmasına sebep oldu. 1990 yılında Birinci Körfez Savaşı’yla başlayan ve Saddam Hüseyin’in şehâdetiyle yeni bir döneme giren süreç, İBDA fikrinin doğruluğunun ispatı niteliğinde gelişmiştir. İBDA diyalektiğinin ispatı ve İBDA’nın uyguladığı politikanın su götürmez doğruluğu, bugün, Saddam’ın idam edilmesiyle avama da zahir olmuştur. 17 Ocak 1991’de başlayan Amerikan saldırısına karşı Türkiye’de sadece İBDA kesin tavır alarak Saddam’a desteğini izhar etmiştir. Emperyalist taarruzun ana hedeflerinden biri olan Irak ve Saddam Hüseyin’e bakış açısı insanların veya kurumların ideolojik, siyasî ve ahlâkî durumunu gösteren en önemli unsur olmuştur. Irak ve Saddam Hüseyin vesilesiyle ne kadar sahte anti-emperyalist, solcu, demokrat, milliyetçi ve İslâmcı varsa hepsi tek tek meydana çıkmıştır. Bugün, artık daha net görülmektedir ki, Saddam Hüseyin Amerika, İsrail ve İran için çok büyük bir tehlikeydi. Hâliyle emperyalist taarruzun devam edebilmesi, Filistin başta olmak üzere, Sünnî İslâm’ın varolduğu bölgelerin ehlîleştirilebilmesi için, bu tehlikenin bir ân önce bertaraf edilmesi gerekiyordu. Iran-Irak Savaşı’ndan moral ve askerî olarak güçlenmiş bir şekilde çıkan Irak, her fırsatta İsrail’e olan düşmanlığını göstermekten hiç çekinmedi. 91’deki Körfez Savaşı’nda Saddam Hüseyin’in İsrail’e attığı otuz küsur füze bunun en büyük delilidir. Güçlü bir Sünnî Irak’ın, Amerika’nın bölgedeki iki müttefiki için –İsrail ve İran– tehlikeli bir durum arzettiği artık aşikârdı. Otuz küsur devleti arkasına alarak 17 Ocak 1991’de Irak’a çullanan Amerika, birkaç gün içinde bu tehlikeyi bertaraf edebileceğini zannediyordu. İsrail’in de devamlı olarak “kötü örnek oluyor” zorlamasıyla Saddam Hüseyin’i iktidardan indirme faaliyetinin Amerika’ya getirdiği maliyet 17 Ocak’tan sonraki süreçte daha net görülecekti. “Zalim Saddam” edebiyatının Amerika-İsrail-İran propagandası olduğu, geçen bu 15 yıllık zaman zarfı içerisinde daha iyi anlaşılmıştır. 1991 yılında bize “Saddam kimyasal silah atacak” diyerek maskeler taktıranların hepsinin birden Amerikan-İsrail uşağı ve Şiî kırması oldukları görülmüştür. Bu “Zalim Saddam” edebiyatı yapanların hiçbiri, bugüne kadar Saddam’ın Türkiye aleyhine ne yaptığını millete söyleyememeleri ayrıca dikkat edilmesi gereken başka bir husustur. Saddam’ın önerdiği, Türkiye ve Irak lehine olan tekliflerin bugüne kadar milletten hep saklanması, Saddam’ın Amerikan düşmanlığının Türkiye düşmanlığı olarak gösterilmesi bizim kaydettiğimiz ihanet listenin başında gelmektedir. Laiklerin, Şiîlerin, diyalogçuların, sahte solcuların, sahte milliyetçilerin ve hain İslâmcıların oluşturdukları Batıcı İhanet Cephesi’nin bütün propaganda ve yönlendirme faaliyetlerine mukabil, halkı, olması gereken biçimde Irak lehine etkileyen tek hareket İBDA olmuştur. Amerika-İsrail-İran dolmuşuyla, Türkiye’de herkesin Saddam’a laf söyleme yarışına girdiği bir dönemde sadece İBDA ve önderliği O’nu desteklemiştir. 17 Ocak 1991’den, yâni savaştan önce, Sayın Salih Mirzabeyoğlu o zamanki haftalık çıkan Cuma dergisine verdiği mülâkatta hadiseyi ana hatlarıyla değerlendiriyordu: “Bilinen hâdiseleri gevelemek ve bir şey söylemekten çok bir şey söyleme taklidi yapmak ve mihraksız çocuk uçurtması ihtimâller üretmek yerine, hâdiselerin iç yüzünü ve bâtınî motiflerini yakalamak, bunu İslâmî hareketin motive edici, yâni uyarıcı, itici ve yönlendirici yakıtı yapmak…” (*) O günden bugüne yaşanan süreçte mücadelenin geldiği seviye göz önüne alındığında, yukarıdaki ifâdelerin nasıl tezâhür ettiği, takip edenler tarafından mâlum. Körfez Savaşı’yla paralel olarak İBDA hareketinin kat ettiği yol ve geldiği seviye, uygulanan politikanın doğruluğuna ayrıca bir delil… “Körfez krizi, Türkiye’deki sistem krizini de ortaya getirecektir… Açıkça söylemek gerekirse, yetki kargaşası ve boşluğunun huzursuzluğu içerisinde, ihtilâlci hareketler açısından müsait bir zemin doğacaktır!..” (*) Türkiye’yi 28 Şubat’lara ve bugün yaşanılan “yetki kargaşası ve boşluğunun huzursuzluğu”nun sebep olduğu hâdiselere getiren süreç, Körfez krizi ile birlikte başlamıştır. Nisan ayında yapılması düşünülen Cumhurbaşkanlığı seçimi etrafında dile getirilen sıkıntıların kaynağını o dönemde aramak gerekir. “Her şeyden önce, böyle bir yapı, resmî politika doğrultusundaki davranışlar için insanımızı motive edemez; yâni, ruhî uyarmaları, heyecanı, kışkırtmayı ve yönlendirmeyi yapamaz… Sonra… Hem Amerika ve Avrupa açısından, hem de onların Türkiye’deki kapı kulları bakımından, “beklenmedik mallar pazara geldi” hesabı şahsiyetli fışkırış tezahürleri olabilir!..” (*) Batıcı İhanet Cephesi’nin elindeki tüm imkânlara rağmen istediği doğrultuda insanımızı yönlendirememesi, sokaktaki vatandaşın Saddam’ı desteklemesi, o gün olduğu gibi bugün de devam etmektedir. Çok istekli oldukları hâlde Kuzey’den Irak’a girememe sebepleri de beklenmedik malların pazara gelmesidir. 25 Ocak Cuma eylemi hatırlanmalı… İBDA Mimarı 25 Ocak 1991 Cuma günü başlayan Amerikan aleyhtârı gösterilerin geleceğini 1990’dan haber veriyordu: “Evet; ben kuyrukçu ve kuyruk sallayıcı politikayı tasvip etmiyorum!.. Türkiye’de İslâmcı kesimin reaksiyonlarını hesaba katmadan girilecek taahhütler şaşırtıcı neticelere varabilir… Mesele Saddam Hüseyin’i sevmek bakımından değil de, Amerikan ve Batı emperyalizminden nefret bakımından görünürse şaşmamak gerekir, çünkü insanımızda bunun kültürel ve ruhî kökleri var. Şunu açıkça söylemek istiyorum: Halkı Müslüman olan ülkelerde hükümetlerinin tutumu ne olursa olsun halkın ayrı bir hissiyatı ve sezgisi vardır…” (*) Yukarıdaki ifâdeler, bize, kendisinin “ikinci Özal” olduğunu iddia eden Tayyip’i hatırlattı. Aynı o da Özal gibi, Müslüman halkın hissiyatını ve sezgisini hiçe sayarak Amerika’ya bir takım taahhütlerde bulunmuştu. Fakat 1 Mart Tezkeresi’yle şapa oturdu. Hâlâ yediği o kazığı çıkarmaya çalışıyor. Saddam konusunda Batı’nın durumunu anlatırken İBDA Mimarı şöyle diyor: “Bugün Batıyı ve Amerika’yı ayağa kaldıran, –dikkat edin, dünyayı ayağa kaldıran demiyorum–, hak duygusu değil, emperyalist düzenlerinin bozulması kaygusudur; diğer devletler de onların maiyeti olarak, onlara çeşitli mahkûmiyetleri olan figüranlar.” (*) İşte, Saddam Hüseyin’e hangi gözle bakmak gerektiğini o zaman bu ifâdelerle işaretleyen İBDA Mimarı’nın Saddam Hüseyin’in şehâdetiyle ne kadar da haklı olduğu meydana çıkmıştır. Saddam, emperyalist düzeni bozan en büyük unsurdur. 1990 yılında Saddam Hüseyin’in hareketini değerlendirirken İBDA Mimarı, “Şayet kaba bir madde iştihası bakımından değil de, ince bir İslâmî siyaset gereği olarak bu işi yapmış olsaydı gerçek bir kahraman olurdu…” (*) demektedir. Başlangıç noktası itibariyle değil de, sebep olduğu hâdiseler ve kendi sonu itibariyle Saddam Hüseyin’in kahraman olduğunu söylemek herhalde İBDA Mimarı’nın yukarıdaki ifâdelerine zıt olmasa gerek… O zaman sadece İBDA Mimarı kesin, net ve açık bir şekilde “Benim, Saddam Hüseyin’in hareketini tasvip edip etmememe gelince, cevabım kocaman bir “evet!” olacaktır!..” (*) diyerek desteğini ifâde etmiştir. Yukarıda da ifâde ettiğimiz gibi Körfez Savaşı’yla İBDA hareketinin gelişimi paralel bir çizgi izlemiştir. İBDA Mimarı’nın Irak’a ve Saddam Hüseyin’e verdiği bu açık destek, emperyalistlerin ve buradaki işbirlikçilerinin gözünden kaçmamış ve 1 Şubat 1991’de Sayın Mirzabeyoğlu, “halk ayaklanması” tezgâhlamak suçuyla göz altına alınarak tutuklanmıştır. O’nun tutuklanmasıyla neticelenen gelişmeler, diğer taraftan Türkiye’nin Amerika’nın yanında savaşa girmesini engelleyen gelişmelerdir. Özal o zaman; “Savaşa girecektik ama, girmemizi engelleyen bazı unsurlardan dolayı bu işi yapamadık!” diyerek bu gelişmelerin niteliğini ifâde etmiştir. 25 Ocak 1991 25 Ocak Cuma günü İBDA Mimarı’nın yukarıdaki ifâdelerinin sadece siyasî bir değerlendirmeden ibaret değil, bir aksiyon dehâsının plânları çerçevesinde söylenmiş hakikatler olduğu görüldü. Savaşın en sıcak günlerinde, 25 Ocak Cuma günü Müslümanlar İBDA önderliğinde Amerika’yı ve işbirlikçilerini savaşa girmekten alıkoymak için Bayezid Meydanı’nda bir araya geldiler. Bu bir araya geliş, gelişmelerden de anlaşılacağı üzere, yalancıktan bir protesto gösterisi yapmak için değil, savaşa müdahil ve taraf olmak içindi. 25 Ocak Cuma günü, Müslümanların İBDA önderliğinde inisiyatif alarak, Amerika’ya ve işbirlikçilerine karşı ortaya koydukları tepki şiddetle bastırılmak istendiğinde hiç beklenmedik bir şekilde, devrimci şiddetle karşılandı. İşbirlikçilerin, Müslümanları sindirmek ve etkisizleştirmek için kullandığı şiddet, ihtilâl hareketinin kullandığı karşı şiddetle bertaraf edilmiş, işbirlikçilerin hesaplarını yeniden yapmaları sağlanmıştır. O gün, Bayezid Meydanı’nda düşmana karşı kullanılan silâh, ondan önceki ve sonraki bütün protesto eylemlerini mânâlı kılmıştır. 25 Ocak’tan sonra yurt çapında başlayan gösteriler, halkın bir ayaklanma içinde olduğunu gösterir mâhiyete gelmiştir. “Saddam Sen Oradan, Biz Buradan!” 25 Ocak 1991 Cuma günü Bayezid Meydanı’nda açılan bu pankart, bir slogandan ziyâde bir politikanın ve kararı verilmiş bir savaşın ilânı niteliğindeydi. Daha sonraki süreçte, hiçbir zaman bu politikadan ve bu savaştan bir adım dahi geri atılmamıştır. Bu pankartın, içi boş, kuru bir slogan olmadığı daha o gün pankartı hazırlayanlar tarafından bütün dünyaya gösterilmiştir. Bu pankartla, emperyalist taarruza burada karşılık verileceği ve bu taarruzun muhatabının kim olduğu dosta-düşmana ilân edilmiştir. İlk karşılık da, gösteri meydanında silâh kullanılarak verilmiştir. Kullanılan o silâhın bereketiyle, ülke çapında bütün anti-emperyalist unsurlar ayağa kalkmış, şehitler verilerek etkisi bugünlere kadar devam eden militan eylemlilik sürecine gerilmiştir. Başlayan bu eylemlilik sürecinde saflar, bir ânda bıçakla keser gibi netleşmiş dost-düşman herkes niyetini izhâr etmiştir. Bugün küfürleri ve ihânetleri iyice belli olan laik, fettoş ve Şiî kalıntıları, o gün hemen kendilerini İBDA’nın karşısında Batıcı İhânet Cephesi saflarına atmışlardır. Bu slogan etrafında Irak’a saldırı başladıktan sonra bütün cepheler, yurt çapında İMK’nın ortaya koyduğu politikaya nispetle meydan yerine çıkarak kitleyi Amerika ve işbirlikçilerine karşı yönlendirmişlerdir. İBDA Mimarı’nın savaştan önce, yukarıda da ifâde ettiğimiz gibi “beklenmedik mallar pazara gelebilir” ihtarının ne mânâya geldiği 25 Ocak 1991 Cuma günü açılan, “Saddam sen oradan, biz buradan” pankartıyla anlaşılmıştır. 1 Şubat 1991 Beklenmedik malların pazara gelmesinden sorumlu tutulan İBDA Mimarı 1 Şubat 1991 günü gözaltına alınarak tutuklanmıştır. Kendisi tarafından bu operasyonun “ateşin üzerine benzinle gitmek” diye değerlendirildiği malûm. 1991’den sonraki gelişmeler tam olarak incelendiğinde, hareketin kazandığı militan muhteva da göz önüne alındığında İBDA Mimarı’nın bu tespitinin ne kadar haklı olduğu görülür. 25 Ocak 1991’le başlayan militan çizgi, 1 Şubat 1991’den sonra örgütlü bir şekilde devam etmiştir. Bugünlere kadar devam eden bu çizginin vesilesi “Körfez Savaşı ve Saddam Hüseyin’dir” desek çok yanılmış olmayız. Kafa Tutan Saddam İBDA Mimarı cezaevinden çıktığında Körfez Savaşı da bitmişti. Yine haftalık Cuma dergisi kendisiyle bir mülâkat gerçekleştirdi. Mülâkatın gerçekleştirildiği bu dönemde bütün Batıcılar, Saddam Hüseyin yenildi diye zil takıp oynuyorlardı. İBDA Mimarı ise şunları söylüyordu: “…Amerika’nın hem siyasî ve hem de askerî sahada cakası bozuldu!..” (*) “Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, Amerika’nın dünyada tek süper güç olarak kaldığı ve dünyanın patronu olduğu masalı, bu savaşta çökmüştür; ve savaşın neticesine bakmaksızın söyleyeyim ki, Irak bilerek veya bilmeyerek üçüncü dünya ülkelerine iyi bir örnek ve moral vermiştir… Kafa tutulabileceğini ve Amerika’nın istediği yere elini kolunu sallaya sallaya girip istediğini yaptıramayacağını göstermiştir… Yâni, Irak’ın ödediği bedel ne olursa olsun Amerika mağlubiyetten beter bir zafer kazanmıştır.” (*) Irak’ın ödediği son bedel, meşrû devlet başkanı Saddam Hüseyin’in şehâdeti olmuştur. Fakat bugün, üçüncü dünya ülkeleri başta olmak üzere, bütün dünya genelinde Amerika’ya karşı bir dik duruş varsa, bunun müsebbibi Irak ve Saddam Hüseyin’dir. Biz, Filistin direnişinin kazandığı ivmede de, 11 Eylül’de de, Afganistan’da da, Lâtin Amerika’da da, Saddam Hüseyin’in verdiği ilhâmı görmekteyiz. Yine İBDA Mimarı Irak’ın rolü ve Saddam Hüseyin’i anlatırken şunları ifâde ediyor: “Eğer “yeni dünya düzeni”ni bir arabaya benzetecek olursanız, Irak bu arabanın bir tekerini sökmüştür… Ve bu düzen heveslileri için iş, evdeki hesabın çarşıya uymaması gibi bir durum doğurmuştur… Daha önce de belirttiğim gibi Saddam yaptığı işin farkında olsun olmasın, üçüncü dünya milletleri adına bu oyunu bozucu mühim bir görevi yerine getirmiştir.” (*) Saddam’ın idamından sonra, Bush’un; “Kötü örnek oluyordu” ve “Amerika’yı yeneceğini zannetti” sözünü hatırlayın. Buhs’un ağzından dökülen bu ifâdeler aslında Saddam Hüseyin’i kahraman ilân etmek için başka bir delile ihtiyaç bırakmamaktadır. Bugün dünyanın yaşadığı kaos ve Amerika’nın içine düştüğü zor durum, Saddam’ın açtığı yol sayesinde meydana gelmiştir. Artık, dünyanın her tarafında irili ufaklı devlet veya örgütler, Batı emperyalizmine kafa tutmanın zevkini yaşamaktadırlar. Pislik Şiiler Şiilik, İslâm’da bir mezhep değil, sapık bir yoldur. Bir çok İslâm büyüğünün de ifâde ettiği üzere, küfürdür. Kendilerine RAFIZÎ denmesin diye, Şiî ve Caferî olduklarını söyleyen bu pislik soyu, tarihin her döneminde küfürle savaşan, Ehl-i Sünnet’i arkadan vurmuştur. İslâm’ın Yahudisi olan bu sapık kol, tarih boyunca her zaman Batı’nın bir numaralı müttefiki olmuştur. Bugün İran dış politikasına baktığınızda bütün hususlarda İslâm âlemiyle değil de, Batı ile işbirliği içinde olduklarını görürsünüz. Amerika’nın kendilerine sağladığı “iktidarla” kumda oynayan bu pisliklerin yaptıkları en büyük eylem, “büyük şeytan”ın erketeliğidir. Ne ilâhi hikmettir ki, 1991 yılında Şiîler Saddam’a ihânet ederken, aynı anda da burada İBDA’ya pislik yapmaya teşebbüs ettiler. Sayın Mirzabeyoğlu, savaşın içinde “ummadığı” hâdise olarak İran’ın ihânetini anlatmaktadır: “Açıkça ifâde etmem gerekirse, İran, Türkiye’den kırk kat beter bir akbabalığa soyunmasaydı, müttefik kuvvetler bin beter bir duruma düşebilirdi… Kuveyt’te Amerikalılara karşı verilecek direnişi beklerken, bir de baktık ki İran, “Büyük Şeytan” dediği Amerika’nın safında, Irak’ı kalleşçe arkadan vurdu… Hani boyuna “Büyük Şeytan” diye bahsediyorlar ya Amerika’dan; kendi ifâdelerine nispetle kendileri de, “Büyük Şeytan”ın “Büyükelçi”liğine soyundular… Bildiğiniz gibi, Irak’ın Kuzeyinde ve Güneyinde ayaklanma yaptırmaya giriştiler… Şiîler işte budur!..” (*) Şiîlerin, hem Saddam’a, hem de Mirzabeyoğlu’na yaptıkları pislik cezasız kalmadı. Aynı anda hem Irak’ta hem de Türkiye’de tepelendiler. Bugün aynı pisliklerini Saddam’ı şehit ederek ve burada da isim vermeden İBDA’ya saldırarak yapmaktalar. “Tarih tekerrürden ibârettir” sözünde muhakkak ki bir hâkikat payı vardır. Fakat en önemli hâkikat şudur; İslâm âleminde Şiîler başta olmak üzere, “dini içten yıkan kâfir soyu” temizlenmeden, derli toplu bir İslâm coğrafyasına yol kapalıdır. Irak ve Saddam Hüseyin’le İBDA arasındaki bahsetmeye çalıştığımız bu münasebetler, Türkiye ve dünyada İslâm ihtilâlinin hangi fikir etrafında gerçekleştirilebileceğinin görülmesi açısından önemlidir. Bütün şehitler gibi, Saddam’ın intikâmı da bizim üzerimizde bir borçtur. Saddam’a Müslümanlığı “yakıştıramayan” köpek soyu, ilmik boğazlarına geçirildiğinde, Saddam’ın gösterdiği Müslümanlığın ve erkekliğin binde birini gösterebilecek mi acaba? 12 Ocak 2007 (*) Salih Mirzabeyoğlu, Adımlar
mücadelenin verimini kullanarak iktidar olan bir partinin kuyruk sokumuysa, dolambaçlı yollara ne gerek var?!. O partinin teşkilâtına üye olursun, olur biter
varlığa şahitlik ederek ona katılmak. Bunun nasıl olacağını, olunması gereken imaj, fikir, metod, usûl olarak ortaya koydu; O, Kadro yetiştiren Mütefekkir’dir.
PAYANDA “MUHALEFET” Ali Osman ZOR Yıkılmış bir iktidar geçici bir süre için de olsa yıkılmamış gibi gösterilebilir mi? Çok sık görülmese de tarihte benzer durumlar yaşanmıştır. Kanunî Sultan Süleyman Zigatver seferinde vefat ettiği hâlde, ölümü 43 gün boyunca Sokullu tarafından Yeniçeri’den gizlenmiştir. Kâh payandalarla kâh benzerini yerine oturtarak bu vefatı gizlemeyi başaran Sokullu, iktidarın 2. Selim’e devrini gerçekleştirmiştir. Eğer ki Yeniçeri Kanunî’nin vefatını öğrenseydi, muhakkak ki bir iktidar bunalımı baş gösterecekti. Veya iktidarı devralacak başka bir güç olsaydı bu süreçte iktidar el değiştirebilirdi. Yakın siyasî tarihe baktığımızda, bir hamleyle iktidardan uzaklaştırılıp daha sonra karşı hamleyle tekrar iktidarı ele geçiren yönetimler mevcut; ancak devrildiği hâlde, “muhalefet” tarafından payandalanarak “devrilmemiş” gibi gösterilen ve devrildiği hâlde hâlâ “meşru ve hukuki bir yönetim” gibi iş başında kalabilen bir misâl aklımıza gelmiyor. Anlaşılmasında hiçbir güçlük olmayan şu basit gerçeğe dikkat; muhalefetin ana ve aslî görevi iktidarı elinde tutan yönetimi devirip veya iktidardan uzaklaştırıp onun yerine iktidar olmaktır. Gerek demokratik yollar, gerekse olağanüstü şartlar sırasında oluşan fırsatlarda gerçek bir muhalefetin gözü daima İktidar mekanizmasındadır. Hem “iktidarsız” olup hem de muhalif olunmaz. “Karar alma” ve “emir verme” mekanizmasını elinde tutan yönetimle önce iktidarı paylaşıp daha sonra onu iktidardan uzaklaştırmak da mümkündür. Ama, devrilmiş bir yönetimi, onun yerine iktidarı almak dururken tekrar iş başına getirmek ayrı bir kategorik değerlendirmeye tabi tutulmalı. Toplum ikiye bölünmüşse, bu bölünmenin müsebbibi olan liderlik sahte kutuplaşmalarla bölünmeyi derinleştiriyor ve toplumu güçsüzleştirmeye devam ediyorsa, üstüne üstlük bir hamleyle devrildiği hâlde tekrar iktidar altın tepsi içinde ona hediye edilmişse, orada iktidara talip “gerçek muhalefet”ten söz etmek mümkün değildir. Devrilmiş bir liderliği payandalayarak iktidarda tutan muhalefet, ilk önce kendisine ümit bağlamış kitlelere ihanet içinde demektir; bu durumda da payanda olduğu iktidarla birlikte onun da tekrardan “devrilmesi” gerekir. Çünkü kitlelerin talebiyle iktidar arasında, iş başındaki yönetim lehine tampon görevi görmektedir. Bu durumda “payanda” görevini üstlenmiş “muhalefet”e yapılacak hamle doğrudan iktidara yapılmış sayılır. MUHALEFET DERKEN NE ANLIYORUZ? Kitlelerin, iktidara karşı arkasında mevzilendiği siyasî yapılardır. Bu siyasî yapılar sisteme entegre ise, bunlara gerçek muhalefet değil, “sistem içi muhalefet” denir. Fakat, bu sistem içi muhalefet çoğu zaman kitlelerin iktidara karşı büyüttükleri “yıkıcı öfkelerini” DUVAR fonksiyonu görerek absorbe ederler; “şeklî demokrasi”lerde oyun böyle oynanıyor. İster “kötü dikatatörlük”lerde, isterse “şeklî demokrasi”lerde olsun gerçek muhalefet ise, her fırsatta sistem tarafından tehdit, şantaj, hapsetme, itibarsızlaştırma ve öldürme yöntemleriyle tasfiye edilmeye çalışılır. Gerçek muhalefet tarafından şiddetin metod olarak kullanılmasının gündeme geldiği nokta tam da bu tasfiyeye “direnme” iradesinin ortaya çıktığı ândır. Burada bu konuya şimdilik “nokta” koyarak devam edelim. “Yıkıcı” duyguların şuuruna varan öfkeli kalabalıklar, arkasında mevzilendikleri siyasî yapıların bu duygularına tercüman olmadıklarını anladıkları ân, bu duygularını iktidara ulaştırabilmek için arkasında mevzilendikleri siyasî yapıların önlerine geçmek zorundadırlar. Bunun da tek yolu “muhalif” görüntü altında iktidarı güçlendiren veya ona “payanda” görevi üslenen bu siyasî yapıları etkisizleştirmektir. Yeni bir siyasî yapının, yani “gerçek muhalefet”in İHTİYAÇ olarak kendini dayattığı nokta da burasıdır. Tüm kesimler adına söylenebilir ki, bu ihtiyaca cevap verilemesin diye “yıkıcı” duygularla yola çıkan gerçek muhalif olma istidadı taşıyan hareketler iktidar tarafından tasfiye edilirken, aynı ânda bu hareketlerin sahte tarafından benzerlerine de alan açılır. Bir yayın organı veya her hangi sivil toplum örgütüyle hedefi İKTİDAR olan siyasî hareketler arasındaki farka da dikkat etmek lazım. Bir yayın organı veya bir sivil toplum örgütü baskı grubu olarak ne kadar etkili olursa olsun, iktidarı hedefleyen bir siyasî yapının önemine sahip olamaz. İktidarı hedefleyen bir siyasî hareketin muhatabı iktidar ve iktidar çevresinde aranır. Bu açıdan bakıldığında sahtesine yer açmak için iktidar tarafından gerçeğinin tasfiye edilmesi ve sahtenin iktidara ortak edilmesi GERÇEK Muhalefetin hedefini belirler. Muhalefetin, hileli yollar veya gizli anlaşmalar kapsamında iktidarlarla beraber olup ama, bu beraberliğini sanki halâ “muhalefetmiş gibi” gizlediği dönemlerde, kandırılmış ve ihanete uğramış her kesimin, “gizli iktidar” olmuş kendi sahtesini hedefe oturtması, iktidarı hedef almasıyla aynıdır. Binlerle ifâde edilebilecek sosyal bir organizasyondan siyasî bir hareketi ayıran husus, siyasî hareketin iktidara talip olması ve faaliyetlerini iktidar çevresinde örgütlemesidir; isterse bu siyasî hareket üç kişiden müteşekkil olsun. İster “şeklî demokrasiler”, isterse de devrim hareketleri söz konusu olduğunda siyasî bir hareketin muhalefetteyken hedefi iktidara gelmek ve bütün faaliyetlerini bu hedef doğrultusunda örgütlemektir. Bu hedef ona hem “muhalif” olma özelliği kazandırır hem de “siyasî” niteliği devam eder. Anlaşılıyor ki, bir siyasetin “gerçek muhalefet”i temsil edip etmediği “iktidarı ele geçirme” şartları ortaya çıktığında kendini gösterir. Başka bir deyişle “gerçek muhalefetin” görevi “iktidarı ele geçirme” şartlarını hazırlamak veya bu şartlar tahakkuk ettiğinde iktidarı almak için harekete geçmektir. Burada Kumandan Mirzabeyoğlu’nun “Direne direne mahkûm olmak değil, hâkim olmanın şartları”na erişmeye çalışan muhalefetten bahsediyoruz. Bir kaç defa ifâde ettiğimiz üzere, muhalefetin görevi iktidarı ele geçirmektir. 15 TEMMUZ SONRASI TASFİYELER VE SIRASINI BEKLEYENLER “Vur patlasın çal oynasın” devri aslında 15 Temmuz öncesi bitmişti. 15 Temmuz’da ve arkasından yapılan 16 Nisan referandumunda bu bitiş sadece açığa çıktı. Referandum sonrası ilk değerlendirmemizde Erdoğan’ın “reisçiler”i tasfiye edeceğini söylemiş, referandum sonucunu onların üzerine yıkacağını iddia ederek şu görüşleri dile getirmiştik: “Gerilim politikası”yla yürütülen bir referandum sürecinin sonucunda ortaya çıkan “çatışma” ve “bölünme” görüntüsü muhakkak ki dünden bugüne oluşmadı. 2002’den beri yürütülen politikaların birikimi üzerine 16 Nisan sadece bir sonuçtu. Tahmin edilebilir bu netice Beştepe tarafından hesap edilemedi mi? Eğer edilemediyse, Erdoğan bunun suçunu vakıf ve derneklerden devşirdiği danışman ordusunda ve milyonlarca dolar harcayarak beslediği sözde ülke menfaatini özde ise kendi menfaatini önceleyen rengârenk kalemşör çetesinde aramalı. Hiçbir ahlâkî kaygı taşımadan düşman üreten ve çoğaltan Beştepe etrafına öbeklenen ve belli ki çocuklukları AJAN olma hayâliyle geçmiş “gazetecilik”ten başka her işi yapan kiralık kalemler, hem bu bölünmüşlüğün hem de % 50 HAYIR’ın baş müsebbipleridir. Yıllardan beri “sahte kutuplaşmadan” nemalanan ve bu kutuplaşmayı sun’i gündemlerle tahrik eden bu istihbaratçı özentisi görgüsüz kalemler şu ân hiçbir şey yapmamış ve hiçbir hadisede sorumlulukları yokmuş gibi davranarak aradan sıyrılabileceklerini zannediyorlarsa da yanılıyorlar. Önümüzdeki günler bunların hesap verme günleri olacak.” “Metal yorgunluğu” bahanesi altında yaşanan tasfiyeler işte bu referandumda alınan neticenin hesabı niteliğinde olduğu gibi, yeni bir seçime de hazırlık mahiyetindedir. Bilindiği üzere AKP politikaları her kesimi ve hatta aileleri böldü, paramparça etti. İşine yarayacağını düşündüğü bu bölme politikaları ne gariptir ki AKP’nin de sonunu getirmiş gibi. Bu bölünmüşlük içinde her kesimin seviyesizleri ve mamacıları AKP etrafında öbeklenirken kendini satmayan idealistler “merkezî bir fikrin” birleştirici ve bütünleştirici misyonundan uzak Beştepe’ye karşı saf tuttular. BEŞTEPE’NİN MEŞRUİYET ARAYIŞLARI Etrafında toplanan seviyesizliğin kendisine oy kaybettirdiğini fark eden Beştepe, meşruiyetini başka yerlerde aramaya başladı. Bugüne geldiğimizde ilk önce 15 Temmuz’da attıkları can simidi, şimdi ise üstlendikleri payanda rolüyle Devlet Bahçeli ve Doğu Perinçek ekibinin desteğiyle ayakta durmaya çalışmakta. Bu can simidi ve payandalamanın karşılığı olarak da Beştepe’nin AKP’yi vereceği neredeyse kesinleşmiş durumda. Mevcut gelişmelere baktığımızda bundan sonraki süreçte AKP’nin en azından tabela partisi olacağı noktasında şüphe yok. 16 Temmuz’da AKP Genel Merkez binasına asılan M. Kemal posteri şimdiye kadar olanların en büyüğüymüş. Posterin asılmasından bugüne kadar da Beştepe’nin sağında Devlet Bahçeli ve ekibi solunda ise, Doğu Perinçek ve ekibi olmak üzere Kemalizm’in iki versiyonu oturmakta. Garip olan ise, 15 Temmuz’dan sonra ortaya çıkan bu ilişkiyi kimsenin izah etmeye yanaşmaması. Sanki taraflar arasında “gizli bir anlaşma” var, bu anlaşmaya binaen de bu ilişkinin muhtevasına dair konuşmak herkese yasaklanmış gibi. Diğer taraftan ise, Beştepe’ye sırtını dayayanların bazıları Kemalizm’e sövmeye devam ederken, yine Beştepe’ye sırtını dayayan Kemalistler de en güçlü dönemlerini yaşamaya devam ediyorlar. Başka bir ifâdeyle şuan 28 Şubatçılar hedeflerine ulaşmış olarak iktidardalar. Hiç kimsenin bahsetmek istemediği konu da bu zaten. 28 Şubat’ta “birbirinin varlığını dileme” psikolojisi içerisinde bir zaman yürütülen “düşmanlık” ilişkileri şimdi, sanki “birbirine muhtaçlık” ilişkisine dönüşmüş durumda. Bunun yanında halâ çözülememiş meşruiyet sorununu da eklersek Beştepe etrafındaki bu görüntü iyice karmaşık bir hâle geldiğini görürüz. Kemalizm’in bu iki versiyonu üzerinden bir değerlendirme yapıldığında Beştepe’nin bırakın Kemalizim’le her hangi bir problemi olmasını, meşruiyetini orada aradığı dahi söylenebilir. Başka bir deyişle Beştepe’nin bazı Kemalistlerle problemi olmadığını söylemek, gerçeğin ifâdesi olacaktır. İKTİDAR VE ORTAKLARI ARASINDAKİ “MUHTAÇLIK İLİŞKİSİ”NİN KAYNAĞI Bu ilişkinin MUHTAÇLIK İLİŞKİSİ olduğunu kabul edersek, şunu da sormamız gerekir; Bu muhtaçlık nereden kaynaklanıyor? Bu sorunun cevabını doğru verebilmek için “28 Şubat süreci” ve o süreçte yaşananlar başta olmak üzere 15 Temmuz’u da tüm açıklığıyla masaya yatırmak gerekir ki, yaşadığımız şartlar itibariyle bu da pek mümkün olmadığına göre sadece satıhta bir değerlendirmeyle şimdilik cevabı yine 15 Temmuz’da arayacağız. “Fiilî durumu yasal hâle getirelim” “Fiilî durum” demek mevcut Anayasanın ve yasaların dışında cereyan eden durum demek; yani “yasa dışılık” anlamına kullanılan bir tabirdir her şeyden önce. Peki bu “fiilî durum” nasıl oluştu? Siyasî literatüre geçmiş ve herkesin hafızasında yer eden Devlet Bahçeli’ye ait bu söz, aslında 15 Temmuz’un perde arkası ve bugün yaşanan MUHTAÇLIK İLİŞKİSİ hakkında bize ilk fikri vermektedir. 15 Temmuz’a kadar yasal olan neydi de 15 Temmuz’dan sonra yasa dışı – fiilî durum oldu? Tabiki SİYASÎ YÖNETİM, yani İKTİDAR. Bir yönetim ya düştüğü zaman yasa dışı olur ya da darbeyle geldiğinde; bu durum da ilk zamanlar için geçerli olup, daha sonra kendi iktidarını teşkil edebilir ve anayasasını yürürlüğe koyabilirse yasa dışı olmaktan kurtulur. Peki 15 Temmuz’da bunlardan hangisi oldu? Mevcut iktidar mı düştü, yoksa bir darbeyle yeni bir iktidar mı kuruldu? Ama şu kesin, ortada devlet-mevlet kalmadı. İster “ikinci Cumhuriyeti kuruyoruz” deyin, isterseniz de “yeni bir devletin temellerini atıyoruz” deyin, bu gerçek değişmeyecek. Temel soru ise ortada durmakta; Adeta yeniden kuruluş sürecini yaşadığımız bu dönemde, sıkışmışlıktan ve çepeçevre kuşatılmışlıktan ülke nasıl kurtulacak? Bu sorunun cevabıyla birlikte konuya devam edeceğiz. İlk yayın tarihi: 7 Ekim 2017
İnandırıcılık-Güvenilirlik, Liderlik OTORİTESİ, “Millilik”, Kahramanlık… Kitleleri, inandığı ideal için aşk ve vecdle peşinden sürükleyecek bir liderin tüm bu vasıflara haiz olması gerekirken, muhalefeti ve iktidarıyla siyaset sahnesinde var olan liderlerin hiç birinde bu vasıflar mevcut değilse;
Yaygınlaşan kriz ve olgunlaşan bunalım bugün başlamadı; 2003 Irak işgâline kadar giden tarihî bir arka plânı var.