BİZİM NESLİMİZ

Vaktiyle -4 sene önce- Beyimiz, aramızda sohbet ederken konuyu şuraya getirdi: “Biz, bizden önceki neslin teşviki ve tesiriyle İbdacı olduk; siz, bizim neslimizin; peki sizin ardınızdan gelen bir nesil niçin yok?!. Bunun muhasebesini yaptın mı?”

Birşeyler gevelemeyi düşünmedim değil. Ancak sustum. Bir-iki dakikada cevabını verebileceğim bir problem de değildi bu. Cevabını bilmediğim bu soru karşısında, sebebini kestiremediğim bir peşin fikre bürünmüştüm çoktan: Netice ortadaydı, suçluyduk!

Öyleydi… Problem bizim neslimizdeydi!

Nesilden Nesile

Umumiyetle nesiller arasında değerlendirme yapılırken çeyrek yüzyıl (25 yıl) üzerinden fikir serdedilir. Böylesi muhakeme tarzı, özellikle İBDA gibi dinamik bir harekete tatbik edilebilir değil…

Siyasi bir hareket, hızı nisbetince devrini arttırır ve her bir devir, tabiri caizse yeni bir nesil doğurur. Bazen bu hız o kadar artabilir ki, bir devir içerisinde 3-4 nesil peyda olabilir.

Bu çerçevede ve umumiyetle, İbda Mücadele Tarihini ifâde eden devreleri, kendimce, 75-79, 79-84, 84-90, 90-99, 2000-2010 ve 2010-2014 gibi aralıklara bölerek düşünürüm. Bu devrelerde nesillerin birbirlerine tesirleri üzerine duyduklarım, okuduklarım ve tabii yaşadıklarım açıcı olmuştur.

İBDA Mimarı Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun Tilki Günlüğü eseri bu noktada açık ipuçlarıyla dolu. Anladığım kadarıyla, 75-79 ve 90-99 devreleri görünür plândaki aksiyonun zirve dönemlerini ifâde ediyor. Kumandan’ın GÖLGE ve AKINCI GÜÇ çıkışlarıyla tek başına başlattığı ve arkadaşlarını bulduğu kavga dönemi ile, İBDA Cephelerinin, Kumandanlığı, “1999-Ümmetin Kurtuluş Yılı” çıkışına adetâ taciz ettiği taarruz dönemi.

90-99 dönemi içerisinde İBDA ile tanıştım. Bir devir içerisinde 4-5 nesil doğurabilen, Şehidlik Şuurunun parıldadığı ve onlarcasının “ölüp de ölmediği” tarihi bir süreç. Kendi adıma az çok içinde olduğum bir süreç. O sürecin 3. neslindenim diyebilirim. İBDA ile tanıştığım yıl, 1995! Düşünün, hareketin hızı öyle bir deverana kavuşmuş ki, daha beş yıl gibi kısa bir sürede 3. neslini doğurmuş.

Uzatmıyım, İBDAcı olduğum dönem ile ilgili gözlemlerimi nakledeyim:

Cazibe Merkezi

Hep, o ağabeyin “sizin nesliniz muhasebesini yapmıyor!” ihtarı üzerindeyim. Anlamaya, anladığımı zannettiğimi anlatmaya çalışacağım.

 Herhâlde doğru bir takım neticelere ulaşabilmek, sebeblerin neler olduğunu doğru yerde ve doğru ândan kavramakla mümkün. Tabiî bir de dosdoğru bir muhakeme tarzıyla! Bu çerçevede bizim ardımızca bir nesil oluşturmamamızın sebebini, bizde eksik olan, fakat bizden önceki nesilde olup da, bizim neslimizi öylece avlayan özelliklerde aramalı değil miyim?..

Kendi maceram, aynı çevrede 3-4 gönüldaş birlikte olduğumuz ve yine hep beraber İBDAcı olmamıza yol veren ortak bir maceranın basit bir yönü. Ve zannederim ki, bu 3-4 kişi olarak biz, aynı çekim kanunu etrafında İBDA’ya tutulmuştuk. Şöyle bir sahne:

– “Bak, şu karşıdan gelen var ya! İBDAcı!”

– “Hangisi?!”

– “Şu atkısını boğazına dolamış olan! Cezaevinden yeni çıkmış!”

İşte bütün duygularımızla efsanesinin hayâlini kurduğumuz İBDAcılardan ilkini, Cihat Özbolat ağabeyi görüşüm böyle oldu. İBDA hakkında en ufak bir fikir sahibi olmadan, haklarında İslâmcı gençlik içinde dolaşan efsanelerle “sempatizan”ı oluverdiğimiz HAREKETİN bir ferdi… Düşünün; bırak bir İBDAcı ile konuşmayı, İBDA hakkında konuşan, onların cesaretini kendine yontup pazarlayan herhangi bir İslâmcıyı-sempatizanı dahi “yürüyen bir şehid” olarak görürdük!

Bense bu 3-4 candan arkadaş içinde Cihat ağabeyle buluşan ve “gizli gizli toplantılar yapan” kadroya gıpta ile bakıp, en yakın arkadaşlarımı dahi kıskanırken, nihayet aralarına katılıvermiştim.

Bizi tavlayan neydi?!.

İBDA’nın benzersiz hareketinin doğurduğu hava?! Nefis bir romantizm?!  Daha gencecik İbdacı ağabeylerin üzerine sinmiş koku?! Cesaret?! Küfre karşı delice atılganlık?! O cezbeden, yalvartan ketumluk?! Özetle edalarında tüten Eylemci Ruhiyatı?! Bir ideal uğruna, hem de Allah için her ân ölebilecek, öldürebilecek bir ruh muydu?!

Öyleydi kuşkusuz!

90’lar boyunca İBDA’cıların eylemleri ve duruşları düşman çatlattığı, İslâmcılar içinde ise haset doğurduğu nisbette gençliği hayran bırakıyordu.

Çünkü uyuz-korkak “İslâmcı” sürüsüne kıyasla, küfür yobazı karşısında kuyruğu bir tek onlar dik tutuyordu: “Devlet, top, asker, polis sizin! Ama sokak, mahalle, şehir, Müslüman Anadolu bizim!”

Değil eylem yapmak, o zaman İBDA’cıların caddede yürüyüşleri dahi, gençliği kendilerine hayran bırakmak için yeter sebebti, bir eylemdi.

Ve biz de onlara, bizim hemen önümüzdeki o kuşağa ayak uydurmaya çalıştık. Cihat ağabey sohbetlerimizde ne kadar İBDA Külliyatını okusa da, “ideolojik eğitim”den bahsetse de, bizi asıl cezbeden şeyin fikirden ziyade, hareketin doğurduğu ivmenin cazibesi olduğunu bugünden bakarak görebiliyorum. O ivmeyi İbdacıların damarlarına zerkeden Fikir, bizim için daha sarih değildi… Ya da şöyle söyliyim; Fikir öylesine tabiî, insanî, erkeksi, dinamik ve GENÇ bir tesir uyandırıyordu ki onu şahsında taşıyanda, ilk başta, mümkün değil -en azından kendi adıma- farkedemezdiniz.

Bir davanın “şahsiyetler” vesilesiyle ve gençlik eliyle taşınması ilkesi böylece yaşanıyordu.

Ve, bir ejderha olmak mesuliyeti altında atıldığımız Yılanlı Kuyu… İdeolojik Eğitim yatağı MYTO ve BYTO…

Şu oldu, bu oldu… Açık yüreklilikle ifâde etmeliyim ki, Eskişehir Cezaevine kadar, içinde bulunduğumuz şartların hakkını vermek konusunda yüreklendirilmedim. 25 Ocak Saldırısı, Telegram ve Telegramcılar’ın Kumandan’ın Fedâ Eylemi ile enselenmesi. Ve Eskişehir’de yaşadığımız “uyarma-aşılama” örneği…

Bolu F Tipi Cezaevine gidişimiz ve bir buçuk yıl sonra çıkışımız.

Her neslin tuttuğu yolda genel bir tarz ve uslup vardır diyeceğim ama, bu genellemeyle bizden önceki nesillere haksızlık yapmak istemem. Zira, bizim neslimiz 2000’den sonra korkunç bir atalete düştü. Şüphesiz fert fert bir takım faaliyetler içinde görünen, gayret ve atılganlık gösteren arkadaşlarımız oldu; fakat, özellikle 32!-38! yaş arası olarak niteleyebileceğim bizim neslimiz garip bir şekilde heyecanını -iyimser bir ifadeyle- yaşatamadı.

Sebebler

Evet, bizim neslimizin tutturduğu yolun tarz ve uslup olarak ifâde ettiği bazı sakatlıklar vardı. Bu, neslimizin talihsizliği yanında –tabi kendi adıma konuşuyorum fakat, beraberce süreci yaşadığımız gönüldaşlarım hak verecektir-, üstesinden gelinirse kendinden sonraki hiçbir nesle nasib olmayacak bir fırsattır da.

Devam ediyorum… Bütün siyasi kesimlerin motor gücü olan genç kadrolarının içine düştüğü bir durum olarak, bizim neslimizin de, anladığını sonraki nesillere anlatmaya yakıt kılacağı heyecanını, hareketten doğan cazibesini, Türkiye’deki siyasi değişimler bulandırdı.

Bu değişim, aslında Abdulhamid Han’ın hâlliyle başlayan 100 yıllık projenin zafer dönemiydi: Türkiye “İslamcı” Demokratik Sömürge Cumhuriyeti!

İktidar, 3-5 sene sonra, bütün motivasyonu “Taksim’de 1 Mayıs kutlamak” olan Sol’a Taksim’i ardına kadar açtı ve -samimi devrimci sol bir yana- sol, bu “zafer”iyle düzene entegre oldu… Güya milliyetçi “Türk Devleti büyük oynuyor! Yeniden Osmanlı!” propagandasıyla mest oldu… “Bizim” İslâmcı camiâ ise, “Kemalistleri cezalandırdık! İntikam aldık! 28 Şubatçılar hesap verecek!” denerek, sükûna davet edildi.

“Ecevit iki büklüm Clinton karşısında Irak’a saldırıya “no!” demişmiş! Olsundu! Bak, Başbakanımız Bush’un yanında “yes! yes!” dese de, nasıl oturuyor”du… Falândı, filândı…

Bilinen şeyleri söylemeyeceğim… Neslimiz üzerindeyim…

Tesirler ve aksi tesirler… Bizim neslimizle birlikte ve aynı ânda, derdimizi (O’nun Derdi) bulaştırmaya talip olduğumuz kardeş nesillerin maruz kaldığı tesirler…

Ortaya şöyle bir gerçek çıktı: İdeolojik Eğitim’in Zorunluluğu… Bir muvazeneden, başka bir muvazeneye geçiş, bizim için, 99 gibi Şehidlik Şuurunu her daim öne alan İHTİLÂLCİ bir zeminden, 2002 sonrası iktidar marifetiyle “demokratik gelenek”, “demokratik duruş”, “demokratik ahlâk”, “demokratik bilmem ne”ye inanan bir toplum zeminiyle yaşandı… Dolayısiyle kendi içinde hâl izahı yapılması, tam olarak kavranması ve üstesinden yine DEVRİMCİ-İHTİLÂLCİ bir şuurla gelinmesi gereken zor, ama yepyeni imkânlar açan bir fırsattı… İBDA’nın niçin “iyi”, “doğru” ve “güzel” olduğunu anlayamamış, bunun anlayış vasatını kavrayamamış; dolayısıyla davasına kazandıracağı gençliğe tesir edebilmenin “nasıl”ını ortaya koyamamış bir nesil olarak apışıp kaldık.

Üstelik, Salih Mirzabeyoğlu, Üstad Necip Fazıl’ın müjdesiyle bir “KUTUP YILDIZI” olarak, TELEGRAM İŞKENCESİ altında, HİÇ DEĞİŞMEDEN, TEK BAŞINA, o eşsiz İTMİNAN HİSSİYLE mücadeleye devam ederken…

Ve varlığıyla, duruşuyla, bize en büyük motivasyonu veren bu iradeye ayak uydurup, iktidara, “doğru olan O! Siz, değişen-dönüşen, yalancı ve sahtekârlarsınız!” demeye tereddüt ettiğimiz için;

Kendi ifâdesiyle “Türkiye’de Amerika’ya karşı biriken gazı aldık! Paratoner görevi gördük!” diyebilen; vekilinin ifadesiyle, hakkında; “Tayyip Erdoğan Müçtehittir! Ve AKP, Abdülhamit’in rüyasını gördüğü harekettir!” denen adama, hak ettiği karşılığı vermediğimiz için;

“Yahu iktidara muhalefet edersek, İslamcıları-gençliği kazanamayız”a gelen küçük hesapları kovaladığımız için;

kalakaldık…

Yanlış anlaşılmak istemem; tabiî ki, “demokratik yolları zorlama”lı… Ve her verim, küçüğüne-büyüğüne bakılmaksızın elde edilmeli… Fakat ben ondan bahsetmiyorum… Ana Damar’dan; O’nun Kavgası’ndan, İhtilâlinden bahsediyorum…

Pörsüyen Şey…

Bir kere, şu veya bu dünya görüşü etrafında bir dönem mücadele eden bir fert, -meselâ cezaevinde de yatmış ve çıkmış olsun-, 3-5 yıl etliğe-sütlüğe bulaşmayıp da, “ben (şu veya bu) davamın neferiyim! Okumuyorum külliyatımızı belki ama, kendimi (şuurumu) koruyorum!” edebiyatı yapmamalı. Zira, “beklemek” pörsümektir!

Hele ki, İbdacılık mükellefiyeti altında olan birimiz…

Heyhât!

Bizim Neslimiz, -hani, içinde bulunduğun hâlde hiçbir mazeretin olmadığını bilirsin de, bir büyük çıkar ve senin dahi aklına gelmeyecek mazeretini sana söyler, merhametle nazar eder ya-, mazeretini bulamasam da, hissettiğimi ifâde etmeliyim ki, masumdur! Hâli can yakıcıdır!

İşte bunu başa alarak, maruz kaldığımız saldırı karşısında, bizi biricik yapan ve bizden çalınmak istenen şeyi anlamanızı istiyorum.

“Şehitlik Şuuru”

Bundan sonra ifâde edeceklerim, “demokratik mücadele zemini” ortamında ne derece anlaşılır, bilemiyorum.

Yekten şöyleyim: Biz, ölmek için doğmuş bir nesiliz!

“Hangi nesil ölmez ki?”

Biz, ölümlüler dünyasında, abidevî bir biçimde, Allah ve Resûlü için ve davacısı Yürüyen Büyük Doğu-İBDA için, Kumandan Yolu için ölmekten başka kurtuluşu olmayan bir nesiliz!

Bunu hakkıyla, o korkak nefsine kabullendirmek gibi bir borç yükü altında olan tek nesil biziz!

Olur olmaz, ölçüyü nefsimize yorarak, “bu yolda göze alınacak en adi tehlike ölümdür!” mânâsını zedelemeyelim! “Ölmeden ölenler” için bir bedahet olan bu tavır, bizim için, belki kendi çapsızlığımıza indirgemekle teselli buldurucu, “sefil kolay”ı öne aldırıcı ve “ulvi zorluk”tan kaçındırıcı bir idraksizliğe kadar yol bulabiliyor. Halbu ki, “ölmek”, Allah için ölebilmek bizim için en büyük idrak zemini, mücadele alanı ve imtihan…

Hele bizim neslimiz için!

Nefsimizi dizüstü çökertip, heyecanıyla ruhumuzu ayaklandıracak bir gözükaralığa, divaneliğe bürünebilmemizin tek yolu bu: Ölümü, Allah için ölümü punduna getirip yakalamak!.. Ölümlerden ölüm beğenmek!

Nasib olur, olmaz… Ama, söyleyiniz bana, tanıyanlarınız Sancar veya Hasan hakkında ne gibi gözlemlere sahiptir?.. Nuray Zor?.. İşte bizim neslimizin örnek alacağı üç isim!.. Bu üç şehidimizin ortak hususiyetleri öne atılmalarıydı!.. Fırsattan kaçmamalarıydı…  Ve belki de bu sayede Nasib, onları şehidlikle buluşturdu.

Bizden sonra ortaya çıkartmak, DERTimizi bulaştırmakla yükümlü olduğumuz genç nesle bakın… Nasıl da yozlaştırılmış, internete, hazza gömülmüş bir nesil… Adeta ümitsiz bir vaka… İstisnalardan bahsetmiyorum. “Bütün gençliğe talip” olan hareket, umumi tabloyu ve hususiyle İslâmcı gençliğin içinde bulunduğu hâli görmemizi gerektiriyor… “Bütün gençlik”, 10-20-100 gencin samimiyetiyle gözardı edilmemeli.

Evet… Gençlik batakta, internet başında, hazzının peşinde… Ama, ne kadar çukurda görünürse görünsün, GENÇLİK, yine de, kanının kaynama noktasını bilen-yakalayan hareketler için tek ve biricik potansiyeldir.

Ve gençliği harekete geçirecek biricik şey ne lâf, ne kendilerine ötede bir dünya-devlet tasavvuru gibi gelecek hissedilmeyen cümleler ve ne de mazide bırakılmış hatıralardır. Harekete geçirecek tek şey, yine harekettir!

Şehidlik motivasyonu ile zuhur eden her türlü hareket… Velev ki bu hareket sahibleri sakince bir çay bahçesinde otursun, velev ki sigarasını tüllendirsin, şöyle bir caddede yürüsün; genç, onu görecektir!

Gençlik hangi devirde olursa olsun heybeti, atılganlığı ve fedakârlığı farkedebilen ve hesapsızca ona râm olabilendir. Kumandan’ın ifâde ettiği gibi “ideal mevceleri kapmaya mahsus bir anten”dir. Yoksa, “İBDA’yı ve Mimarı’nın içinde bulunduğu işkence şartlarını demokratik bir takım talepler derekesine indirip, kendisinden destek beklenen, peşinden koşulup yalakalık yapılan bir yaş devresi” değil!

Dövüş Tutmak!

Ö-le-ce-ğiz!

Hem de arslanlar gibi; dövüş tutarak!

Nesil olarak bu fırsatı belki geçmişte kaçırdık; ancak, her gün ve her ân bu mesuliyet, imanımızı sorgularcasına kendisini gösteriyor!

Hususiyle TELEGRAM devam ederken ölemeyen bir nesil olarak suçumuz ortada. İhlasla arzu edilen nasib olur-olmaz; ama mes’uliyet yine de ortada! Hesabını veremeyeceğimiz yıllar yaşadık, günleri deviriyoruz.

2000 sonrası tek örnek olan Nuray Zor, TELEGRAMCILAR ve DÜZEN BEKÇİLERİ karşısındaki Bolu mevziini hayatına tercih ettiği için Kumandan tarafından “Gerçek Şehid” olarak selâmlandı.

“Ya olacağız, ya öleceğiz!” düsturu karşısında kendisini “olan”dan sayanlar lütfedip(!) hissettiklerimi üzerlerine alınmasınlar!

Her kimseler…

“Olan”lar hariç, kendi adıma, neslimizin içinde bulunduğu tabloyu böyle tasvir ediyorum…

Birkaç not:

  “Öleceğiz” dedik de, bırakınız “ölüm-ölümsüzlük-şehidlik” fikrini, en tabii İbdacı duruş karşısında bile, “aman provokasyona gelmeyelim!” yollu “şucu, bucu bunlar!”, “mazoşist bunlar!” yaklaşımını da nefretle reddediyorum! Size “mazoşist” gibi görünmemiz, Şahşisetimiz karşısında duyduğunuz eziklikten “arkadaş”lar…

 “E hani yaşamak ve yaşatmak davası”, “İBDA’nın fikir yönünden niye bahsetmiyorsun?”, “inkılabı kimler yapacak?” yollu saçmalıklara gidecek kadar her şey hakkında not düşmek olmaz ama, yıllardır yüzyüze baktığı “gönüldaşlar”ı tarafından anlaşılmak istiyor insan: Sevgili “gönüldaşım”, anladığımca fikir ve onu harekete geçiren ahlâk üzerinde düşüncelerimi –alelacele de olsa- yazdım. Tekrar ediyorum; Ö-le-ce-ğiz! Ölürsek, “inkılab”, “olabilen” sana kalır mı bilmem! Bize o yapının harcına kan olmak gibi emsalsiz nasib düşmüş olur ki, sen kendine ağla! Yok nasib olmazsa, inkılabı gerçekleştirecek KUMANDAN-MÜTEFEKKİR’in kadrosunun kadrosunda anladığımız ve sindirebildiğimizce kotaracak Dert-Fikir üzerindeyiz!

– Diğer yandan, bizim neslimizin miras olarak devraldığı o büyük mücadele zeminini internet köşelerinde harcamaya davranan tipleri de çıkmadı değil. Sözlerim müstafîleri bağlamaz elbette.

 Şüphesiz her siyasi harekette nesiller birbirinden tam kopuk değil ve bir nesil, kendisinden önce ve sonra gelen nesilleri de hesaba katmalı. Bizden önceki nesli değerlendirmek bana düşmez; ama, hâlimizde ne gibi sorumlulukları vardır, yada yok mudur, öğrenmek isterim.

 Doğru-yanlış, kendi yaş grubum hakkında -kendi nefsimi de katarak- ifade ettiklerim, bizden yaşça büyük gönüldaşlar hakkında söylenmiş değildir. Şu umumiyetle palavradan “önce kendi nefsime söylüyorum” kılıklı riyakârlığı yaptığım zannedilmesin. Zira henüz hayattayım!

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: