ALİ ÖZSOY’DAN DİKKAT ÇEKİCİ BİR ANALİZ…

ALİ ÖZSOY’DAN DİKKAT ÇEKİCİ BİR ANALİZ…

Üç aylık çıkan ve teorik çalışmaların yer aldığı İleri Dergisi’nin 78. Sayısında Sayın Ali ÖZSOY’a ait bir siyasî analiz yazısı yayınlamış… Oldukça dikkatimizi çeken bu yazısında Sayın Özsoy, takdire şayan bir perspektifle son 17 yıldır Türkiye’de “siyaset” adına yaşanan gelişmeleri “Erdoğan’ın siyaset anlayışı” çerçevesinde değerlendirmekte…

Bugüne kadar iktidar muhalefet arasındaki ilişki ile birlikte, Tayyip Erdoğan’ın siyaset anlayışını farklı perspektiflerden tahlil eden birçok yazı yayınlandı. Sayın Ali Özsoy’un yazısını önemli kılan ise “Tayyip Erdoğan’ın ideolojisi yok” tesbiti çerçevesinde yaptığı değerlendirmeleri…

Erdoğan etrafında yaptığı değerlendirmelerde Büyük Doğu Mimarı Necip Fazıl Kısakürek’i nisbet alması, yapılan analizi bizce daha bir önemli kılıyor. Zira, aşağıdaki çalışmasında da göreceğiniz üzere Özsoy, Erdoğan’ın Üstad Necip Fazıl’ın fikrini değil de, doğrudan doğruya ve tek başına siyasetini kendisine uydurmakta olduğunu ifâde etmiş oluyor…

Bu çerçevede Erdoğan’ın siyaset anlayışının “Büyük Doğu’ya doğru giden bir siyaset” değil, kendisinin iktidarda kalma mücadelesinde “Büyük Doğu’yu “araç” olarak kullanan bir siyaset” olduğu gerçeğini ifâde etmekte Özsoy… Büyük Doğu’yu bir gaye-amaç olarak değil, bir araç olarak kullanan Erdoğan’ın, yazının bütününden de anlaşılacağı üzere, iktidarda kalmasını sağlayacak farklı bir ideoloji olsa, onu da kullanmaktan geri durmayacağı gerçeği dile getirilmekte…

Bu açıdan bakıldığında “siyaset için siyaset” yaptığını ifâde ettiği Erdoğan’ın, her türlü ideolojik kılığa girebileceği, onun siyasetini değerlendirirken buna dikkat edilmesi gerektiğini ifâde etmesi de önemli…

Adımlar’ı takip eden okuyucularımız, farklı bir zaviyeden olsa da, benzer görüşlerin Adımlar’da da dile getirildiğini fark edeceklerdir.

Sayın Ali Özsoy’un bu çalışmasında ifâde edilen görüşlere katılırsınız veya katılmazsınız… Fakat, farklı bir zaviyeden yapılan bir çalışma olduğundan dolayı, ayrıca kıymete hâiz olduğunu düşünüyor ve alâkalarınıza sunuyoruz…

ADIMLAR Dergisi

 

 

NECİP FAZIL’IN “AKSİYON FELSEFESİ”
VE TAYYİP ERDOĞAN’IN KARŞIDEVRİMCİ SİYASET FELSEFESİ

Ali ÖZSOY

 

Yanlış Bir Soru: “AKP Neden Hep Kazanıyor?”

Her seçimden sonra yanlış bir soru ile muhalif kesimler oyalanır: “AKP neden hep kazanıyor?”

Bu soruyu sadece yanlış bir soru değil aynı zamanda bozguncu bir propagandanın sloganı olarak ele almak lazım. Çünkü esas olgu AKP’inin “kazanması” değil muhalefetin mücadele etmemesidir. Ve “neden hep kazanıyor” sorusunun sözde yanıtları da neden mücadele edilemeyeceğinin bahanesine dönüşmektedir.

Olguyu doğru saptayalım. Aslında muhalefet kaybetmedi. Çünkü muhalefet mücadele etmediği için de kaybetti bile denemez. 2002 yılından itibaren muhalefetin her taktiği ve stratejisi incelendiğinde amacın AKP iktidarını sonlandırmak değil, AKP ile bir uzlaşma zemini aramak olduğunu, temel stratejinin AKP’yi frenlemek ve yeni bir konsensüs temelinde AKP’yi demokrasi zeminine çekmek olduğunu görebiliriz.

Burada büyük bir çelişki var. Muhalefet AKP’nin parlamenter demokrasiye saygılı bir parti olduğunu düşünseydi onu iktidardan indirmeye odaklanırdı. Bu da seçimle olurdu. Oysa mutabık olunan bir gerçek vardı ki AKP demokrasiye saygılı bir parti değildi. Hiçbir şekilde seçimlerle gidecek türden bir parti de değildi. O zaman AKP neden uzlaşmayı seçsin ki?

Bu gerçeği Türkiye 30 Mart 2014’teki Yerel Seçim gecesi yaşadı. Büyükşehir Belediyelerinin muhalefete teslim edilmeyeceği gösterildi. 7 Haziran 2015 AKP’nin kaybettiği Genel Seçimde de aynısı oldu. İktidar da muhalefete teslim edilemez. Türkiye bombalarla ve toplu katliamlarla öğrendi bunu. Ve son olarak da AKP’nin aslında kaybettiği ancak “mühürsüz oylar”ı devreye sokarak yasadışı bir şekilde YSK’ya onaylattığı Anayasa referandumunu yaşadık.

Böylelikle muhalefetin AKP ile “normalleşme”, “uzlaşma”, “çatışmadan kaçınma” stratejisi artık işleyemez oldu. Muhalefetin bu sözde stratejisinde büyük çelişkiyi yineliyoruz. Eğer AKP demokrasi içi bir partisiyle muhalefetin görevi onu iktidardan indirmek olmalıdır, “demokrasi içine çekmek” değil. Yok AKP demokrasi dışındaysa –ki muhalefetin demokrasi içinde uzlaşma stratejisinin varsayımı buydu– o zaman zaten AKP asla demokrasiyle uzlaşmayacaktır. Nitekim öyle de oldu.

AKP seçimleri “hep” kazanmadı. Kaybettiği seçimlerin sonuçlarını tanımadı. Geri kalanlar da müsamereydi.

Ancak tespit etmemiz gereken ikinci bir husus vardır. 17 yıllık bu dikta inşa sürecinde Tayyip Erdoğan’ın her zaferiyle birlikte AKP de kan kaybetti. Bir parti olarak varlığı tabela partisine dönüştü. Nihayetinde artık Türkiye’yi Meclis ve hükümet yönetmediği gibi, AKP de yönetmiyor. Saray yönetiyor. Erdoğan kazandıkça AKP kaybetti hatta yok oldu.

 

Tayyip Erdoğan’ın Sabit Bir İdeolojisi Var Mı?

O zaman soruyu düzeltmek şarttır. AKP neden hep kazanıyor sorusu yerine Tayyip Erdoğan’ın siyaset stratejisi nedir? Neden hep “dört ayak üstüne” düşmektedir? Neden 17 yıldır “kazanmıştır”? Ve bu “kazanma”lar neden onu bugünkü çıkmaz sokağa kadar sürüklemiştir?

AKP dönemi geride kaldı ama saray zorlamasıyla uzatmaları oynuyoruz. Bu yüzden er ya da geç halkın iradesi gerçek bir muhalefete dönüşecek ve Tayyip Erdoğan’ın rakiplerini alt etmek için kullandığı tüm yöntemler bu sefer işe yaramaz olacaktır. Ama önce doğru dersleri çıkarabilmek için Tayyip Erdoğan’ın siyaset felsefesine odaklanmamız gerekir. Bunun için Necip Fazıl’ın bir kitabının çok önemli ipuçları sunduğunu düşünüyoruz: “Aksiyon Felsefesi.”

Tayyip Erdoğan’a ideolojik açıdan oportünist bile denemez. Tamamen idealsiz ve ideolojisiz bir aksiyonu vardır. Bu yüzden Necip Fazılcı, Büyük Doğucu, Osmanlıcı veya İslamcı olduğunu asla ileri sürmüyoruz. Ancak Necip Fazıl’ın ortaya koyduğu “aksiyon felsefe”sini belki bilinçsiz belki bilinçli olarak tutarlı bir şekilde uyguladığını iddia edebiliriz.

 

AKP’nin Kuruluşuna Yönelik Kısa Bir Hatırlatma

AKP’nin kuruluşunun ön hazırlığının 1990’ların başına, ABD Başkonsolosu ile Refah Parti İstanbul İl Başkanının rutin buluşmalarına kadar gittiğini biliyoruz.

AKP’nin “Kuruluş” devri ise çok kısa sürdü. 2001’de kurulan parti birden bire önceki bölümde bahsettiğimiz geniş bir cepheyi bir araya getirdi ve daha bir yıl geçmeden 3 Kasım 2002’deki seçim ile tek başına hükümet kurma hakkını kazandı. Bu süreçte AKP’ye en büyük hizmet DSP-MHP-ANAP’ın seçim kararı oldu. Sonrasında ise destek CHP’den geldi. Mecliste muhalefet partisi olarak sadece CHP yer alabilmişti. CHP lideri Deniz Baykal ise “yapıcı muhalefet” için söz verdi. Hatta siyasi yasaklı olan Tayyip Erdoğan’ın bir an önce Meclis’e sokulması için çağrıyı AKP’den önce Baykal yaptı.

Türkiye’de belki de ilk kez bir siyasi parti bu kadar uygun şartlarda hükümet kuruyordu. Dış destek vardı. İç destek vardı, kendisine engel olacak bir koalisyon ortağı yoktu. Hatta parlamentodaki tek muhalif partinin liderinin de desteği vardı. Ancak daha ilk aylarda AKP iktidarının sözcüleri Türkiye’de bir rejim sorunu olduğunu, kendilerinin demokratik bir seçimle iktidara gelmelerine rağmen gerçek anlamda iktidar olamadıklarını dile getirmeye başladı. Bu iddianın simge sloganını da AKP’nin liberal destekçileri sundu: “AKP iktidar oldu ama muktedir olamadı.”

Bu slogan bir eylem kılavuzu olarak Tayyip Erdoğan tarafından benimsendi. Birazdan bahsedeceğiz Necip Fazıl’ın “aksiyon felsefesi” ile örtüşen 17 yıllık bir kayıtsız şartsız tek bir kişiye dayanan muktedirlik eylemi.

 

“İktidar Olduk Muktedir Olamadık”

Parlamenter demokrasilerde hükümet kurma görevini alan parti tam anlamıyla tüm devlet erkine hâkim olmayı hayal bile etmez. Çünkü demokrasilerde hükümetin yetkileri ve gücü yasalar ve Anayasa ile sınırlandırılmıştır. Kuvvetler ayrılığı kuramı üç erki birbirinden ayırır: Yasama, yürütme, yargı. Demokratik gelenekte ise iktidar olmak bir veya birden fazla siyasi partinin kabine kurarak, hükümet yani yürütme erkini geçici olarak icra etmesidir. Yani iktidardan kastedilen sadece hükümet olmaktır, yürütme erkidir. Kamunun, ulusun egemenliğinin vücut bulmuş hali olan devletin tüm erki ise asla hükümet erkinden ibaret değildir.

“İktidar olduk ama muktedir olamadık” sözü Adnan Menderes’e atfedilir. Bu söz AKP’nin ilk iktidar günlerinden itibaren AKP destekçisi liberal yazarlar tarafından sıklıkla yinelendi. AKP de bu söylemi benimsedi.

Peki, iktidar olup da muktedir olamamak ne demek? Normalde bir siyasi parti ancak iktidar olabilir. Yani hükümet kurabilir. Meclisteki vekilleri de Anayasa çerçevesinde yasama görevini üstlenebilir. Bir siyasi partinin veya liderin bunun ötesinde bir güç talep etmesinin Anayasal sınırların dışında bir talep olduğu bellidir. İktidar olmanın ötesinde muktedir olma isteği 1932-1933 yıllarındaki Weimar Cumhuriyeti’nde yaşanan kabine krizlerini hatırlatıyor. 1932 Temmuz’nda  ilk kez koalisyon ortağı olarak hükümette temsil edilme fırsatı bulan Nazi partisinin lideri Hitler yarattığı suni hükümet krizleri bir yıl içinde tam üç kez koalisyonun bozulmasına ve yine üç kez ülkenin genel seçime gitmesine sebep oldu.

 

“Aksiyon Adamı” Hitler

Burada Hitler çok önemli bir örnek. Necip Fazıl Hitler’i örnek bir aksiyon adamı olarak gösteriyor. Necip Fazıl’a göre, aksiyon adamı “eylemine inanan kişidir” illa “doğru iman sahibi” olması gerekmez. Hitler de buna tipik bir örnektir.

AKP iktidar olduğunu ancak muktedir olamadığını ileri sürüyordu. Özellikle 2003 yılında Annan Planı tartışmalarında bu tez çok sık dile getirildi. Hitler’in de en büyük iddiası “parlamenter demokrasinin” Alman Reich’ını  (devletini) felç ettiğiydi. Ülkede bir iktidar yokluğu ve anarşinin olduğu, Nazilerin bunu aşacak tek güç olduğunu ileri sürüyordu. Talebi ise Nazilere devlet erkinin tamamen verilmesiydi.

Oysa Weimar Anayasası sınırları içinde Nazilere hükümet etme yetkisi zaten 1932 Haziran seçimlerinde –ancak sadece bir koalisyon ortağı olarak– verilmişti. Hitler için iktidar olmak ise sadece hükümet olmak değil tamamen muktedir olmaktı. Polis teşkilatı yerine SS’lerin ve SA’ların, yargının yerine de Nazi Partisi üyesi yargıçların geçmesiydi. Ve son olarak da Nazi Partisine bağlı yeni bir ordunun kurulması hedefleniyordu. Hitler gerçekten de “aksiyonuna” inanan, bir tek kendisine inanan, Alman ulusunun kaderinin kendi vücudunda tecelli ettiğine inanıyordu. Onun kendi kaderinde ise III. Reich’ı kurmak vardı. Olaylar onu doğruladıkça bu saplantı sağlamlaştı. Ve sonunda ezdiği kitleler ve muhalefet bile bu yanılsamaya tutsak oldular, kapıldılar. Bir kişinin deli saçması gibi görünen ideasının ve tahayyülün gerçekliğe hükmetmesi gibiydi bu. Sonunda gerçeklik egemen oldu. Ama aradan 12 yıl geçmiş ve 100 milyona yakın insan ölmüştü. Ancak Necip Fazıl’ın tanımı içinde gerçekten de Hitler bir aksiyon adamı olarak nitelendirebiliriz. Burada aksiyonun doğruluğu, yanlışlığı, haklılığı, haksızlığı tartışma konusu değil.

AKP iktidarının ilk yıllarına dönersek… 17 yıl boyunca yaşanan çılgınlıkları ve yıkımları bir ideolojiden çok bir aksiyon fırtınası olarak görebiliriz. Evet AKP bir BOP projesidir. Bir ABD ve AB projesidir. Ancak yıkıcı ve başaralı olmuştur. AKP’nin kurucu lideri ile RP İstanbul İl Başkanı iken temas kuran ABD konsolosluk ve CIA görevlileri psikolojik bir tahlil sonucu bu isme oynadılar. Bu isim “denge siyasetini” kabul etmeyen bir psikolojiye sahipti. Sonunda Türkiye Cumhuriyeti devletini ayakta tutan tüm dengeler yıkıldı. Kimileri buna çılgınlık siyaseti diyor ama öyle ya da böyle “çılgın” olan kazandı “aklı selim”ler ve uzlaşmacılar hep ona teslim olmak zorunda kaldı.

AKP’nin kuruluş yıllarından geriye ne programı ne söylemi ne kurucuları ne de bileşenleri aynı kaldı. Çok şey değişti. “İktidar değil muktedir” olmak istiyorum sloganı sabit kaldı. Bu Avusturyalı onbaşınınki gibi sabit bir psikoloji.

 

Baş Düşman Hep Türk Ordusu Oldu

“İktidar değil muktedir olmak istiyoruz” söyleminin demokratik bir söylem olmadığı ve hatta dünyanın neresine giderseniz gidin faşist bir jargon olarak nitelendirileceği açıktır. Ancak AKP’nin ilk yıllarında AKP için “entelijansiya” görevini üstlenen ve Cumhuriyet yerine kurulacağını hayal ettikleri 2. Cumhuriyet rejiminin ideolojik hegemonyası için meşruluk araçlarını sunan liberal yazarlar bu aşamada Tayyip Erdoğan için hayati bir hizmet sundular.

AKP için liberal aydınların ürettiği formül şuydu: “İktidar olup muktedir olamamak” demek aslında “Derin Devletin” demokratik yollarla seçilmiş hükümete müdahale etmesine karşı çıkmak demektir. Yani tüm devlet erkini talep eden AKP dikta için değil demokrasi için bu talepte bulunmuş oluyordu.

Her üç erke mutlak olarak egemen olmaya çalışan hiçbir parti demokratik kabul edilemez ancak AKP iktidarının ve onu destekleyen liberal bloğun iddiası buydu. Burada ilan edilen “baş düşman” ilk başta “derin devlet”ti. Bu “baş düşman” analizine tekrar döneceğiz.

Peki AKP’nin “muktedir” olmasına engel olan bu “derin devlet” neydi? AKP’nin erke tamamen egemen olmak için önüne koyduğu asgari siyasi programda hedefte hangi kurum varsa bu muğlâk kavramla eşitlendi.

Yüksek Yargıyla yaşanan bir tartışmada “derin devlet” “yargı vesayetine” dönüştü.

Bürokrasinin tek parti aygıtı olmaya karşı bir direniş sergilediği anda düşmanın adı “bürokratik vesayet” oldu.

Hatta yeri geldiğinde muhalif yazarlar baskı altında alınmak istendiğinde bir “medya vesayetinden” bile bahsediliyordu.

Ancak iktidarın ötesinde muktedirliği arayan bir siyasi lider için aslında nihai hedef bellidir. Silahlı güç. Ordu. Dolayısıyla bütün vesayet söylemlerinin hepsinin aslında tek bir iması vardı: Türk Silahlı Kuvvetleri. Tayyip Erdoğan için tasfiye edilmesi gereken temel rakip hep bu güç oldu.

Ve burada küçük bir not düşelim. Aksiyon her şeydir. Müttefikler, düşmanlar ve ilkeler hiçbir şey. Muktedir olmak için çıktığı yolda asla değişmeyen en büyük engel Ordu olmasına rağmen çok ilginç bir şekilde Tayyip Erdoğan’ın yolun başında ilk müttefiki de Ordu’ydu. 28 Şubat tehdit olarak Erbakan’ı görüyordu. ABD-İsrail referansı ve “değişme, dönüşme” sözü Tayyip Erdoğan’ı cazip kılıyordu. Çok kısa süren Pınarhisar “hapisliğinin” bir proje olduğu bugün çok açıktır. Bugün bizzat Erdoğan’ın yakın çevresi -övünme amacıyla- AKP’nin Pınarhisar’da kurulduğunu, Tayyip Erdoğan’ı burada 30 bin kişinin ziyaret ettiğini belirtmektedir. Hapisteki bir insan 30 bin kişiyle nasıl görüşebilir?

Tayyip Erdoğan Refah Partisi’ni bölmek ve Erbakan’ı tasfiye etmek için ilk dayanak noktasını 28 Şubatçı askerlerden buldu. Aynı 28 Şubat’ın “Fethullah’ı tasfiye” etmek bahanesiyle ABD’ye gitmesini sağlamasını unutmayalım. Not edelim. Bu yüzden Tayyip Erdoğan Refah Partisi sonrası yükselişinde ilk müttefikinin yıkmak istediği TSK’nın o zamanki komuta kademesi olduğu gibi uç bir iddiayı savunmamız kimseyi şaşırtmasın.

 

Tayyip Erdoğan’ın Siyaset Felsefesi: “Aksiyonculuk”

Sonra tüm müttefikler ve düşmanlar baş döndürür gibi değişti. 17 yıllık bir tarihçe yazacak yerimiz yok. Tayyip Erdoğan bu asla güven vermeyen, sabit durmayan tavrından dolayı sürekli oportünist, ilkesiz hatta dönek olmakla suçlandı. Eski düşmanlarını dost, eski dostlarını düşman ilan ederken tüm siyasi söylemleri de buna göre çok hızlı değişti. Ancak aslında burada siyaset, ideoloji ve hatta inanç ahlâkı açısından bir sakatlık olduğu doğru olsa da, eylem kılavuzu ve siyaset felsefesi açısından çok tutarlı bir Makyavelizm söz konusudur.

Yine de Tayyip Erdoğan’ı salt Makyavelist, pragmatist veya oportünist olarak nitelendirmek kesinlikle eksik olacaktır. Pragmatist veya oportünist eylem felsefesinin temelinde çatışmadan kaçınmak ve müttefikleri arttırmak yatar. Tayyip Erdoğan da başarılı bir müttefik avcısıdır ama buradaki amacı çatışmadan kaçınmak değil tam tersine çatışmaya girmek hatta çatışma kışkırtarak siyasi programını zor yoluyla ilerletmektir.

Bu açıdan Tayyip Erdoğan’ın eylem felsefesi tırnak içerisinde “devrimci” olarak bile nitelendirilebilir. Kelimenin tam anlamıyla karşıdevrimci olan bir “devrimci” strateji…

Çelişkileri mutlak görmemek, mutlak bir düşman veya dost belirlememek, tek mutlak gerçek olarak sadece değişimi görmek, değişimin her safhasında yeniden düşman ve müttefik bilançosu yaparak siyasi söylemini ona göre kurgulamak… Bir açıdan baktığımızda bunu Sun Tzucu ve Maocu bir pragmatizm ile karşılaştırabiliriz. Aslında Lenin gibi bir devrimci de Hitler veya Humeyni gibi bir karşıdevrimci de aynı siyaset felsefesini başarıyla kullanmıştır. Tayyip Erdoğan’ın farkı ideolojik bir tutarlılık taşıma kaygısı olmaması, tek bağlayıcı ilkesinin iktidara, güce ve paraya tutarlı bir şekilde yapışmasıdır. Tayyip Erdoğan sadece kendisine ve kendisinin muktedir olması gerektiğine inanmaktadır. Eyleminin tek kılavuzu budur. Geri kalanı önemsizdir.

 

Tek Sabiti Kendisi Olan Bir Lider

Türkiye’deki şeriatçıların “Darül Harp” kuramı çerçevesinde her türlü takiyeyi ve oportünizmi kutsaması bilinen bir gerçektir. Ancak Tayyip Erdoğan bu sefer “emirlik”, “imamlık” sıfatı ve yetkisine dayanarak aynı oportünizmi uyguluyordu. Yani burada ikili bir tavır var. “Emir” olmadan önce takiye bir yere kadar anlaşılabilir ancak “emir” olduktan sonra yapılan takiye bir soruyu gündeme getirir: O zaman takiye ne için yapılıyor? Çünkü “Darül Harp” denen ülkenin devleti ele geçirilmiştir artık.

Bu koşullarda artık takiyenin amacı şeriatı mutlak kılmak değil, “emir”i iktidarda tutabilmektir. Yani “emir”in korunması gerekir çünkü “emir” korunmalıdır döngüsel mantığı… Böylelikle İsrail ile işbirliği de İsrail karşıtlığı da aynı amaca hizmet etmiş oluyor.  Bu mantık rüşveti, komisyonu bile “Hz. Ömer’in cihad vergisi olarak” adlandırılabiliyor.

Tayyip Erdoğan’ı iktidarda tutmak tek değişmeyen hedef olunca, bu iktidar koltuğuna yönelik o anki ilk tehdit ilk düşman oluyor. Böylelikle tüm düşman ve dost tablosu yeniden düzenleniyor. Eski düşmanlar ve dostlar daha yeni duruma ayak uydurmadan inisiyatif alınıyor. Devlet erki kullanılarak yeni bir denge oluşturuluyor. Tüm siyasi güçler baskına uğramış gibi kendilerine dayatılan yeni siyaset meydanında taraf ya da bertaraf olmaya zorlanıyor.

Tayyip Erdoğan ve AKP’yi  güçlü kılan bu tür bir ön alma ve aksiyon stratejisi oldu. Şartların dayattığı bir strateji değil, devlet erkini kullanarak şartları dayatan bir strateji. Ve liderin adeta deli cesareti bu stratejinin esas yürütücüsüdür. Çatışma olmasa bile çıkarılmalıdır çünkü kendi haline bırakılsa bu hareket parçalanacaktır. Tek gerçeği bir adamı koltukta tutmak olan bir hareket ideolojisiz, programsız ve temelsiz olduğu için doğal olarak dağılır. Ancak kişi, devlet, parti tek bir bütüne dönüşürse dağılmanın önüne geçilebilir.

Sürekli bir gerginlik, çatışma ve aksiyon politikası sadece Tayyip Erdoğan’ın ruh hali ve kişilik yapısından kaynaklanmıyor. AKP’yi bir araya getiren güçlerin toplumsal tabanının dağılmaya çok müsait olması sürekli düşman-dost paradigmasının yenilenmesini ve karşıtlarını tasfiye ederek kendini var etme zorunluluğunu yaratıyor.

Tayyip Erdoğan çokça adını zikrettiği Necip Fazıl’dan bir şey devraldıysa bir tek bu eylem felsefesi olabilir. Tayyip Erdoğan Necip Fazıl’ın ifadesiyle bir “aksiyon adamıdır.” Ancak Necip Fazıl için “aksiyon adamı” illa olumlu bir tip değildir. Napolyon da,  Hitler de, Lenin de, Hz .Muhammed de aksiyon adamıdır. Peki “aksiyon adamı” kimdir? Necip Fazıl’a göre aksiyon ideolocyanın, ideaların maddeyle, hayatla temasıdır. Eylem ile ideolojinin diyalektik ilişkisidir. Bu ideolocya İslami ise imanın gerçeklik ile kurduğu diyalektiğe dönüşür aksiyon. Ancak “aksiyon adamı” Müslüman veya “Büyük Doğu İdeolocyasını” taşımak zorunda değildir. Yani “imansız” olabilir ama yine de kendine ve aksiyonuna körü körüne bir inançla bağlı bir radikaldir.

Necip Fazıl bir nevi aksiyonu bağımsız bir hareket bilimi gibi ele alıyor. Tıpkı Stalin’in Lenin’in diyalektiğini “strateji ve taktik” boyutunda reçeteye dökmesi gibi. Tayyip Erdoğan da belki içgüdüsel olarak, belki bilinçli olarak sadece çatışma ve aksiyona dayanan kaba bir eylem felsefesiyle ilerliyor.  Bu açıdan Necip Fazıl’ın etkisi tekrar irdelenmeli. Özellikle “saray” günleriyle Tayyip Erdoğan’ın Necip Fazıl hatırlatmaları ve taraftarlarının “Başyücelik” göndermeleri öne çıkmaya başladı. Oysa gözden kaçırılan Necip Fazıl’ın eylem diyalektiğidir. Yoksa AKP’nin ne Osmanlı ne hilafet ne de Başyücelik gibi bağlayıcı bir ideolojisi olamaz. Tek bir ideoloji Tayyip Erdoğan’ın egemenliğiyle çelişecek ve yine onun çıkarlarını ve aksiyonlarını sınırlayacak bir ayak bağı olur.

 

Karşı “Devrimci” Diyalektik

Tek mutlak ilke olarak çatışmayı saptamak, çatışmanın ise taraflarını değil özünü mutlak saptamak… Yani baş düşman ve baş müttefikin sürekli değişmesi… Bu diyalektik bir yöntemdir.

Tayyip Erdoğan’ın Necip Fazıl’dan ödünç aldığı bir diyalektiktir bu. Necip Fazıl’ın ise “Büyük Doğu”yu tekrar ayağa kaldırmak için besbelli Batı’dan geri aldığı…

Diyalektik denince Türkiye’de aydınlar arasında ilk akla gelen diyalektik materyalizm yani Marksizm’dir. Oysa diyalektik Marksizm’in tekelinde olmayan bir düşünce, araştırma ve eylem metodudur.

Aslında emperyalist sistemin ideoloğu vasfıyla nam salmış Kissenger, Fukuyama, Huntington gibi siyaset kuramcıları da diyalektik yöntemi kendi amaçları çerçevesinde öne çıkarır. Yani hem düşünce dünyasında hem eylem dünyasında diyalektik ilerici için de gerici için de, solcu için de sağcı için de, ateist için de köktendinci için de tarafsız bir şekilde kullanılabilecek bir metottur. Analitik ve skolastik düşünce yöntemi için de geçerlidir aynı gerçek. Skolastik yöntemi kullanan bir Marksist de var olabilir. Analitik yöntemi kullanan bir Marksist de var olabilir. Diyalektik yöntemi kullanan bir Marksist de var olabilir. Her üçü bir İslamcı için de geçerli olabilir, bir Kemalist için de…

Aslında insan beyninin işleyişi her üç yöntemi bir arada barındırır. Aklımızda kalıplaşmış, şablonlaşmış her kavram skolastik bir eğilime yol açar. Gerçekliği var olan şablona uydurma çabası…

İdeolojiniz diyalektik yöntemi esas alsa da, eğer siz her gerçeği ideolojik kavramlarınıza uydurmaya çalışırsanız tekrar skolastiğe başvurmuş olursunuz.

Aynı olguya bakarak bir Marksist halkların enternasyonal dayanışmasını bir İslamcı ise İslam ümmetinin kardeşliğini görebilir. Her toplumsal çatışmadan bir kişi sınıf mücadelesi resmi çıkarmaya çalışabilir, diğer kişi ise küfür ile Hakk’ın mücadelesini. Aydınlanmacı skolastiğe bağlı bir “Kemalist” de nereye baksa çağdaşlık ile irtica arasında bir kavga görebilir.

Kavramların statik olmadığını aralarında çizgisel neden sonuç ilişkileri olduğunu gördüğümüz anda analitik bir düzleme çıkarız. Gündelik hayatın, burjuva yaşam tarzına ve ekonomik zihniyetine uygundur bu. Bir roketi aya gönderirken diyalektiğe ihtiyaç duymazsınız. Analitik bir hesap yeterlidir. Bir fabrikanın kâr, zarar, risk, fayda, maliyet analizleri için de bu yöntem geçerlidir. Ancak roketi aya gönderen Newton mekaniği –ve hatta ayın tam milimetrik yerini hesap etmek için gerekli olan Einstein mekaniği– analitik düşüncenin sınırlarında kalınsaydı asla ortaya çıkamazdı.

Newton yerçekiminin kuramını, merkezkaç denen dairesel hareketin formülü yardımıyla oluşturdu. Hızlanan her kütlenin dışarıya savrulması eğilimini kullanarak kütlelerin birbirini çektiğini ispatladı. Yani bizim düşüncemize uymayan doğa, bizim kafamızdaki kalıpları zorlar. Doğa saçma gözükür. Kütleler birbirini çekiyorsa, bu çekim hız yaratıyorsa, hızlanan neden savrulup gitsin. Oysa saçma olan bizim mantık çizgimizdir. Analitik düşünce çıkmaza girdiğinde hem şablonu hem de analitik mantığı reddedip diyalektik bir devrime başvurmak gerekir. Newton yerçekimini elma düştüğü için bulmadı. Düşmesi gereken ayın neden düşmediğini çözebildiği ve kendi analitik doğrularını aşabildiği için buldu. ani çekeni zıttıyla dairesel savrulmayla karşılaştırmasaydı asla yerçekimi kuramını oluşturamazdı.

Her diyalektik devrimden sonra insanlık bu dehayı şablonlaştırır. Reçeteye döker. Newton mekaniği 150 yıl tek gerçek olarak kullanıldı. Tüm hesaplar bu analitik düzlemde yapıldı, neden ve sonuçlar “bulundu”.

Ne zaman ki ışık parçacıklarının (veya dalgasının) Newton fiziğine uymadığını görüldü, bu analitik düzlem de tıkandı. Einstein Newton mekaniğinin şablonunu yıkarak yeni bir şablon ortaya çıkarana kadar 50 yıl boyunca ışık bir gizem olarak kaldı. Einstein yine diyalektik bir dehayla sorunun çözümünü buldu. Yerçekimini bu sefer merkezkaç ile değil yerçekimsizlik ile açıkladı. Aslında kütle çekimi yoktur sadece ivmelenen kütleler vardır dedi. Bu kurama ulaşabilmesi için de kütlesiz enerjinin yani ışığın hızını sabit kabul etti. Zamanın sabitliği yerini göreceliğe, kütlenin gerçeği ise kütlesizliğin gerçekliğine tabi kılındı. Kendini inkar ederek zaman, kütle ve çekim yeniden tanımlandı. Bu Newton analitiğinin değişmezi olan zamanı da göreceli yaptı. Yani analitik düzlem ancak diyalektik bir dehanın çıkıp yeniden kurduğu bir şablonun içinde kullanışlı olabilir. Ancak her şablon gibi bu da geçici olmaya mahkumdur.

Diyalektik analitikten farklı olarak neden ve sonucun aslında birbirinden ayırt edilemediği ve her kavramın karşıtıyla göreceli ve sürekli değişen bir ilişki içinde ancak var olabileceğini esas alır. Çizgisel neden sonuç ilişkisini reddeder. Hareketin içinde bir döngüsellik vardır. Ancak hareketin içindeki maddelerin ve kavramların her an dondurulmuş bir tanımını yapmak zorunda kalan diyalektik yöntem bile skolastik şablonları “geçici de olsa” kullanmak zorunda değil midir? Sınıf mücadelesinin diyalektiğinden bahseden Marks’ın “proleterya”sının sol açısından skolastik ve dini bir kategoriye dönüşmüş olması gibi.

Bu yüzden diyalektiğin bir gerici tarafından kullanılması kimseyi şaşırtmamalı. Skolastik bir ideolojinin lideri eylemini taktik ve stratejik açıdan diyalektik bir çerçeveye yerleştirebilir. “Aryan ırkının üstünlüğü” bir dogma olabilir ancak Hitler taktik açıdan hiç de dogmatik değil son derece esnekti. AKP’nin söylemlerindeki “skolastiğe” bile ulaşamayan palavralar, çocukların bile inanmayacağı yalanlar ve uydurma sabit kalıplar ile liderlerinin eylemindeki esneklik ve değişkenlik arasında da böylesine bir bağ var. AKP’nin ilkesizliği Tayyip Erdoğan’ın aksiyonunu ve “karşıdevrimci diyalektiğini” engellememekte tam tersine kolaylaştırmaktadır.

Diyalektik Materyalizmin kurucusu Marks ve Engels bile diyalektik yöntemi “idealist” ve belli ölçülerde “gerici” gördükleri Hegel’den aldıklarını belirtirler.

Tayyip Erdoğan’ın önemli referans kaynaklarından Necip Fazıl ise diyalektiği hem kendi Büyük Doğu ideolojisinin temeline yerleştirdiği İslam tasavvufu hem de “İslam İnkılabı”nın eylem-siyaset kılavuzu olarak benimser. Ancak Bergson’dan etkilendiğini de saklamaz. Esas olarak Necip Fazıl’a göre “ruhçu diyalektik” siyasete “aksiyon” olarak yansır. Diğer İslamcılar ise bu açıdan eleştirilir, statükocu ve hatta “yobaz” olmakla itham edilir. “Yobaz”ın en önemli suçu Necip Fazıl’a göre “hareketsizlik”tir. Hareketsiz kalmak için “yobaz” olmuştur o zaten.

Tayyip Erdoğan’ın Necip Fazıl’a sürekli gönderme yapması onun “Başyücelik” veya “Büyük Doğu” ideallerini sahiplenmesinden kaynaklanmadığını belirttik. Tayyip Erdoğan için ideolojik bir sabit ve ideolojinin veya inancın eyleme kılavuzluk etmesi gibi bir olgu asla söz konusu olmaz. Tayyip Erdoğan Necip Fazıl’da bir sürekli “aksiyon”, çelişkileri derinleştirip çatışmaya dönüştüren ve kutuplaştırma yöntemi gördü kendince.

Bu açıdan baktığımızda herhangi bir başarılı “aksiyoner”in  düzeni değiştirme iddiasında bulunsa da bulunmasa da, karşı devrimci da olsa devrimci da olsa, diyalektiği içselleştirmesi şaşırtıcı olmamalı. Bir merkez sağcıda kaba kaçan bir şekilde “dün dündür bugün bugündür”, bir sosyalistte ince bir tarzda “somut durumun somut tahlili”, Tayyip Erdoğan da ise insanları çileden çıkaran bir ilkesizlikte “bizi kandırdılar” olarak ifadesini bulan sözler aynı yöntemin sonucudur. Hareketin kölesi olmamak, harekete hükmedebilmek için var olan çelişkileri saptamak ve her verili anda yeni eylem pusulası belirlemek. Siyasette değişmeyen tek olgu olarak değişimi saptamak. Bu açıdan Tayyip Erdoğan bir aksiyon kılavuzuna ve cüretine sahipti. Karşıtlarında bu bakış açısının olmamasını da sonuna kadar kullandı. Buna “karşıdevrimci diyalektik” diyebiliriz. Karşıdevrim için kullanılan diyalektik.

 

“Püf Noktası” Saptamak Veya “Baş Düşman” Yaratmak

Konuyu açmak için ilk olarak Necip Fazıl’ın 1964 yılında “İman ve Aksiyon” başlığı ile kitaplaştırılan Erzurum’da verdiği bir konferanstan alıntılarda bulunacağız. Bu konferansta Necip Fazıl kendi “iman ve aksiyon” kuramından yola çıkıyor ancak aksiyon için veya aksiyon adamı olmak için kendi anladıkları anlamda bir Allah imanı olmayabileceğini de vurguluyor. Ve hatta tarihten verdiği örneklerin çoğu Batı’daki “aksiyon adamları”ndan. Başta da Napolyon olmak üzere. Napolyon’un düşman yaratma, düşmanı gafil avlama, düşmanı tecrit etme ve düşmanı tasfiye etme ve sonraki aşamaya geçme stratejisini aktaran Necip Fazıl burada önemli bir kavramın altını çiziyor “püf noktası”:

“Meşhur Beşyüzler Meclisini düşürüş tarzı: Bakın bir adamda, (aksiyoncu)cu insanda, cür’etle inanç ne mertebeye çıkabiliyor? İman demiyorum, inanç diyorum, çünkü imân, yerinde olandır. Fakat mücerret inanma kuvvetiyle cür’et bir araya gelince neler yapar? Napolyon buna misâl… Bu Beşyüzler Meclisi eski (Konvansiyon Nasyonal) dedikleri, Fransa ihtilâlini yapan gözükaralar grubundan bir örnektir. Meclise giriyor; yanında sadece iki (Grönüdye) neferi… Ve bir anda, bir hamlede Meclisi topyekûn tevkif edecek bir hakimiyet kazanıyor. Bütün (aksiyon)ların bir püf noktası vardır. O püf noktası aştı mı iş, sel gibi çığ gibi gider. Ve nefsine inanmış insanlar, o püf noktasını aşmaya bakarlar ve öyle inanırlar ki, aşacaklarını aşarlar.”

Şimdi burada Necip Fazıl’a bir virgül koyup Stalin’in Proleter Devrimin Stratejisi ve Taktiği kitabından alıntı yapacağız:

“Proletaryanın mücadele ve örgüt biçimlerinden doğru bir şekilde yararlanmak nasıl olur?

(…) Verili her anda, tüm zinciri elde tutmayı ve stratejik başarıya ulaşmanın koşullarını hazırlamayı olanaklı kılmak için kavranması gereken süreçler zincirindeki özel halkayı bulmak.

Burada önemli olan, Partinin önünde bulunan tüm görevler arasından, yerine getirilmesi merkezi noktayı oluşturan ve çözümü diğer aktüel görevlerin başarıyla yerine getirilmesini güvenceleyen özel aktüel görevi bulup çıkarmaktır.”

Aynı kitapta bu bakış açısı Lenin’den şu alıntıyla pekiştiriliyor:

“‘Devrimci ve sosyalizm yandaşı ya da genelde komünist olmak yetmez …’, der Lenin. ‘Verili her anda, tüm zinciri elde tutmayı ve bir sonraki halkaya geçmeyi güvenle hazırlamak için tüm güçle kavranılması gereken özel halkayı bulmasını bilmek gerekir…’”

Necip Fazıl’ın Napolyon’un cüret ve aksiyonunu anlatırken kullandığı “püf noktası” ile Lenin’in “zincirin kavranılması gereken özel halkası” aynı eylem tarzını işaret ediyor. Eylem anında var olan çelişkiler yumağından bir tanesi diğerlerinin hepsine hükmedecektir. Eylemini diğer noktalara odaklayan veya eylemsizliği seçip çelişkilerin kendilerinden çözülmesini bekleyen bir sonraki aşamada saf dışı olur. “Püf noktasını” saptayıp, cüretle (baskın ile) bu noktaya yüklenen diğer tüm güçleri kendine tabi eder. Tüm Konvansiyonun Napolyon’a teslim olması gibi. Bu tarz AKP’nin 17 yıllık gerginlik ve çatışma yaratma stratejisine ne kadar da uyuyor?

Şimdi Çin’e has (ta Sun Tzu’ya kadar taşınabilecek) tarihsel pragmatizmi Batılı diyalektik materyalist terimlerle açıklayan Mao’nun “Çelişki Üzerine” isimli 1937 tarihli makalesine dönelim. Burada verili bir anda “baş düşman” tahlilini görebiliriz:

“… Ne olursa olsun, kuşkusuz, bir gelişme sürecinin her aşamasında, baş rolü oynayan bir tek baş çelişki vardır.

Bundan dolayı, bir süreçte birkaç çelişki varsa, bunlardan yalnızca bir tanesi baş ve belirleyici rolü oynar, geri kalanı, ikincildir ve ikinci derecede bir yer tutar. Birden fazla çelişkinin bulunduğu bir karmaşık süreç incelenirken, baş çelişkinin meydana çıkartılması için elimizden gelen çabayı esirgememeliyiz. Bu baş çelişki, bir kere kavranıldı mı, sorunlar kolaylıkla çözülebilir… Binlerce bilgin ve eylem adamı, bu yöntemi anlamıyorlar ve sonuçta, sanki, sisli bir denizde kaybolmanın şaşkınlığı içinde sorunun candamarını keşfedemiyorlar ve onun çelişkilerini çözümlemenin bir yolunu bulamıyorlar.

Yukarda da denildiği gibi, bir süreçteki çelişkilerin hepsini birbirine eşitmiş gibi ele alamayız; baş ve ikincil çelişkileri birbirinden ayırmamız ve baş çelişkiye özel bir önem vermemiz gerekir.”

Necip Fazıl’daki aksiyonun “püf noktası”, Stalin’de “zincirin kavranması gereken halkası”, Mao’da “tüm çelişkileri çözen kavranılması gereken baş çelişki” olarak ifade ediliyor. Necip Fazıl’ın Lenin’i çok iyi bildiği İhtilal kitabından anlaşılıyor. Ancak Mao’daki verili andaki “baş çelişki” ve o verili andaki baş çelişki de alt edilmesi gereken “baş düşman” kavramını okumamış olma olasılığı yüksektir. Okumasına da gerek yok. Doğu diplomasisi ve askeri savaş taktikleri insana ilk bakışta (ve o şekilde de sık sık kendini gösteren) büyük bir ilkesizlik gibi görünen bu “baş düşman” tahlilini binlerce yıldır uyguluyor.

Maoculuk en çok her türlü ilkesizliğe ve oportünizme kapı açan bu yöntemi dolayısıyla eleştirildi. Lenin’deki diyalektik Stalin’de kabalaştı, Mao’da düzeysizleşti denebilir. Tayyip Erdoğan da sürekli tavır değiştirmek, ilkesizlik ve hatta döneklikle eleştirilen bir lider. İktidara gelirken bile merkez medyanın en çok benimsediği temel sloganı “değişmedim gelişerek dönüştüm” sözüydü. Oysa bu dönüşümün onların istedikleri yerde duracağını düşünerek yanılıyorlardı. Tayyip Erdoğan anı kullanır ve bir sonraki ana sıçrar. Ona dönek diyebilmek için durduğu bir anı bulmak gerekir. Bu yüzden liberaller, merkez medya ve büyük sermaye onun kendilerine döndüğünü düşünerek büyük bir yanılgıya düşmüştü. Bugün “Tayyip Erdoğan bizim çizgimize geldi” diye saraya yamanan sözde milliyetçilerin ve ulusalcıların düştüğü yanılgının aynısını o dönem liberaller yaşıyordu.

 

“Mazi İbret”, “İstikbal Hayal”,  Tek Gerçek “Şu An”

Necip Fazıl’ın yukarıda alıntıladığımız konferansına devam edersek aksiyon adamı için geçmiş ve gelecek sığınılacak alan olamaz. Sadece o an vardır:

“Onun için bizde, bizim dini kanaatimizde mâzi, gelmiş ve geçmiş bir ibret, istikbâl ise bir hayalden ibarettir. Hadise, ân, yaşanan ân üzerinde…”

O anı kurtarmak ve ilerlemek… Tayyip Erdoğan’ın çıkardığı ders de bu kendi hayatından. Anı kazanmak ise sadece cüret ve şartları kabul etmeden kendi şartını dayatan aksiyon ile mümkün. Necip Fazıl’dan aktarırsak tekrar:

“Büyük Moltke (aksiyonun) başka şartı olan karar ve iradede şu dövizi getirmiştir. Der ki:

‘- Bir kumandan harpte, karar vermemek vaziyetine geçerse, kendisini intihar etmiş bilsin! Onun için, karar vermektense, yanlış karar vermek ve yapmak mürecahtır! ’

İşte bütün bir (aksiyon) formülü!..”

En yanlış kararı alan ve eyleme geçen kişi eğer karşısındakiler zaten karasız ve eylemsizse yine de kazanabilir. Tayyip Erdoğan bir siyaset dehası değil ve sürekli yanlış kararlarla etrafındaki çelişkileri derinleştiriyor. Hatta kendi partisini dağıtan ve kendisini dipsiz bir çukurda debelenen bir insana dönüştürdü bu hatalar. Ama karşısındakiler kararsız ve eylemsiz kaldığı sürece bunun önemi yok. O muktedir olmaya devam ediyor. Yeter ki aksiyonu kesmesin.

Yine Necip Fazıl’dan aktarırsak:

“En küçük çapta da olsa (aksiyon)unu kaybedeni hayat tardeder, o yaşayamaz. Ne kalbi çalışabilir ne karaciğeri…”

17 yıldır bir kovalamaca haliyle akıp giden gündemde değişmeyen şey, Tayyip Erdoğan’a yönelik “gündem saptırma” suçlamasıdır. Ancak gündem zaten budur. Kendisi… Eğer gündemi saptırma gücüne sahip biri, gündemi saptırırsa “gerçek gündem” zaten “sapmış gündem”in ta kendisi olur.

Bu yüzden Tayyip Erdoğan gündemi ve her gündemin düşmanlarını sürekli değiştirir ve dayatır. Ancak bunca çelişki ve çatışma arasında hep bir “baş düşmanı” vardır. Türk Silahlı Kuvvetleri… Bu da son derece yerinde bir seçimdir. Çünkü siyasette Tayyip Erdoğan’ın ağırlığını dengeleyip, aksiyonunu yanıtlayabilecek tek güç silahlı güçtür.

 

Tayyip Erdoğan’ın “İttifak” Politikası

AKP orduyu baş düşman saptadığı sürece bu hem kendisine içte ve dışta geniş bir müttefik rezervi sağladı hem de doğrudan orduya saldırına kadar küçükten büyüğe geçici düşmanlar zinciri oluşturabildi.

Tayyip Erdoğan “aksiyon” felsefesini kendince eksiksiz uyguladı. Son derece pragmatist ve hep çelişkilerin üstüne giden bir tarza sahip oldu. Partisi ve partisini destekleyen liberal yazarlar AKP’nin tam muktedir olması önündeki Anayasal ve demokratik kurumları “vesayet” kavramıyla şeytanileştirirken, o mutlak iktidarının karşında baş düşman olarak hep “Laik Ordu”yu yani Türk Silahlı Kuvvetlerini gördü. Ama bunu asla ilan etmedi. Yine de hem müttefikleri hem karşıtları kavganın odağında TSK olduğunu biliyordu.

Diğer ittifak unsuru Kürtler ve Fethullah cemaati de zaten bu baş düşman saptamasını hemen kabullendiler. Dış güç ABD ve AB açısından da tüm bölgesel çıkarların yolunu açacak temel amaç önce Türk Ordusu’nun sonra Türk devletinin direncini kırmaktı.

Tayyip Erdoğan önüne çıkan çelişkiyi derinleştiren ve çelişkiyi önce çatışmaya çevirerek sonra da karşı tarafı ezerek ilerleyen bir siyaset tarzına sahipti. Onun eylem kılavuzunda uzlaşmak ve bir dengede buluşmak yoktur. Geçici düşmanlar ve bunlara karşı geçici müttefikler vardır. Düşman ezilene kadar kutuplaştırma derinleştirilir. Düşmanın düşmanı kim olursa olsun müttefiktir. Yine düşman ezilene kadar o anki müttefikin tüm talepleri karşılanır. “Müttefik” iktidar olma yükümlülüklerini yaşamadan iktidar ortağı olmanın tüm nimetlerini ve daha fazlasını yaşar. Bu büyük bir kazanç ve hazdır. Ancak bu tatlı olmakla birlikte ölümcül bir rüyadır. Tayyip Erdoğan’ın düşmanı sonunda ezilince birden bire “müttefik” kendisinin aslında iktidar ortağı olmadığı gerçeğiyle sert bir şekilde tanıştırılır. Ve böylelikle sıradaki düşman ve sıradaki müttefik saptanır.

Tüm bu aşamalarda ilk iki iktidar döneminde AKP’nin tek baş düşmanı vardır. O da Türk Silahlı Kuvvetleri. Çünkü Türkiye’de “tek muktedirlik” iddiasına karşı direnebilecek ve koyabilecek yegâne güç hem de silahlı güçtür TSK. Bu yüzden Yargı, bürokrasi, aydın v.s. vesayeti baş düşman ilan edilirken aslında amaç, son hedef, nihai darbe için yani “askeri vesayeti” yıkmak için TSK’ya ulaşmaktır.

“Püf noktası”, “kavranacak zincirin halkası” hep buna göre belirlendi. O en tepe noktaya ulaşana ve Genelkurmay başkanını hapse atana kadar adım adım yutulabilecek büyüklükteki lokmalar yutulur.

TSK’ya karşı yürütülen bu stratejide AKP başarılı bir şekilde TSK ile ABD ve AB’nin çelişkilerinin üstüne gitti. Böylelikle silahlı güce karşı denge unsuru olabilecek yegane unsur yani dış destek, dış silahlı gücün desteği sağlandı. AKP’nin krizi bu baş düşmanı yani TSK’yı aştıktan sonra başladı. Yeni baş düşmanlar yaratıldı ancak bu partiyi parçalamaya başladı.

TSK ve AKP muhalifleri bu strateji karşısında gafil avlandı. Tayyip Erdoğan bir noktadan sonra duracağını ve yeni uzlaşma zemininde siyasetin durulacağını düşündüler. 2002’de AKP “değiştik, gömlek değiştirdik ve demokrasiyle barıştık” diyerek iktidar olmuştu. Büyük sermaye ve medya bu söylemi çok destekliyor ve inanmayanları paranoyaklıkla suçluyordu. Burada da hedefte askerler vardı. AKP’nin muktedir olmasına izin vermeyen “vesayet”çiler.

Oysa “değiştik, dönüştük” söylemine en çok itiraz ettiği düşünülen kurum, yani TSK, aslında bu söyleme en çok bel bağlayan güçtü. TSK’nın her karşı hamlesi AKP’yi frenlemeyi amaçlayan ve AKP’nin bir noktadan sonra doyarak sistemle bütünleşeceğini uman, bir şekilde denge sağlamayı hedefleyen bir stratejiye dayanıyordu. AKP ise her karşı hamlesini tasfiyede bir aşama daha kat etmek için gerçekleştiriyordu. Uzlaşmak ve tasfiye etmek isteyen iki taraf varsa kazanan tasfiye etmek isteyen olur. Böyle böyle TSK AKP’yi frenlediğini düşünerek tüm mevzileri çatışmasız bıraktı. En sonunda önce Kozmik Odasını sonra da o odayı teslim eden Genelkurmay Başkanını bile AKP’ye teslim etti.

AKP bu tasfiye operasyonunda arkasında büyük bir tarihsel blok buldu. BOP ve AB süreci bu fırsatı ona sundu. Önemli olan TSK’nın kuşatılması ise ve AKP’nin elinde bu olanak yoksa o zaman dış gündem ve dış güç kullanılabilirdi. Tayyip Erdoğan’ın stratejisi dış desteği almak için TSK ile dış gücün çeliştiği noktadan yüklenmekti. “Püf noktası” TSK’yı önce dıştan kuşatmaktı.

Nihai amaca ulaşıldıktan sonra AKP’nin krizi başladı. Ortak amaç yani ordunun tasfiyesi için sonsuz destek sağlayan ABD, İsrail ve AB AKP’ye artık ihtiyaç duymuyordu. İçte ise PKK ve Fethullah ile kurulan doğal ittifak gereksizleşti. Tayyip Erdoğan kendisinin ve sarayın şahsında yeni bir rejim de kuramıyordu. Çünkü onun “aksiyon felsefesinin” asıl gelip tıkandığı nokta buydu. İdeolojisizlik ve davasızlık. Tayyip Erdoğan’ın “aksiyon”unun en büyük avantajı olan ideolojisizlik ve benmerkezcilik şu anda onun en büyük çıkmazının ve büyük ihtimalle yıkımının temelini oluşturmaktadır.

Tayyip Erdoğan gerçekten bir proje adamıydı. Proje bittikten sonra ortaya çıkan büyük kaos yeni “ittifaklarla” ve yeni “aksiyonlarla” aşılmak isteniyor. Ama kaosun ta kendisi zaten onun aksiyonu. Biten bir proje dalgaların karşısında ayakta tutulmaya çalışılan kumdan bir kale gibi devam ettirilmek isteniyor. İşte buna hiçbir “aksiyon” yetmez.

 

Şimdi Nereye?

Tartışmamız gereken aksiyon ve eylem. Doğruları değil doğru eylemi tartışmalıyız. Eylemi bir vektör gibi düşünelim. Güç unsuru vardır. Yön unsuru vardır. 17 yıl boyunca muhalefet hem güçsüz hem yönsüz eyleminin (ya da eylemsizliğinin) kurbanı oldu. Bunun adına da “sağduyu”, “provokasyona gelmemek”, “aklı selimlik” dendi. Mahalle kabadayısı elbette darmaduman etti bu eylemsizleri. Şu anda resmen “ölü taklidi” yaparak veya “demokrasi varmış gibi” bağırıp çağırarak vakit öldüren muhalif liderler kaldı geriye. Kılıçdaroğlu da Akşener de kasıtlı olarak bir ilüzyonu, demokrasi ve parlamento ilüzyonunu yaşatmaya çalışıyor.

Peki, o zaman halk ne yapmalı?

Aksiyona ancak aksiyonla yanıt verilebilir. Eylemi eylem dengeler. Ama eylem vektörünün gücü ne olmalı yönü ne olmalı?

Artık “baştaki tarafından nereye sürükleneceğiz” diye merak etmek yerine, kendi yönüne, şimdi nereye gideceğine karar vermek zorundayız.

Burada yine bir “püf noktası” var. Tayyip Erdoğan’ın aksiyonun ilk aşamasında elinde devlet erki yoktu. “Püf noktası” buna ulaşmaktı ve ulaştı. Bundan sonraki aksiyonunun niteliği ilk aşamaya göre farklıdır. En çılgın ve saçma aksiyonu bile başarılı olabildi, çünkü bütün cüreti ve şiddetiyle eylemini sonuca götürdü. Nasıl olsa şiddetin kaynağı devletin gücüydü artık. Sonsuz enerjiyle çalışan bir motor gibi.

Halk için, vatan için, demokrasi ve özgürlük için aksiyona geçen kişi şunu dikkate almalı. Karşı taraftaki eylem (aksiyon) sahibi elinde devletin gücü ve ağırlığını bulundurduğundan eylemleri sadece bizim eylemlerimizi zıt bir vektör ile karşılamıyor aynı zamanda mekanı, şartları ve kuralları da belirliyor.

Tayyip Erdoğan iktidara gelene kadar ve geldikten sonra düşman ve dost şablonlarını ve siyasi demagojilerini şöyle saptamıştı:

İlk olarak Erbakan’a karşı değişim, uzlaşma ve demokrasi sloganını benimsendi. Müttefikleri 28 Şubat, büyük medya, büyük sermaye, İsrail ve ABD’ydi. Erbakan alt edildi.

İkinci olarak Irak operasyonuna direnen TSK komutasına karşı BOP, AB, demokrasi ve özelleştirme sloganı benimsendi. Müttefik büyük medya, büyük sermaye, liberaller ve işgalci ABD Ordusu’ydu. Ecevit ve Kıvrıkoğlu tasfiye edildi. Tayyip Erdoğan iktidar oldu.

Üçüncü olarak vesayete (yani TSK ve Anayasal Devlet) karşı Annan Planı, Kürtlere Özerklik, Ergenekon, Balyoz sloganları benimsendi. Artık içte baş müttefikler PKK, Fethullah cemaati ve liberallerdi. Dışta ABD, İsrail ve Avrupa ülkelerinin istihbarat örgütleri. TSK tasfiye edildi ve Tayyip Erdoğan gerçekten “muktedir” oldu.

Dördüncü olarak eski ortaklara, PKK ve Fethullah’a, karşı tek muktedirlik mücadelesi başladı. Bu sefer iktidar ortağı olduklarını sanan PKK’lılar, Fethullahçılar ve liberaller tasfiye edildi, bir kısmı Saray’a bağlanmayı kabul etti. Eski baş düşmanların bir kısmından sözde ulusalcı ve ülkücü çevrelerden yeni yandaşlar ortaya çıkarıldı. Artık muktedir müttefik kabul etmemektedir. Yeni “ittifak” güçlerinin adı yandaştır.

Sırada ne var? Tayyip Erdoğan’ın aksiyon vektörünün yeni yönü ve şiddeti ne olacak? Salt devlet erkiyle ayakta duramıyor. Çünkü dur durak bilmeyen 17 yıllık yıkıcı aksiyonu, devletin temelini de ülkenin ekonomisini de yok etti.

Putin ile mi, Trump ile mi ilerleyecek? Sırada hangi ittifak var? MHP gidecek PKK mı gelecek? AKP sayesinde Suriye’de kurulan “2. Kürdistan”ın peşi sıra Türkiye’de de mi özerk bir “Kürdistan” mı kurulacak? Açılım tekrar mı başlayacak? Kim kandırılacak, kim kandırmakla itham edilecek? Sırada ne var?

İddiamız şu. Tüm bunlara odaklanmak da bizi doğru eylemden, aksiyondan uzaklaştırır. Tayyip Erdoğan’ın aksiyon alanı bitmiştir. Onun bir dahaki aksiyonunun yönü ve şiddetine göre konumlanmak ona can vermektir.

Şöyle bir son 17 yıla bakın. İnisiyatif kaybettiği ve aksiyonsuz kaldığı tek dönem ne zamandı? 2013 Haziran’ı. Beklenmedik olan ve aksiyonda olan halktı çünkü. Gezi 17 yıldır tekrarlanan bu oyunun tek istisnasıydı. AKP’nin gafil avlandığı tek andı. Bu işi çözecek olan tek yol budur. Ön almak.

“Karşıdevrimci aksiyon felsefesinin” gelip tıkanacağı, yenilgiye uğrayacağı tek yer tek an, karşısında “devrimci aksiyon felsefesini” bulacağı yerdir, andır.

Kaynak: İLERİ Dergisi / 78. Sayı / Shf: 75-88

 

Adımların Notu: Bu iktibastaki fikirler yazara ait olup, Adımlar’ın ideolojik ve siyasî anlayışına zıt görüşler sitemizi bağlamaz.

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: