Hür Savaşçı’dan Notlar: AMERİKA VE AVRUPA BİRLİĞİ ETRAFINDA
“Hür Savaşçı” ile hafta içinde telefonlaşmış ve “Die Zeit” (Zaman) Gazetesinin Karl Marks’ın resmiyle birlikte attığı “Yoksa Marks haklı mıydı?” manşeti çerçevesinde sohbet etmiş ve hafta sonuna randevulaşmıştık.
Hafta sonu bizi bekleyen başka bir süpriz vardı. Kar yağmış ve her yer bembeyaz olmuştu. İnsan, karda yürürken çıkan sesleri bile özleyebiliyormuş.
Alışveriş, ev ahalisi ile haşır neşir ve bir kaç işin ardından akşamı getirmiş, geç kalmamak üzere anlaştığımız saate doğru erkenden yola çıkmıştım. Önceden haberleştiğimiz Mehmet, Barış ve Onur arkadaşlarla evin önünde buluşup beraberce içeri girdik.
– “Hoşgeldiniz gençler. Sizi tekrar hep beraber görmekten mutlu oldum.“
Mehmet;
– “Siz de hoş geldiniz efendim. Özlettiniz kendinizi. Geçen sefer kısa vadeli ve programımız olduğu için gelemedik ama sağolsun Nihan arkadaş bize sohbetinizi özetledi. Bugün bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.”
– “Rica ederim ne demek. İmkân dahilinde olduğu sürece size her dâim kapım açık gönüldaşlar.”
Barış;
– “Ben de bugünü iple çektim. İnşallah afiyettesiniz?”
“Hamd olsun. Bir yaramazlık yok. İyice dinlenmek nasip oldu ve geçen bu yakınlara gelen kızımı da görmüş oldum. Sen nasılsın delikanlı?”
En gencimiz ve bu konulara yeni merak saran Onur, biraz kısık ve utangaç bir sesle cevap verdi;
– “İyiyim, sağ olun. Okuluma devam ediyorum ve cep harçlığım için ufak çaplı çalışıyorum.”
– “Aferin. Allah zihin açıklığı ve sabır versin. Bu zamanda okumak daha da zorlaştı. Ne okuyorsun sen?”
– “İnformatik efendim, yâni Bilgisayar Bilimi.”
– “Güzel. İnşallah kendi yazılımımızı yapanlardan olursun.”
Hepimiz “Âmin!” dedik.
Neşesi gayet yerindeydi. Kızını uzun zaman sonra görmesi ve hasret gidermesi de moral vermiş olmalı. Bu da bizi her zaman olduğu gibi sohbet öncesi rahatlaşmıştı. Kalkıp çaylarımızı aldık ve yerlerimize kurulduk.
Hür Savaşçı söze devam etti;
– “Batı’nın Kapitalist Yeni Dünya Düzen’inin nefesi kesiliyor. Biliyorsunuz, kapitalizm, giremediği topraklara üstündeki ve altındaki canlı veya cansız ne varsa herşeyi ile birlikte düşman olur. İster devlet çapında olsun, isterse bölgesel kesim, buna karşı direnenleri öcüleştirir ve terörist ilân eder. Mesela bir ülke bunların bir markasını yasaklansın, sanki kolları kopmuş gibi acı çeker ve ciyaklamaya başlarlar. Bizim gibi, neleri varsa rahatça sokabildikleri ülkelere ise kolay lokma gözüyle bakarlar. Yani Sayın Salih Mirzabeyoğlu‘nun dediği gibi “Amerika ve Avrupa’nın birbiriyle rekâbet ortamı içinde de olsa bizim gibi ülkelere biçtikleri parya statüsünde müşterek, bir hegemonya sistemidir.”
Batı’nın bize zorla dayattığı sistemler mâlum… Birde müzikleri, elbiseleri, romanları, filmler ve, teknolojik âletleri göz önüne alın. Mesela, en azından müzik konusunda o kadar iğrenç şeyleri, haber kanallarında bile konu edip ilgi uyandırma çabası. “Dinlemiyorsan cahilsin” damgası… Aslında şu deniliyor:
-Batı’ya uzaksan, insan bile değilsin!
Böyle bir hengâmede bütün bunlara karşı Doğu’nun kalitesini gerçek mânâda ortaya koyacak millî buluşlara açız. Bekliyoruz. Gençlerin aksiyonunu istiyoruz. Bizim musîkiye bir düşmanlığımız yok. Düşmanlığımız kültürel yozlaşmaya. Severek dinlediğim Vivaldi gibi değil, daha da iyisini yapacak sanatçılar istiyoruz. Kaliteye hasretiz. Bugün bu kaliteyi sadece dijitâl olarak sinemada, müzikte bulmamız hiçbir şey ifâde etmez. Diğer yandan giyim kuşamımızın ve romanımızın hâlleri, kullandığımız teknolojik âletlerin bizi esir etmişliği ortada. Şair kalmadı piyasada şair! Eskiler olmasa, bu düzenden neredeyse bir tane şiir çıkmaz vehmini yaşıyor insan.”
Mehmet müsade isteyip sordu;
– “Afedersiniz sözünüzü kesiyorum. Bütün bunlara sebep olan şey nedir sizce? Neden bizde hep bir eksiklik var da, bir orjinalite yok?”
– “Şöyle cevaplamaya çalışayım. Vatanı, Milleti ve bu gibi çalışmaları omuzlayacak gençlere musallat olan, kendi kafasını bile omuzlarında zor taşıyan fikirsiz ve hamlesiz tipler yüzünden. Devletin bir medeniyet anlayışı olmadığı zaman, bu gibi kuru kafaların asıl meseleler etrafında gösterdikleri cılızlık ve kibir gösterişleri etrafında zevk ve hassasiyet zayıfladıkça zayıflar. Bu yapılan da memleketin geleceğine karşı gerçekleştirilen en büyük ihanetlerden bir tanesi değil de nedir? Ne demek istediğimi anlıyorsunuz değil mi? Yâni bu hain zihniyet sahteye ve kalitesiz olana büyük imkânlar verirken, sahici ve ciddi olana daima burun kıvırmak gibi bir gafletin içinde çırpınmaktan başka birşey yapmıyor.”
Söz aldım;
– “Efendim mâlum önümüz de bir referandum var. Sizce Avrupa veya Amerika bu “Başkanlık” meselesine nasıl bakıyor?”
– “Pek de umurlarında değil diye düşünüyorum. Onlar için yönetim biçimi değil, kendi politikalarının rahatlıkla güdülebilmesi önemlidir. Merkel geliyor, CIA’in başı geliyor, Kültür Bakanı İsrail’e gidiyor, ABD ile işbirliğine devam açıklaması yapılıyor. Her şeyin, herkesin istediği gibi olduğu gayet rahat bir ortama benzemiyor mu?”
Mehmet;
– “Sanırım biraz da Trump’ın başa gelmesiyle alâkalı… Mesela Almanlar birden Erdoğan’ı bırakıp hergün Trump’ı konuşmaya başladı. NATO ve AB ile alâkalı bazı açıklamaları bayağı bir tedirgin etmiş anlaşılan.”
Söze girdim;
– “Müsade varsa çok kısa olarak birşey paylaşmak istiyorum sizinle. Alman iş arkadaşım daha yeni New York gezisinden döndü. Buradan giderken biraz korkuyordu, çünkü Alman medyası öyle bir korku algısı veriyordu ki, ister istemez Alman vatandaşları da, bu arkadaş da tedirgin oluyor ve Trump’ı öcü gibi görüyordu. Ki bu hâlâ geçerli bir durum. Neyse, geri geldikten sonra Amerika’da her şeyin sakin, Avrupa medyasının saldığı korku propagandasının ise asılsız olduğunu söyledi.”
Hür Savaşçı;
– “Avrupa derken, aslında Avrupa Birliği’nin çok rahatsızlık duyduğunu söyleyelim. Trump’ı daha çözmüş değiller ve ne yapacağını tam olarak kestirememeleri, doğal olarak çıkarlarına düşkün ağır topları, yâni belli başlı siyasi, ticari ve pazar localarını muazzam korkutuyor. Bu sebeple bunu medya ayağı ile Avrupa halkına da yansıtmak istiyorlar ki, kamuoyunun desteğini alsınlar.
Netice de Avrupa Birliği’nin yükünü Almanlar taşıyor değil mi? Zaten en fazla Almanya’dan ses çıkmasının nedeni de bu. Dikkat ettiyseniz, Amerika’da ki seçimleri sabaha kadar canlı verdiler ve sabah sonuçlar açıklanırken suratlarının ifadesinden herşey anlaşılıyordu.”
Onur’a doğru dönerek “çaylarımızı tazelermisin genç?” dedi ve devam etti;
– “Genel olarak Avrupa’yı kısaca ele almaya çalışalım. Avrupa’nın pek çok düşünürünü ve tarihçisini “bir Avrupalı Kimliği yok ki Avrupa Birliği olsun!” sonucuna götüren meseleleri analiz etmeden ele alamayız. Bugünki Avrupa’ya baktığımız zaman Latinler gitti, Bizans gitti. Klasik Avrupa yapısı da yok, karman çorman. Atina, Sparta falan. O zaman da bütün Dünya Yunanistan zaten. Aristo’nun Batı’yı ve Doğu’yu toparlama yâni filozofik ve kültürel birleştirme gayreti buralardan ibaret. Şimdinin Avrupa Birliği’ne bakalım, hep birbirine râkip Devletler. İşte Fransa, İngiltere, Almanya, İtalya vesaire. Adamlar, işçileri bir inşaatta toplamışlar gibi durum. İyi de işçileri bir araya getirerek bir aile oluşturulmaz ki. İşçi dediğin, yarın menfaatini başka bir yerde bulur ve çeker gider değil mi?
Türkiye’de bir rüzgâr esiyor. İster milliyetçi, solcu, liberal olsun, bütün partileri katarak söyleyelim, bir AB merakı başlıyor. Biz ise AB’ye karşıyız çok şükür.
Ama Avrupa Birliği’nin dağılacağını bizzat Merkel söylüyor. Neticede İspanya’nın, İtalya’nın, Yunanistan’ın durumları ortada. Sonra Avrupa’nın yamacında Kuzey Afrika hikâyesini çıkaran Fransa. Bu gibi meselelere İngiltere de sinsi olarak tek başına giriyor, Fransa da… Herkes çaktırmadan bir iş peşinde… Avrupa’nın durumu bu… İngiltere zaten Avrupa Birliği’ni bıraktı, biliyorsunuz. AB’nin birde Balkan ülkeleri gibi, neden katıldığı mâlum açıkgözleri var. Romanya ve Bulgaristan gibi… Bu da AB’nin teorik olarak da çöktüğünü gösteriyor. Dağılmış vaziyetteler. Şimdi bu çerçevede söylersek, İslâm’ın müesseseleri var… Hilâfeti var… Hilafete tâbilik var, vesaire. Bu yüzden İstiklâl Savaşı sırasında anlatırlar ya, Hindistan‘daki Müslümanların Hilâfeti kurtarmak için servetlerini İstanbul’a aktardıklarını… Anlıyorsunuz değil mi?”
Mehmet,
– “Evet efendim!.. Peki Trump veya Amerika’ya gelecek olursak, sizce Trump ile birlikte Amerika’nın durumu ne olacak?”
– “Trump’a gelindiği zaman, netice olarak Amerika artık eski Amerika değil. Eski Amerika, meselâ dünya jandarmalığına soyunan tek küresel güçtü falân. Şimdi Trump diyor ki; “İşe yaramayan yerleri bırakın, işe yarayan yerlere saldırın.”
Zamanın Gölge Dergisi’nde yayınlanmıştı… 100 küsür sene önce İngiliz tarihçi Toynbee, dönemin şartlarını gözönünde bulundursak tam da keşifler döneminde, şöyle demişti:
“Amerika, ilerde içe kapalı bir tarım toplumu olacak, İngiltere de küçük balıkçı köylerinden ibaret kalacaktır.“
Bunu şu şekilde de anlayabiliriz… Ki, Türkiye’de bulunan Amerikalı hocaların sözleridir bunlar: Amerika’daki entel tipler Amerika’dan kaçıyor. Yavanlıktan… Yâni Trump’un hâli şundan komik, çünkü Amerikalı diye birşey kalmadı. Hâlbuki Amerika’ya da müthiş bir göç var ve güya vasıflı insanlar geliyor. Amerika bunları vasıflı olarak alıyor ama bunlar çorbayı iyice sulandırıyor. Çünkü Amerika’nın da bunları eritecek bir yapısı yok ki… Dünya’nın dört bir tarafından insanlar Amerika’ya gidiyor, peki Amerikalı nereye gitsin? Demin bahsettiğim Hocalar gibi çizgisi olan kişiler de üç beş seneliğine Türkiye’ye geliyor, buradan Mısır’a gidiyor filân. Buraları merak ediyorlar. Bunlar bir şey arayan, bir şey isteyen insanlar… Ama buradan Amerika’ya gidenler de rahat etmek için gidiyorlar ve sonuçta lastik balon misâli uygunluk çerçevesinde eriyorlar.
Hatırlarsanız Sayın Salih Mirzabeyoğlu “Adalet Mutlak’a” isimli konferansında Alman bir profesörün sözünü aktarmıştı:
“İkinci Dünya Savaşı sırasında bizim için mutluluk bir tas çorba idi. Şimdi oğlumun her şeyi var ama mutsuz… Ben böyle söyleyince, her şeyim var diyerek şiddetle reddediyor. Ben bunu yeni yeni farkettim.“
Hani şu “ruhî ihtiyaç” meselesi var ya!
Trump’ın bende bıraktığı izlenim zaten “tombalacı” bir tip olması…
Dolayısıyla Amerika’yı şöyle anlatalım. Ortada insanların bütün ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir Amerikan kültürü yok ki!.. Yâni kendi kendine de yok… “Bu, tamamen sanal” diyorlar ya şimdi, uyduruk bir şey… Film medeniyeti, mercek medeniyeti, yâni sun’i rüyâ medeniyeti… Anlatabiliyor muyum?!. Yâni derinliğine hiçbir şey yok!.. Onun için Trump’ın yapacağı pek bir şey de yok… Ama önemli olan ve kesinlikle gözden kaçırmamamız gereken şey şu: Düşmanın fenâlığı senin iyi olmanı göstermez!
Üstad Necip Fazıl muhtelif yerlerde dile getirmiştir. Her yerde şu oluyor bu oluyor, yani bunlar, olgunluğunda çökenler… Hani “bir ilmin yanlışı müntehâsında belli olur” hadisesi var ya… Bunlar ilerliyor, gidiyor falân derken, bir yerde lap diye düşüyor. Şimdi bunların hâli bu… Ama bu demek değildir ki, sen aman ne ilim sahibisin… Senlik bir şey yok! Onlar kendi kendine çöktü. Bizim problemimiz ayrı. Bizim için de sözkonusu olan kendi iç oluşumuzu tamamlamak… Ama bu bir fırsattır. İnşallah Türkiye için hayırlı olur!”
“Âmin!” diye mukabele ettikten sonra Mehmet:
– “Avrupa halklarının durumu da içler acısı Efendim. Sizin de ifâde ettiğiniz üzere Almanya başta olmak üzere Batı’da insanların herşeyi var ama mutsuzlar. Bir arayış içerisindeler. Nereye gideceklerini de bilmiyorlar, bir yol gösterecekleri de yok aslında. Avrupa halkının düştüğü durum bu.”
– “Bu Fransa, meselâ tarihsel sürecinde Almanya ile ciddi savaşları var değil mi? Şimdi Fransa ile Almanya böyle bir olabilirler mi, o da belli değil. Demin bahsettiğimiz gibi İngiltere zaten bıraktığını söyledi. Ortada Avrupa Birliği diye bir şey kalmadı ki zaten. Bir de NATO mato meselesinde şu enteresan: İtalyanlar NATO üyesi ama bugün pilot yollamıyorlar. “Müsait değiliz” diyorlar ve göndermiyorlar. Eskiden her yere gidiyorlardı. Türkiye’ye ders oluyordur inşallah. Ayrı hadisede Fransa “NATO’dan ayrı bir Askeri güç kurmamız lâzım” diyor.”
Mehmet:
– “Ek ve bilgi olarak söylememe müsade ederseniz, “bir Avrupa Ordusu kuralım” diyorlar da, “Nerde Birlik?” konusu ile alâkalı, bu askeriyenin hangi dili konuşacağını tartışıyorlar.”
– “Şimdi, hangi dili konuşacaklar, bu doğru. Ama daha doğru olan bir şey var: Meselâ “Birleşmiş Milletler askeri” deniyor. BM askeri bir yerde harp etmiyor ki!.. Bir yerde iki taraf savaşırken falân güyâ araya giriyor… Aslında kuvvetliyi temsil ediyor filân… Üniformayla dolaşıyor, harp etmiyor ki… Demin bahsettik ya; Avrupalı kimliği diye bir kimlik yok ki, bu kimliğin askeri olsun… Aynı mahallede oturuyoruz diye, göz ucuyla tanıdığın kişilerle takım kuruyorsun… Derme çatma gibi bir şey… Mümkün değil tabii…
Allah müslümanların yolunu açsın diyelim.”
Hep birlikte heyecanla “Âmin!” dedik.
– “Bugünlük bu kadar gençler. Aza çoka bakmadan mücâdeleye devam… Hem Kurtuluş savaşında, minicik elleriyle cepheye mermi taşıyan bebelerin hiç mi hatırı yok?”
Mehmet:
– “Haklısınız efendim. Bizi tekrar ağırladığınız için çok teşekkür ederiz. Bir sonraki buluşmamız da Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun konferansı üzerine bir sohbet gerçekleştirmek isteriz. Sizce de uygun mudur?”
– “İyi fikir! Dilimizin döndüğünce ve anladığımız kadarı ile memnuniyetle… Fakat hakkını vermek kolay iş değil. Onlarca meseleye değinildi. Siz başlıklar hâlinde bir çalışma yapıp bir şeyler hazırlarsınız, bende kendi ev ödemim olarak konferansı tekrar izlerim. Takıldığımız yerleri, gerekirse bilgisayardan beraber izleriz.”
Nihan Öztürk – ADIMLAR Dergisi