KARANLIKLAR ÜLKESİ – 2
Gün ışığı ağaçların arasından yüzüne vururken, dalların rüzgâra eşlik eden dansları arasında, çıkardığı sesin tesiri ile uyandı Ünsal. Yanı başında duran sönmüş ateşin küllerine baktı ve ardından etrafı nefesini tutarak dinlemeye başladı. Etraf sakindi. Dün gece Ünsal şehre yiyecek bir şeyler bulmak için inmiş ve bombaların yağmur gibi yağdığı şehirde harabeye dönmüş bir binada toz toprak içinde kalmış bir defter bulmuştu.
Ünsal geniş omuzlu, keskin bakışlı, korkusuz ve dik duruşlu bir delikanlıydı. Kalem ile çizilmiş gibi kaşları ve sanki bir şeyler anlatmak istiyormuş hissi uyandıran çizgileri vardı. Yüzünde bulunan bu çizgiler, kaşlarını çattığı an bakışları ile birleşince insanı ürpertiyor ve içinde kaybediyordu. Savaşın başlaması üzerinden 2 yıl kadar bir zaman geçmişti. Şehirler, kasabalar, köyler yanıyordu. Güvenli tek yer dağlar olmuştu. Ünsal çocukluğundan beri doğru ve boyun eğmeyen bir yapıya sahipti. Mahalle de çocuklar, hatta kendinden büyükler bile ona ağabey der ve saygı gösterirlerdi. Çocukluğu üstünden uzun yıllar geçmiş ve Nuray adında bir kadın ile evlenmişti. Nuray, terbiyeli, dürüst, dik duruşlu, cesur ve boyun eğmeyen, tam bir Türk, tam bir Müslümandı. Mutlu bir evlilikleri vardı… Ünsal onunla gittiği bir gençlik yapılanmasında tanışmış ve evlenmişti. Birlikte eylemler yapar, kitap okur, yemek yapar, sokaklarda gezerlerdi.
Ünsal harabede bulduğu defteri çantasına atmış, kamp yaptığı yerin yolunu tutmuştu. Yolda giderken uzaktan uçak sesleri geliyor, arada bir hava aydınlanıyordu. Ünsal sessiz adımlar ile dik yokuşu tırmanıyordu. Bir an çalıların arasında bir çıtırtı duydu. Hemen silahına davrandı ve çalılara doğru tutmaya başladı tam o sıra da çalılardan bir tavşan fırlamış ve Ünsal silahı ateşlemişti. Tavşanı vurmuştu. Kamp yerine geldiği zaman ateş yakmış ve tavşanı temizledikten sonra ateşe koymuştu. Beklerken çantasından bulduğu tozlu defteri çıkardı ve ilk sayfasını açtı. Sakin bir şekilde okumaya başladı defteri. Defter, savaşın başladığı ilk gün yazılmaya başlanmıştı. Ünsal okumaya devam ederken bir anda titreme geldi ve hafif ağarmış tüyleri diken diken oldu. Gözlerini biraz korku biraz hayret ile açıp defterde bir satıra bakakaldı:
“Yere diz çöküyor, başımı iki elimin arasına alıyorum ve düşünmeye, ağlamaya başlıyorum. O sırada bir elin sıcaklığını omzumda hissediyorum. Korkarak başımı kaldırıyorum ve bana elini uzatan saçları uzun, yüzünü tüm güzelliği ile dolduran sakallı, sert bakışlı bir adam görüyorum. Bu beyaz saçlı adamın elini tutuyor ve ayağa kalkıyorum…” paragrafı tekrar tekrar okudu. Ve gözünü defterden çekerek dünyanın bütün pisliklerini unutturan yıldızlara doğru derin derin bakmaya başladı…
Ünsal savaşın başladığı ilk gün ve defterde anlatılan hemen hemen aynı saatlerde işten çıkmış, biraz alışveriş yapmış evine doğru dar sokaklardan yürüyordu. Hanımı Nuray’ın yaptığı yemekleri düşünürken akşama kadar geçen sürede onu ne kadar özlediğini de düşünecek kadar aşıktı ona. Apartmana yaklaştıkça sanki karşısında devleşiyordu eski bina. Tam o an ıslık sesi gibi bir ses duyuldu. Sonra bir an belki bir saniyelik sessizlik ardından göz alıcı bir ışık huzmesi yayıldı sokağa. Çıkardığı gürültü öyle fazlaydı ki Ünsal yere doğru uçtuğunda bir süre ses duyamadı. Sonra kendine gelmeye başlarken dizlerinin üstüne çöktü ve karşısında yerle bir olmuş alevler içinde duran binaya baktı. Alevlerin külleri her yana yayılıyordu. Ünsal’ın eviydi burası. Nuray?.. O evdeydi. Ünsal’ın eve gelmesini beklerken onun için mutfakta son hazırlıkları yapıyordu Nuray. En sevdiği yemekleri yapmış dünyadaki tek gerçeğini bekliyordu. Ünsal binanın önünde is ve yara içinde kalmış yüzünden gözyaşları akarken sokağı, belki tüm şehri yankı içinde bırakacak bir çığlık atmıştı. Bu çığlık kin ve nefret ile doluydu. O sıra omzunda bir el hissetti. Bu el kendine dokunduğu ân daha arkasını bile dönmeden sanki bütün canını çekip almış ve bir serinlik çarpmıştı en ücra köşelerine yüreğinin. Sonra arkasını dönüp bu elin sahibine baktığında… Karşısında uzun, kır saçlı, sert bakışlı bir adam gördü…
Defterde yazan adam ile aynı adamdı bu. Ünsal yıldızlardan gözünü çekip deftere yeniden baktı ve okumaya devam etti. Tavşan pişmek üzereydi. Ünsal ilk sayfayı bitirdikten sonra defteri bir kenara koydu. Ve tavşanı ateşin üstünde ustaca çevirdi. O sırada ağaçların arasından ayak sesleri duydu. Eli belindeki silahta ağaçlara doğru gözlerini kısıp baktı. Bu haliyle tıpkı avına odaklanmış bir bozkurt gibi duruyordu. O sıra ağaçların arasından tanıdık bir yüz belirdi. Gelen abisi idi. Elini belinden çekti ve onunla selamlaştıktan sonra ateşin başına buyur etti. Tavşanı yerken ikisi de sessizdi. Bir yandan yemek yerken diğer yandan etrafı süzüyorlardı. Her ne kadar dağlar güvenli olsa da güvenli pek bir yer yoktu aslında. Düşman askerleri şehirlere girmiş, ülkenin başına işbirlikçi bir lider geçirmişlerdi. Kukla bir devlet ve düşman ile dolu sokaklarda her gün daha fazla insan ölüyor, her gün daha fazla acı yaşanıyordu. Bazı gruplar dağlara çıkmış, tehdit ve zulme karşı cepheler oluşturmuşlardı. Ünsal ve ağabeyi de bu cephelerden birinin içinde bulunuyorlardı. Onlar asıl kamptan keşif için çıkmış ve yürüyerek 2 günlük mesafede uzaklaşmışlardı. Yemeklerini yedikten sonra ateşte çayın dibini demleyip birer bardak içtiler. Ve Ünsal nöbet tutarken abisi uyumaya başladı. Ünsal, o uyurken çakısını çıkardı ve bir dalı eline alıp soymaya başladı. O sırada düşündüğü tek bir şey vardı: Nuray! Onun şehadeti, Ünsal’ı yıpratsa da daha sağlam bir adam haline getirmişti. Ağabeyi uyandığında Ünsal hâlâ aynı durumdaydı. Zamanın nasıl geçtiğini fark etmemişti bile düşüncelere dalarken. Ağabeyi nöbeti devralırken o başını yere koydu ve tıpkı korku filmlerini andıran ve çok uzaklardan gelen patlama sesleri ile gökyüzünün patlamalardan yansıyan ışıkları arasında uykuya daldı…
Devamı Gelecek…
Ebubekir İKİZ