ÂŞIK – ŞAİR – SAVAŞÇI – 5: BÂBÜR HAN – 1
“KÂFİRLER İLE HEP ÇARPIŞTIM!”
Nakşî mektebinin afacanı, Hace Ubeydullah AHRAR Hazretleri’nin parmak izini nakşettiği talihli çocuk… Özbekistan-Fergana ’da Mirza… Kandahar, Kabil, Keşmir, Gazne, Peşaver, Herat hükümdarı, Bengal ve Hindistan’ın Sultanı; kalemi kılıcından kavi, kılıcı kaleminden kudretli, alp bahadırlığını saf bir entelektüel birikimiyle birleştiren bilge hükümdarımız Bâbür Han, böyle söyledi ve bu kelâmının şiarıyla yürüdü.
Allah buyruğuna mutabık, sünnete perçinli bu sözün iz düşümünü, 500 yıl sonra, yakın bir tanıdığımız tarafından seslendirdiğini kaç kişi fark etmiştir, cidden bilmiyorum… Evet, Kumandan Salih MİRZBEYOĞLU, 18 yıl boyunca zindan içinde zindan hayatı yaşadığı hâlde kalpsiz kâfirlerin pazarlık aracılığını yapan münkir münafıkların tekliflerini elinin tersiyle itti: “Af istemiyorum!” kelâmı ile kâfirlerle çarpışacağını, aleni, açık ve sarih bir şekilde ifşa etti; Bâbür Han gibi…
Evet, seçkin insanların yaşadığı dönemler arasında asırlar, çağları farklı olsa da dikkatli bir lisân, berrak bir ifadeyle belirtmeliyim ki bu seçkin insanların, amel, fikir, tarz, tavır, üslûp, şuur ve stratejik hedeflerinin biricik kaynağı Ahmedî ahlâktır. Evet, Allah Resûlü’nün gözbebeği olan Fadime anamızın yoğurduğu hamur teknesinin lokmasından nasiplendikleri için Allah Resûlü’nün tutuşturduğu imân meşalesi istikametinde yürümeleri ve nisbet istikâmeti üzeri hareket etmeleri de gayet doğal ve tabiîdir.
Bu kısa veya uzun girizgâhtan sonra Ubeydullah AHRAR Hazretleri’nin himmet bahşişi, Salih MİRZABEYOĞLU’NUN mürekkebiyle harflerimiz nizâma, kelimelerimiz kalıba, düşünce ve tefekkürümüz gayri elbiseye bürünür inşallah; Mutlak Fikrin iktidarı ve aziz Türk milletinin nizâmı Başyücelik için: Ya Hay!
BAL ARISI DERVİŞLER
1405 yılında gazavata çıktığı kızıl Çin sınırında vefat eden Emirimiz Timur Han’ın göç etmesiyle karışan ortalık bir müddet sonra duruldu ve sükûnete erdi. Şu oldu, bu oldu derken, Emirimiz Timur Han’ın torunu, ilim denizi ve Semerkant sultanı Uluğ Bey, hainlerden aldığı bir ok yarası ile şehit edilmesi ile firuze mavisi kubbeleri ile cazibe merkezi olan Semerkant’ın kına renkli toprağı kana büründü. Altı ay gibi bir mühletle karışıklık içinde kalsa da çabucak toparlanmasını bildi. Ulemanın feraseti, bilgelerin çabası ve yöneticilerin adaletli uygulamaları ile asayiş sağlandı ve huzur temin edildi. Azametli tarihimizin Anadolu tarafını temsil eden Sakarya gibi Türkistan tarafımızı temsil eden Ceyhun ve Seyhun da nazlı akışlarına devam etti.
Evet, ata yurdumuz Türkistan bu hâl üzeri iken Osmanlı Beyliği ise ikmale kaldığı fetret dönemi imtihanını tövbeyle geçti. Tövbe ve tevazuu mükâfatı olarak, güzelliği dillere destan olan Bizans’ın altın saçlı, gök mavi gözlü cazibeli kızı İstanbul ile evlendi. Aynı gök kubbenin altında üçüncü buuttan beslenip, sekizinci renkten haberdar olan Horasan ereni, bal arısı dervişler ise YESEVÎ atamızın bahşettiği ruhsat ile hem kendilerini, hem de toplumu inşâ ettiler. Zikir kazanı kalplerinde pişirdikleri imân mahsulü ürünlerini, marifet tabağında ikram etmelerine rağmen karınca misali adsız, namsız ve nişansız şekilde çalıştılar ve didindiler. Ne bir konakları oldu, ne de bir mezar taşları. Bir hatıraları kaldı geriye, buğulu camların ardında.
Ya Hay!
OTAĞ VE HACE
Devleti Âliye’yi Osmaniye’de takvimlerin yaldızlı, saatlerin talihli ve Türk yıldızının parlak olduğu 1470 yılının Ekim ayında Gülbahar Hatun bir çocuk dünyaya getirdi, adına Selim dediler. Evet, şu oldu, bu oldu derken aradan geçen on üç yılın ardından1483 yılının 14 Şubat günü Rahmet rüzgârlarının estiği Altay dağlarının eteklerindeki Özbekistan-Andican’da kurulan bir bey otağı içinde ise talihli olduğu kadar şirin, sevimli olduğu kadar da gürbüz bir çocuk dünyaya geldi.
Babası, Emirimiz Timur Han’ın torunu olan Uluğ Bey’in torununun oğlu Ömer Mirza; Annesi, Cengiz Han’ın oğlu Çağatay Han’ın torunlarından kutlu Nigar Hanım. Otağda bulunan Türkistan ovalarının ay yüzlü piri, YESEVÎ Ata’nınvarisi, Şahı Nakşibendî’nin vekilharcı, Allah Resûlü’nün hizmetkârı Hace Ubeydullah AHRAR: “Çocuk bizim muhafazamızda. Adı, Muhammet Zahirüddin Bâbür’dür!” buyurdu. Bir kuşluk deminde buyurduğu bu incilâ kelâmı, bey otağında bulunanlardan ziyade, ötelerden gelen bir emre tekmil veren, kurmay bir subayın hâl tercümesiydi.
Hace, bayram harçlığı dağıtan ellerine ve keremli gözbebeklerine kurban olayım. Hace, Kelimeyi tevhidin nuru olan Mavi Bayrak hürmetine, Kızılelma yolcusu hüzünlü sofiler hürmetine; mekânı dürmek ve zamanı aşmak için, himmet bahşişini, bayram harçlığını biz de isteriz.
Ya Hay!
Evet, yelkovanın nuru, burçların fütuhatı gösterdiği bu muştuyu, rahmet rüzgârlarının estiği Altay dağlarının eteklerinde sessiz sedasız akan akarsular dinledi vekozalak açan çam ağaçları ile birlikte badem ağaçları fısıldadı: Bâbür, çok talihli çocuk. Arapça ’da dinin koruyucusu mânâsına gelen Zahirüddin ile Çağatay lisânında kaplan ve panter mânâsına gelen Bâbür, gerçekten çok talihliydi. Hace Ubeydullah AHRAR gibi Sonsuzluk Kervanı’ndan bir seçkin tarafından karşılanması, yetiştirilmesi ve desteklenmesi yetmezmiş gibi atamız Oğuz Han soyundan, Kayı boyundan Hazreti Yavuz Sultan Selim Han gibi hamiyet sahibi ve özge can bir abisinin olması ise saltanat içinde saltanattı.
HÜZÜN VE MATEM YILLARI – HACE İLE MOLLA CAMİ
Takvim yapraklarının sarardığı 1490 yılına kadar dizi dibinde afacanlık edip, Türk töresi ile İslâm ananelerini öğrendiği Hace Ubeydullah AHRAR hazretlerinin ebedî âleme göç etmesi, Bâbür üzerinde derin izler bıraktı.
- Zahirüddin Bâbür, tıfıl bir bala olmasına rağmen Emirimiz Timur Han soyuna has vasıflara haiz olarak kudretli, meşakkate dayanıklı ve cömert olması yanında, asaletli düşünce ve soylu tefekkür mevhibeleriyle yürüdü. Semerkant sultanı olmasının yanında ilim ehlinin bilge denizi, usta bir şair, fazilet ve marifet sahibi bir âlim, astronomi ilminin piri olan dedesinin babası olan Uluğ Bey, devrin üstat hattatlarından olan ve bugün, Topkapı sarayında şaheser çalışmalarına şahit olabileceğimiz, dedesinin kardeşi olan hattat Gıyasettin Baysungur gibi üstadlar yollarını takip ettiği ışıklardı.
Emirimiz Timur Han’ın torunu, Babür’ün amcasıolan Hüseyin Bey ise Horasan topraklarından Hazar denizine kadar olan mıntıkaya hükmetmesi yanında asrın büyük uleması ve en büyük şairlerinden biri olan Molla Cami ile şiir hususunda rekabet edecek kadar marifet ehliydi. Sarayını şereflendiren Molla Cami’nin 1492 yılında vefat etmesi üzerine millî matem ilân etti ve cenaze tabutunu bizzat taşıdı. Molla Cami’nin cenaze duasını ise bizzat Başvekil NEVAÎ yaptı. Evet, evet, ardında üç yüz yetmiş cami, medrese ve imarethane bırakan, gramer bilgini, ulema, tarihçi, münekkit ve aziz Türk milletinin büyük şairlerinden olan Ali Şir NEVAÎ. Hayatı boyunca asaletli marifet ve soylu faziletlerle yaşayan Ali Şir NEVAÎ, ömrünün son yıllarında ise fani şerefleri ve bütün beşerî makamları da terk ederek, kati bir inzivaya çekildi.
BÂBÜR, “MİRZA” İLÂN EDİLİYOR…
Timuroğulları arasında kültür, sanat ve ilim faaliyetleri gibi taht mücadelesi de eksik değildi. Fergana Mirzası ve Bâbür’ün babası olan Ömer Mirza Bey, Semerkant tahtında oturan ağabeyi Sultan Ahmet’in yerinde gözü olduğundan dolayı yaşadığı müddetçe kendini bu mücadeleye adamasına rağmen son giriştiği mücadelede uğradığı ihanet neticesinde ricat etmeye mecbur kaldı. Kendisine karşı birleşen Çağatay Moğolları ve Semerkant sultanı olan kardeşi Sultan Ahmet, Taşkent üzerinden Fergana üstüne doğru yürümesi üzerine Ömer Mirza, Altay dağları üzerinden yeni bir mücadelenin hazırlığına girişmek için hazırlıklara başladı. İlk iş olarak, kendisinin yönetimindeki Fergana bölgesinin hâkimiyetini, Andican valisi olan on iki yaşındaki oğlu Bâbür’ün, Mirza olduğu haberinin asker ve ahaliye bildirilmesini emretti. Fergana yönetiminin idarî merkezi olan Ahsi’ye 90 kilometre uzaklıkta olan Andican valisi Bâbür, Mirza ilan edildiği haberini bir gün sonra dinlendiği yazlık ikametgâhında öğrenebildi.
Stepler yoluyla mücadele etmek için davranan, cömert, ateşli bir savaşçı ve şiire düşkünlüğüyle bilinen pehlivan yapılı Ömer Mirza, Ahsi kalesinden uçuruma bakan güvercinlik tepesine tırmanırken bastığı toprağın kayması sonucu uçuruma uçtu ve hemen oracıkta vefat etti; takvimin ayracı 1495 yılını gösteriyordu. Fergana ’ya Mirza olan Bâbür ise gayri tek başınadır.
İmdi, müsaadeniz ile buraya bir virgül çentiği atayım. Kendimce önem atfettiğim bir meseleye değineyim.
MİRZA
Emirimiz Timur Han’ın göç etmesinin ardından Timuroğulları, Han unvanından ziyade etimolojik açıdan Arami lisanından Farsça’ya geçmiş olan sultan, padişah, Mirza unvanlarını kullanmaya başladılar. Evet, özellikle ve özellikle MİRZA unvanının altını ve üstünü mavi mürekkebimle ve kalın bir hatla çizerek belirtmeliyim ki tarih boyunca bu unvanın, sadece ve sadece Emirimiz Timur Han ahfadına has olduğunu söylemeliyim. Bugün dahi Hindistan’da yaşayan Mugal Türklerinin reislerine, Bengal coğrafyasında ki Türk kökenlileri yönetmeye devam eden Emirimiz Timur Han çocuklarına halen daha Mirza dendiğini kaç kişi biliyor? Cidden bilmiyorum. İmdi, kalpleri uyanık ve dikkatli gözlerden kaçmayan zeki insanların da fark ettiği üzere Salih MİRZABEYOĞLU ve ailesinin de Mirza unvanı ile yâd edilmeleri, dikkate şayan değil mi? Yarın değil, hemen şimdi prensibimiz ile bu unvan mutabakatına ek olarak, birkaç hususa daha değinmeye mecburum.
Tarihî vakayinameler, Türkistan atmosferinde nefes alan seyit ve sahabe neslinin İslâm’ın ilk ananelerine sadık kalıp, bu ananeler ile yürüme prensiplerinden asla ve kata ödün vermedikleri hususundaki özenli ve itinalı kayıtları dikkate şayandır. Bu itibarla Anadolu’ya göç eden seyitler ile sahabe neslinin de Türkistan-Turan üzerinden geldikleri hususunda genel bir mutabakat olduğunu söyleyebilirim.
İBDA külliyatına ait eserlerden de hangisini tetkik edersek edelim, İslâm’ın ilk ananelerine sadakat ve ilklerden başka emsal tanınmadığının genetik kodları ile kaleme alındığına şahit olabiliriz. Hani demem o ki aziz Türk milletinin genetik kodlarına şifrelenen, ilklerden başka örnek ve emsal tanımama geleneğimiz ile İBDA külliyatının DNA ve RNA sarmalına kodlanan bu hususiyetlerin Turan ovaları ile Türkistan yaylalarının ortak paydasından geldiğini ifşa etmek, hamasî ve hissî bir yaklaşım değil hakikatin beyanıdır.
Genetik kodlarımıza şifrelenen bu vasıflar sebebiyledir ki aziz Türk milleti olarak, Emevî ve Abbasî dönemlerinde yaşayan Cafer Bin Sadık ile İmamı Âzam Ebu Hanife gibi pırlanta şahsiyetlerin haricindekileri değil muhatap almak, kaale bile almıyoruz. Emevî ve Abbasî yönetimleri, kronolojik tarih açısından bir realite olsa da yönetim ve uygulamalarından dolayı aziz Türk milletinin vicdanında asla ve kata kabul görmedikleri gibi Cafer Bin Sadık istismarcısı Rafizî kâfirlerinin anlayış, öğreti ve uygulamalarını da makbul görmüyor ve kaale almıyoruz. Genetik vasıflarımıza kodlanan bu hikmet sebebiyledir ki biz Türkler, çocuklarımızdan birine Ali adını vereceğimiz zaman Osman ismi ile birlikte verir, Ali Osman deriz. Bu iki ismin aynı kişide kullanılmasının arka planındaki kültürel hakikat ise Emevî ve Abbasî ahmakları ile Rafızî kâfirlere mesafeli olduğumuzu gösteren keskin Türk zekâsının çok pratik bir uygulamasıdır. Emevî ve Abbasî ahmaklarını kaale almadığımız için Ali, Rafizî kâfirlere de ret şerhi düşmek ve muhatap almadığımızı göstermek için Osman adı birlikte konulur. Halkı müslüman olan ülkelerin hangisine bakarsanız bakın, nereyi araştırırsanız araştırın “Ali Osman” terkibi motifinin, kadim Türk kültürünün dışında hiçbir ekalliyette olmadığını ve denk gelinemeyeceğini söyleyebilirim.
Türkistan havzası dışında olan farklı coğrafî iklimlerde yaşayanların ise -istisnalar haricinde- genel itibariyle yozlaştıkları ve bulanıklığa uğradıkları için ulûhiyeti mücerret olmaktan çıkardıklarını, görünürde dindarlığı tahrik ve dine sevk ediyor gibi görünseler de daha çok delalet içindekilerin kinini körüklediklerini ve melanet ocağını harladıklarını görebiliriz. Bu söylemin delili olarak bugün dahi Türkistan ve Anadolu haricindeki İran, Bengal, Keşmir, Hindistan ile birlikte Uuzak Doğu coğrafyasında yaşayanların itikadî ve fiillî sapkınlıkları, bizlere yeterli dokümantasyonu sağlar.
Hülasayı kelâm; Anadolu’yu mesken tutan ve vatan kabul eden seyitler ile sahabe neslinin tamamının Türkistan üzerinden gelmeleri… Fert noktasında Allah Resûlü, topluluk noktasında da sahabelerden başka emsal tanımama ananemiz ile İBDA külliyatının moleküllerine kadar nüfuz eden geleneksel mânâ ve muhteva paydaşlığı… Emirimiz Timur Han ahfadına tapulu MİRZA unvanı ile birlikte hükümranlık genine sahip insanlarda tezahür eden teori ve pratik kader birliği… Ve benzeri sebeplerden ötürü şehit Kumandanımız’ın ailesi ile Emirimiz Timur Han ailesinin hısım-akraba olduğuna inanıyorum. Meselenin hakikatini, gönlü güzel gönüldaşlarımın kalp belleğine, arşiv ve belge kısmını da tarih şubesine meraklı yakışıklı kardeşlerimin akıl vicdanlarına havale ediyorum.
Ya Hay!
TALİH VE TANZİM
Babür, Mirza olduğu haberini alır almaz, dinlendiği yazlık konağından hızla ayrıldı. Semerkant’a hükmeden amcası sultan Ahmet, Mirza Bâbür’e ait Uratepe, Hocent ve Mergalan’ı (Bugün Tacikistan sınırları içindedir) almasına rağmen bir bataklığı geçerken atlarından çoğunun telef olması ve salgın bir hastalık ile karşı karşıya kalmasından dolayı geri çekilmeye mecbur kaldı; dönüş yolunda vefat etti. Hükümet merkezi Ahsi’yi (bugün Özbekistan sınırları içindedir) muhasara eden Moğol dayı Mahmut Han da hastalandığı için muhasaraya son verdi. Talih denen Huma-Anka kuşu, Mirza Bâbür’ün kılıcına davranmasından önce bütün işlerini halletti.
Bağlarında üzüm, nar, badem, kayısı ve dünyada bir eşine rastlanmayan Fergana kavunlarının yetiştiği, çam ağacı ormanları, açık renkli otlakları, derin vahaları, berrak akarsuları ile Maveraünnehir (Ceyhun ile Seyhun- Siriderya arası bölge) bölgesinin ortası, Kaşgar’a (Doğu Türkistan) giden yüksek dağların eteklerindeki Fergana, miras hakkı olarak Mirza Bâbür’e tevarüs etti. Mirza Bâbür, bu konuyla alâkalı olarak Babür- Nâme’de şöyle der: “Allah’ın lütfu, işlerimi en müsait ve en mesut bir şekilde tanzim etti.” Gerçekten de bu lütfun, ilerde bir imparatorluk kurmaya sevk ettiğini göreceğiz. Her ne kadar Emirimiz Timur Han tarafından kurulan ve hudutları Çin’den Ege denizine, Hindistan-Delhi’den Moskova’ya kadar uzanan devletin en zayıf mirası olsa da… Semerkant ve Herat gibi mamur ve medeni şehirler ile yakından uzaktan mukayese edemeyecek kadar ilimden yoksul, kültürel açıdan cılız ve sanattan mahrum olsa da.
DİPLOMASİ VE KILIÇ KARDEŞTİR
Mirza Bâbür; amcası sultan Ahmet’in vefatı, dayısı Mahmut Han’ın geri çekilmesi ile bütün endişelerinden kurtuldu. Çok geçmeden Moğolistan’a giderek, dayısıyla anlaşma yaptı. Mirza Bâbür, Han otağında Cengiz Han protokolünün usûl ve esaslarına uygun olarak kendisini takdim etti ve üç defa toprağa diz vurdu. Mahmut Han, yeğenine itibar göstermek için ayağa kalktığında Bâbür’ün bir defa daha toprağa diz vurma kibarlığına hayran kaldı; Semerkant ve daha önemli hadiseler için yolunu açık bıraktı.
Diplomatik yolla elde ettiği kazanç ile Fergana’ya dönen Mirza Bâbür, on üç buçuk yaşına 2 ay kala 1496 yılının Haziran ayında Semerkant üzerine yürümeye karar verdi. Nihayetinde Mirza Bâbür’de taht varislerinden idi. Dayısı Mahmut Han’ın oğlu Mesut Bey’in de yardımıyla taht şehri haricinde ki bütün çevre vilayetler, müstahkem mevkiler ve ovalar ele geçirildi. Taht şehri Semerkant’ı zapt etmek ve diğer varisleri bertaraf etmeyi gelecek bahara bırakmayı kararlaştırdılar. Baharı müjdeleyen, buzların erimesi ile beraber Mirza Bâbür, on beş yaşını doldurmadan, Asya kıtasının mamur ve medeni şehirlerinden olan Semerkant’a hâkim oldu; 1497 yılının Aralık ayında.
Buhara ile Semerkant, mineli tuğlalarla şahane medreseleri, Uluğ Bey rasathanesi, kündekâri sanatı ile süslenen Mukatta Camisi, kırk sütunlu köşkü, dünyanın en iyi kâğıdı ile kırmızı kadifenin üretim merkezi olan bu şehirlerimizin insanın başını döndürmemesi mümkün değildi. Ancak, ordu mensuplarının çoğunun evinin Andican’da olmasından dolayı ayrılması, geride kalan ordu mensuplarını mükâfatlandıracak bir şeylerin olmaması ve hepsinden önemlisi Mirza Bâbür’ün ani hastalığı, bütün plânlarının alt üst olmasına yetti. Damla damla ağzına akıtılan alelade sudan başka bir gıda alamadığı için takatten düşen Mirza Bâbür, iyileşmesiyle birlikte yüz gün hüküm sürdüğü Semerkant’ı1498 yılının Mart ayında terk etmeye mecbur kaldı. Kendisi bile, oluşan şartlardan dolayı, kendisine sadık kalan yüz yüz elli kişiyle Semerkant’ı alma ihtimalinin bile bahis mevzuu olmadığının farkındaydı. Farkında olduğu ikinci hikmet ise zafer için sabırlı olmak gerektiğiydi.
PAMİR DAĞLARI VE ŞAHİ BEY-ŞEYBANÎ
Mirza Bâbür ile birlikte Semerkant sancağına yerleşen Sultan Ali adındaki fırıldak, hileyle şehri zapt etti. Mirza Bâbür ile birlikte olması dışında hiç bir vasfı olmayan Sultan Ali de çok geçmeden öldürüldü; Şahi Bey tarafından. Sultan Ali’nin öldürülmesi hususunda Mirza Bâbür: “Gelip geçici sefil bir varlığa fazlaca bağlandığı için, işte böyle alçakçasına öldürülür” notunu düştü hatıratına. Şu oldu, bu oldu; derken Mirza Bâbür, kıvrak zekâsı ile Semerkant’ı, Şahi Beyin elinden almaya yeniden muvaffak oldu. İkinci defa aldığı Semerkant şehrimizi idare eden Mirza Bâbür, kendisine katılanlar, tövbe edip geri dönenler, kanı coşkun akan gençlerin katılımı ile gittikçe büyüdü. Mirza Bâbür, Şahi Bey-Şeybanî yönetimindeki Buhara kentimizin de idaresini almak için kendisine has atılganlığıyla ileri atılmasına rağmen tecrübe eksikliğinden dolayı ve takviye kuvvetlerini beklemeden taarruz etmesi sebebiyle Buhara’yı alayım derken Semerkant’ı da kaybetti.
Şahi Bey-Şeybanî, 1501 yılının Mayıs ayında ikinci defa yönetimini aldığı Semerkant merkezli hükümranlığını, Hazar deniziyle Pamir dağlarına kadar büyütmeyi bildi. 1920 yılında Komünist Rusya’nın işgaline kadar, Hivye Hanlığı Şeybanîlerin elindeydi. Şahi Bey-Şeybanî, Cengiz Hanın büyük oğlu Cuci soyundan olduğu gibi dedesi ise Ural dağları ile Balkaş arasında yaşayan Kıpçakların hükümdarıydı.
Mirza Bâbür, mağlup olmanın getirdiği hınçla Semerkant’ın Kuzey Doğusu yönüne doğru, güneş batıncaya, yıldızlar ışığını söndürünceye ve atı çatlayıncaya kadar yol kat etti. Suyu olmayan yaylaları, çakıl çölleri aştı. Desteğini almak için başvurduğu Mahmut Han’ın (Dayısı) umursamaz tavrı ve hakir görücü bakışları altında ezilmektense Çin hududuna göç etmeye karar verdi. İşte bu hengâmede ilk gazelini yazdı:
“Ruhumdan başka sadık dostum olmadı
Ve derdimi dinleyen sadece gönlüm vardı.”
DEVAM EDECEK…
Burhan Halit KOŞAN