BİR VAROLUŞ ÇABASI (7. Bölüm)
Yazarımız Emel Zor’un kaleme aldığı yedi bölümlük hikâyenin son bölümü:
BİR VAROLUŞ ÇABASI
(7. Bölüm)
Emel ZOR
– “Her neyse… Devam edeyim istersen?”
– Tabii tabii; dinliyorum.”
– “Dediğim gibi, birebir hiç konuşmadan, ama hâlimizden gayet memnun şekilde geçiriyorduk kurs günlerimizi. Ama maalesef aylar sonra ayrılık vakti geldi çattı. Okullar tatil oldu. Selçuk mezun olmakla kalmayıp, İstanbul dışında çok iyi bir okul kazandı. Artık O’nu görme şansımızı neredeyse kaybettik sayılırdı. Buna rağmen, okul döneminde Zeynep’le birlikte, tam üç yıl boyunca senede iki kez olmak üzere O’nu görmeyi umut ederek bekledik.”
– “Neden senede iki kez?”
– “Yarıyıl ve sene sonu tatilleri… Şimdi nasıl bilmiyorum ama o zaman üniversiteler, bu iki tatile de liselerden önce giriyorlardı. Selçuk okula böyle bir tatil sırasında arkadaşlarını ve hocalarını ziyaret için gelebilirdi. Bu bir ihtimaldi. Onlarla başka başka yerlerde görüşmesi de mümkündü; ya da hiç görüşmeye de bilirdi. Selçuk’un birinci yolu tercih etmesi demek, aynı zamanda bizi görmeyi de istemesi demekti. Bunun ne derece doğru olduğu ise, zerre kadar umurumuzda değildi. Biz yalnızca umut ediyor ve bekliyorduk.”
– “Zeynep’le birlikte diyorsun ya hep başından beri; aranızda bir kıskançlık falan olmadı mı hiç?” diye sordu Özlem.
– “Hayır olmadı. Tam tersine, Selçuk’a duyduğumuz saygıyı, sevgiyi ve bağlılığı paylaşmak bizim için tarifsiz bir zevkti. Zeynep’le sevgimiz gibi, özlemimiz de aynıydı. Yani ben o zamanlar öyle olduğunu sanıyordum.”
Dedi ve sustu.
Özlem, bu defa hissettiklerinin gerçekliğinden emin bir ses tonunda konuştu:
– “Zeynep’in, seni hep “masum” sınıfına soktuğunu söylediğinde, söyleyiş tarzındaki garipliği hissetmiş ve bunu sana ifade ettiğimde ise “iyi yakaladın; ama bu konuyu şimdilik kaydıyla es geçelim” demiştin. Vakti geldi sanırım.”
Gülşah başını öne eğdi, yutkunur gibi oldu:
– “Evet maalesef vakti geldi. Bu konuyu konuşmak benim için utanç verici. İnsanlık adına yani… Hatırlamak istemediğim, hayatımın ilk ve en büyük acı tecrübesi. İşte, bu bakımdan çok ama çok manidar… Zorlanışlarımı mazur gör ne olur…”
Ve kalkıp hem kendisine, hem misafirine bir çay daha doldurup, yeniden anlatmaya başladı:
– “Liseden mezun olduktan sonraki, ilk yaz tatilimizdi. Zeynep beni aramaz oldu. Bir gün evine gittim. Bana bir defter uzattı. “Nedir bu?” diye sordum. “Günlüğüm” dedi. “Neden bana veriyorsun, anlamadım” dedim. “Okumanı istiyorum; ya da dur en iyisi ben okuyayım!” dedi. Ve okumaya başladı. Günlük baştan sona benimle ilgiliydi. Bana duyduğu kıskançlık, hınç, nefret aklına ne gelirse… Her şeyden beni sorumlu tutuyordu. Selçuk da dâhil, insanların neden beni sevdiklerini sorguluyor ve kendisinin sevilmeme sebebi olarak hep beni görüyor, beni suçluyordu. Günlüğü başından sonuna kadar okudu. Bitirdiğinde tek bir kelime dâhi söylemeden terk ettim evini…”
Özlem:
– “Nasıl yaaa!?” diyebildi yalnızca. “Nasıl yani? Tek bir kelâm dahi etmeden mi?”
– “Evet; tek bir kelâm dâhi etmeden.”
– “Ama neden???”
– “Hz. Havva ile Hz. Âdem yasak meyveyi yediklerinde Cennetten yeryüzüne gönderildiler biliyorsun. Cennet mükemmeldi, orada her şey tertemizdi. Bu yüzden utanma da yoktu. Yeryüzüne gönderildiklerinde, çıplak olduklarını fark ettiler ve utandılar. Örtünme ihtiyacı hissettiler. Yaprakları kendilerine örtü yaptılar.
Ben, nasıl izâh edeyim; kendimi Cennetten kovulmuş gibi hissettim o an. Çırılçıplak… Oysa benim Cennetimde kötülüklere, kötü düşüncelere yer yoktu. Daha doğrusu “kötülük” ne demekti bilmiyordum. İnanması güç gelecek biliyorum ama öyle saf ve öyle iyi niyetliydim. İlk kez kendimi saklama ve örtünme ihtiyacı hissediyordum. Bu yüzden tek kelime etmeden, sessizce çıkıp gittim.
Bunu neden yaptı, hâlâ bilmiyorum. Bir yalanı yaşamış olsak da, bana söylemek zorunda mıydı sanki? İkiyüzlülüğünü onca yıl gizledikten sonra, hiç söylemeseydi, ben bilmeseydim… Benim Cennetimi yıkmasaydı. Ben de yine öyle saf ve temiz kalsaydım…”
– “Bu mümkün mü?” dedi Özlem.
– “Olmadığını defalarca tecrübe ettik maalesef.” diye ekledi Gülşah. “Yaşadığımız her ihanetten sonra, bize ihanetin kokusunu hissettirenlere karşı da temkinli davranmaya mecbur kaldık. Her tecrübeden sonra değişme kararları aldık. Her değişimde, öyle olmadığını bildiğim halde, insanlığımdan bir şeyler kaybediyormuşum hissine kapılmak korkunç bir duygu…
Ama burası YERYÜZÜ ve burada pislik var, kötülük var. “Müslüman ahmak olmaz ölçüsü” yerli yerinde dururken, ayakta kalabilmemiz ve yeryüzünü cennete çevirebilmek ideali içinde olduğumuz müddetçe, kötülüğü tanımamız ve onunla mücadele yöntemleri geliştirmemiz, en önemlisi de kendimizi test etmemiz lazım. İnsan her aldığı darbede daha bir güçleniyor. Ama nasıl söyleyeyim, güçlü olmaya bir diyeceğim yok; darbeleri kanıksamak da iyi, güzel de; ne bileyim işte, keşke bunları yaşamasak diyorum yine de… Üç günlük dünyada insanlığımızı kaybettirmeseler bize. Buna mecbur bırakmasalar. Herkese karşı, tedbir alma gereği hissetmeden, hep hüsnü zanla baksak…”
Özlem iç burkuntusuyla:
– “Sen de söyledin, burası yeryüzü. Cennet değil. Bizler de bu dünyaya oluşumuzu tamamlamaya memur olarak gönderildik. Her şey zıddıyla kaim ya, kötülük olmasa, iyiliğin; kötüler olmasa, iyilerin bir kıymeti olmazdı. İnsanlığımızdan bir şeyler kaybetmemiz meselesine gelince; seni çok iyi anlıyorum. Ama adalet her şeyi yerli yerine oturtmak ve hak edene hak ettiğini vermek demekse, biz insanlığımızı kaybediyor değiliz. Kendi çapımızda, kendimiz için de adaletli davranmaya çalışıyoruz demektir. Hak yememek kadar, hakkını yedirmemek de esastır. Hakkını yemek isteyenlere dişini göstermek, adalettir.”
Gülşah:
– “Zavallı Babacığım: “Şu dünyada kime iyilik ettiysem, kötülük gördüm” der.
Tacitus ise şöyle söyler: “İyilikler insana, karşılığını verebileceğini sandığı sürece hoş gelir. Bu ölçüyü aştılar mı onları minnetle değil kinle karşılarız.” (8)
Bazen fazlasıyla iyi olmak kötülüğe sebebiyet verebiliyor. İnsanlar maalesef yapılan iyiliğin altında kendilerini ezilmiş hissedip, iyilik yapanı en büyük düşmanı olarak algılamaya başlıyorlar. En adi insana beslemedikleri kin ve nefreti yardımına koşana, kendisini her zaman dinleyene, anlayış ve tahammül gösterene duyuyorlar. İyilik de bile, ölçüyü kaçırmamak gerektiğini, senin de dediğin gibi adalet iyi veya kötü “hak edene hakkını vermekse” hem başkalarının hem de kendi adaletimizi ilişkilerimizde kurmak zorunda olduğumuzu tecrübeyle öğrendik.”
Ve devam etti:
– “İşte ben de ilk tecrübemi Zeynep sayesinde yaşadım. Belki biraz erken ve çok acı bir tecrübeydi bu ama, “Kendimizi erkenden bilmeye başlamazsak, nasıl baş ederiz bunca dertlerle, bunca kötülüklerle?” (9) diyen Montaigne’e de hak vermemek mümkün değil. Her acı, her hüzün, her ihanet, her darbe kendimizi bilmemize yarıyor ve “şahsiyet” olmayı bu şekilde öğreniyoruz. İşte bu yüzden şahsiyet sahibi olma yolumda emeği geçen herkese minnettarım…”
– “Al benden de o kadar!”
Bu sırada Özlem’in telefonu çaldı. Eşi arıyordu. Saat epey ilerlemişti. Gülşah yalnız yaşadığından, Özlem kimi zaman ona gelir ve gecelerdi. Eşinden bu gece Gülşah’ta kalmak için izin istedi. Konuşacakları bitmemişti ve bir daha yakın zamanda görüşmeleri kolay olmazdı. Gerekli izni aldı ve birbirlerine yeniden “çak” işareti yaptılar.
Yatsı namazı için sohbetlerine ara verdiler. İkisi de çok yorulmuştu; buna rağmen hiçbir şeyi yarıda bırakmamaya kararlıydılar. Sabahlayacakları belliydi.
Gülşah:
– “Nerede kalmıştık?” dedi.
Özlem:
– “En son Zeynep’le Selçuk’u bekliyordun. Tam üç yıl boyunca… Peki, geldi mi bari?”
– “Evet, senede iki kez… Senede iki kez okulun önünde anlık görmelerle, ve yine kursta hasret giderdik.
Ama son sene bu hasret arttıkça arttı diyebilirim. Çünkü artık bizler de mezun olacaktık ve belki de O’nu artık hiçbir zaman göremeyecektik.
Sene 1986 sonları 87 başlarıydı… O kış çok yoğun geçmişti. Okullar kar yağışı nedeniyle sık sık tatil ediliyordu. Böyle bir tatil sırasında, Selçuk’un sömestr için eve dönüş zamanını kaçıracağımız korkusu ikimizin de içine çoktan yerleşmişti. Yine yoğun kar yağışının olduğu günlerden bir gün, okul idaresi tarafından o bildik anons yapıldı: “Kar yağışı nedeniyle okullar iki gün tatil edildi.” Öğrenciler arasında, bu duruma sevinmeyen belki de yalnızca ikimizdik.
Ağır aksak indik önce okulun merdivenlerinden, sonra da dik yokuşundan… Dudağımızda o sıralar Sezen’in hit şarkısı; “Geri Dön”… Havada ruh halimizin uygunluğu içerisinde müthiş bir hüzün… Yerler, lapa lapa yağan her bir kar tanesini, bağrına basmış… Deniz puslu ve gri… Dudaklarda yine hep o şarkı: “Geri Dön”…
O gün içimde buruk bir umut vardı. Ama yine de çok korkuyordum. Bu son şansımız olabilirdi. Adımlarımı öylesine yavaş atıyordum ki, gören kar tanelerini ezmekten çekindiğimi sanırdı. Her adımda umudumu yitiriyordum oysa. Okul yokuşunun sonuna gelmiştik, birazdan köşeyi dönecektik ve umutlar tamamen suya düşecekti. Kafamı öne eğdim. Gözlerimi kapattım… Köşeyi döndüm, kafamı kaldırdım, yüzümü karın okşamasına bıraktım, derin bir nefes çektim buzlu havadan ve gözlerimi açtım…
Selçuk’un gözleri bana bakıyordu. Benimkiler O’nun gözlerine… Gelmişti işte, köşedeydi yine… Belki de hayatımın ilk mucizesini yaşıyordum. Okullar bir saat önce tatil edilse, ya da O, beş dakika geç kalsa kavuşamayacaktık. Öylece kalakaldık ikimiz de… Saniyeler, saatler gibi gelse de, doyamadım O’nu görmeye. Yollarımıza devam ettik sonra. Arkama dönüp bakmak, nedense imkânsızdı…
İki gün sonra kurs vardı. Selçuk’un kursa gelip gelmeyeceğini bilmiyorduk. Bunu hocaya soracak cesaretimiz de yoktu. Çaresiz bekledik.
Kursa geldiğimizde Selçuk sınıftaydı ve hocayla konuşuyordu. Birbirimizi görmemizle başımızı öne eğmemiz bir oldu. Ders zili çaldı. Bütün bir ders boyunca öylesine durgundum ki, bu hâlim hocanın dikkatini çekti ve bir espri yaparak bana takıldı.
Bir müddet sonra, Selçuk’la tekrar aynı mekânda olmanın yoğun ızdırabına dayanamayacağımı fark ettim ve sessizce sınıfı terk ettim. Durağa doğru sessiz ve sakin adımlarla yürürken gözlerimden sicim gibi yaşlar akıyordu. Karşı taraftan gelen geçenlerin bana baktıklarını hissediyor ama buna rağmen hiç istifimi bozmadan başım tıpkı Selçuk’unki gibi dik yürüyordum. İki genç yanımdan geçerken bir tanesinin arkadaşına şöyle dediğini duydum: “Ne kadar da MASUM!”… (Şaka gibi)
O günden sonra Selçuk’u bir daha hiç görmedim…”
– “Neden terk ettin ki sınıfı sanki?” dedi Özlem sitemli bir ses tonuyla…
– “O kadar mutluydum ki, bu mutluluğun lezzet ateşinde yanmaktan korktum.” diye cevap verdi Gülşah. “Saadet bile haddini aşarsa azap olur.” (10)
– Seni çok iyi anlıyorum. Sokrates der ki: “Tanrılardan biri hazla elemi birleştirip karıştırmak istemiş, bunu başaramayınca, bari şunları kuyruklarından birbirine bağlayalım, demiştir.” (11)
– “Her şey son hadde zıddına tekâmül eder.” (12) diye ekledi Gülşah.
– “Gerçekten Selçuk’u bir daha hiç görmedin mi? Sene sonu tatilinde gelmedi mi okula?”
– “Ben beklemeyi bıraktım; O da gelmeyi…
Çoook uzun seneler sonra okulumuzun bir piknik organizasyonunda eşi ile tanıştım. Çocukları da olmuş.”
– “Sağa sola bakınıp, görmeye çalışmadın mı hiç?”
– “Yok… O benim hayatımın en saf, en temiz hatıralarından birisi. Bunu kirletmeye hiç niyet edebilir miyim? Öylece kalmalı orada… Hatırladığım gibi.
Ama Sezen’in “Geri Dön” şarkısından sonra bana yine O’nu hatırlatacak şu şarkısını dinledim eve döndüğümde: ADI BENDE SAKLI.”
– “Dinleyelim mi?” dedi Özlem
Gülşah kalkıp şarkıyı açtı. Sabah ezanı okundu okunacaktı. Özlem’e minnetle baktı ve şükran dolu bir sesle:
– “Biliyor musun dostum?” dedi. “Sen olmasaydın Selçuk’u kimseyle konuşamazdım… Kimseden Onu yazmasını isteyemezdim. Anlamazlardı; çünkü senin kadar kimse tanımıyor beni. Oysa senin sayende Selçuk’a olan vefa borcumu kayıt altına alıp ölümsüzleştirerek, ödeyebileceğimi hissettim. Artık O’nun hikâyesini yazma sırası sende. İyi ki varsın hikâyeci dostum ve çok şükür hayatımdasın…”
EMEL ZOR
Eylül 2017
1-Guy de Maupassant; Seçilmiş Hikayeler (Sh:123)
2- Montaigne; Denemeler. (Sh:30)
3-Salih Mirzabeyoğlu; Kültür Davamız (Sh:30)
4-Salih Mirzabeyoğlu; Bütün Fikrin Gereklilği (Sh:47)
5-Salih Mirzabeyoğlu; Bütün Fikrin Gereklilği (Sh:48)
6- Salih Mirzabeyoğlu; Marifetname. (Sh:51)
7- Salih Mirzabeyoğlu; Bütün Fikrin Gereklilği (Sh:127)
8- Montaigne; Denemeler (Sh:237)
9-A.g.e (Sh:101)
10-A.g.e (Sh:65)
11-A.g.e (Sh:65)
12- Salih Mirzabeyoğlu