DİN BOZULUNCA…

DİN BOZULUNCA…

Her asrın kendine has meseleleri, gündemleri vardır… Fakat bu coğrafyada farklı zamanlarda ve farklı tonlarda temel mesele daima “imân selâmeti” ve ona karşı kurulan tuzaklar olmuştur… Âhir zaman şartlarında yaşayan günümüz insanının bu asırdaki temel meselesi, geçmişte örneği görülmemiş biçimleriyle, imânı tehlikeye sokan düşünce, davranış ve tutumlardır.

Bu sebeble Müslüman erkek ve kadın, imânın mahiyetini en sahih şekliyle öğrenmek, öğrendiği bilgisi icâbı amel etmek, eşya ve hadiseleri imân akîdesi temelinde değerlendirmek, bütün beşeriyeti imânın boyasıyla boyamak, hâsılı; “fitne kalkıp din yalnız Allah’ın oluncaya kadar” gâvurla mücadele etmek zorundadır.

Efendimiz’in kâfirle, müşrikle, münafıkla mücadele usûlü nedir?

Hz. Ebubekir’in hilafeti döneminde, dinden dönenlerle mücadelesi nasıl olmuştur?

Hz. Ömer’in içeride ve dışarıda uygulamaları nasıldır?

Hz. Osman, Hz. Ali devirleri nasıl kapandı? Bunlar hep kabaca da olsa bilinenler…

Dünden bu güne Müslümanların;

Din emniyetini,

Akıl emniyetini,

Nesil emniyetini,

Can emniyetini,

Mal emniyetini,

korumak için daima ve her dönem “devlet”leri olmuştur. Bu beş meselenin korunması uygulamasında devlete olan ihtiyacın ehemmiyetini muazzam mânâda kavramış, Sahâbe, Tabiîn ve Tabe- i Tabiîn devri Ümerâsı-Ulemâsı ve tebâsı böylesi adil bir devlet nizâmına uymayı şeref bilmiştir.

Kur’ân’da;

“Sizi vasat bir ümmet yapmışızdır.” (Bakara-143) buyurulmuştur…  Müfessirler, vasat ümmet tabirinden kastın, adil ümmet olduğunda müttefiklerdir.

Günümüzde Yaşanan Tehlikeler

Müslümanları günümüze has meseleleri nasıl çözeceklerdir? “Kitap”, “sünnet”, “icmâ”, “icmâ-i ümmet”, “kıyas-ı fukahâ”dan başka dayandığı kaynaklar da mevcuttur.

Ancak bu “Edille-i Erbaa” (dört delil, dört kaynak) konusunda, Hanefî, Şafiî, Hambelî ve Malikî fukahâ ittifak hâlindedir. Bu dört delilden başka da, ihtihsan söz konusudur ki, ümmetin menfaatini, adalet esasını dikkate alarak iki hükümden daha kolayını tercih etmeyi ifâde eder… Diğeri de örf ve âdet…

Örf ve âdet: “Örf” kelimesi, irfan ile alâkalı olup, milletlerin ârif olanlarının koyduğu esaslar ve mânâsınadır. Bu çerçevede “örf”, Şer’i Şerife aykırı olmayan ve akl-ı selim sahibi kimselerin uygun bulduğu davranışlardır ki, insanlar onu, “çoğu zaman tekrar eder durur” diye tarif etmiştir. İslâm’a uymayan örf ve âdetler pasif hükmündedir ve delil değildir… Şimdi herkes bilir ki “kitap” deyince bunda da ancak Kur’ân-ı Kerim anlaşılacağı konusunda İslâm ulemâsı müttefiktirler. Ümmet arasında da bilinen bir kavramdır.

Günümüzde başıboş bir şekilde “her şeyden şüphe” mantığı, tüm gâvur dünyasının istilâ alanlarının sonucudur. Onlar biliyor ki, Müslümanlar, Kur’ân’a ta’zim ve hürmet hususunda zaafa düşerlerse, hükümleriyle amel etme hususunda da alâkasızlığa yönelirler. Ve bütün güçlerini kaybederler. Küllük horozu gibi öten meâlciler temelsizdir, köksüzdür.

Sünnet deyince de; Efendimiz’den sadır olan her söz, fiil ve takdirdir. Sünnet deyince, uyup uymamakta muhayyer bırakılmış, yaptığı zaman sevap, yapmadığı zaman günah tereddüp etmeyen ameller anlamındadır. Bu eksik ve yanlış kanaat İslâmî hükümlerin hayata hâkim kılınmasını zorlaştırmaktadır. Efendimizin bir işe hükmetmesi durumunda Müslümanların;  “duyduk ve itaat ettik” deyip amel etmesi emredilmektedir. Türkiye’deki eğitim sistemi, ilkokuldan üniversiteye kadar farz-ı ayn ilimlerinden mahrum bir şekilde icrâ edilmektedir…  Efendimizin din hususunda getirdiği haberlere inanmamak, onu yalanlamak gavurluk sebebidir. İslâm ulemâsı, mütevatir sünnetleri yalanlamanın küfür olduğunda müttefiktirler.

Efendimiz’in hayatında gizli bir şey yoktur. Ümmeti için yaptıkları duâlar dahi bilinir. Hayatı apaçıktır. Bizler kendi öz nefsimize, Peygamberimiz’in bize acıdığı kadar acımıyoruz: Küfür, şirk, zulüm memleketin her yanını sarmışken, faiz, fuhuş, kumar, içki tüm din dışı durumlar zirve yapmışken, ne yapacağımızı şaşırmış vaziyetteyiz. İhtiras ve haset ateşiyle pişiyoruz. Allah ve Resulüne şahitlik etmenin zirvesi olan “şehitlik şuuru”ndan gafilken, söz plânında her şeye “Allah rızası için” hazır olduğumuzu iddia edecek kadar sahte tesellilerle avunuyoruz. Acı gerçek meydanda…

İcmâ-i Ümmet

Müslüman, hakikate teslim olan insandır. Allah ve Resûlüne muhalefet etmek ve müminlerin yolundan ayrılmak haramdır. Müminlerin yoluna uymak, vacip. Müminlerin yolundan ayrılmak demek, müçtehit imamları inkâr etmektir. Kat’i bir delile dayanan ve tevatür yolu ile bize gelen “icmâ”yı inkâr, küfre götürür.

Yaşadığımız bu zamanda Müslümanlar hangi yoldadır? Helal-haram sınırlarının çiğnendiği, insanların din, can, mal, akıl, nesil emniyetlerinin tahrif edildiği hâkim BOP Düzeni’nin etkisi altında kalarak, İslâmî hassasiyetin yitirildiği, korkunç bir nüfus potansiyeli var karşımızda. Ve bu nesil, her yönden taarruza uğramakta, kitle iletişim araçları İslâm adına İslâm’ın bütün hudutlarını çiğnemekte.

Kıyas-ı Fukahâ

“İki şeyi birbiriyle ölçmek”… Şu zamanda kullanılan, “mukayese etmek” sözü de aynı kökten.

“Kur’an, sünnet, icmâ ile sabit olan bir hükmü, illet ve sebeplerini dikkate alarak değerlendirmek, göstermektir” diye tarif etmiş ulemâ… Yemen’e vali gönderilirken Muaz Bin Cebel’e, Efendimiz’in sorduğu soruları ve aldığı cevabı herkes bilir. Bu çerçevede, kıyas-ı fukahâ; kitap, sünnet ve icmaya bağlı bir delildir. Dolayısıyla naslara vakıf olmayan birinin akıl kaidelerine uyarak vardığı sonuç “içtihat” değildir.

Eğer biz bu asla uygun ve birleştirici vasıta olan dört hak mezhebin kıymetini bilmez de, sanki evvelce sırt çevirmişiz gibi güya “kitap ve sünnet”e dönen “yeni müçtehitler”e yol verirsek, meydan kel molladan, kıl molladan, çağdaş kara modern molladan geçilmez. Kimisi zangoç sahte molla, kimisi halsiz yarım molla, kimi gafil, kimi laik bilgiç, kimi art niyetli, kimi menfaatçi, kimi şöhretçi, kimi maceracı, kimi abdestli, kimi abdestsiz sürüyle “bana göre”ci ortada kol gezer.

Biri çıkar “Kur’ân’daki din” der, biri çıkar hadisi inkâr eder, “Kur’an’daki İslâm” lâfıyla hadisi siler atar. “Âyetlerle Müslümanlık”tan, “hadislerle Müslümanlık”tan dem vurur.

Kimi çıkar, “Kur’ân yeniden anlaşılmalı, şimdiye kadar anlaşılmadı, bir anlayan çıkmadı” diye, zıp zıp zıplar durur.

Her bir adamcık âyet ve hadisten “bana göre” diyerek indî hükümler çıkarır. Her kafadan sakat sesler çıkar. Kimisi Şiîliği “hak mezhep” gösterir, kimi Kaderiye’yi müdafaa eder. Kimisi Kur’ân’da kendine has “buluş”uyla Yahudi ve Hristiyanları cennete sokar. Kimisi Vehhabîliği, kimisi Selefîliği büyük bir nimet olarak Müslümanlara takdim eder.

Hülâsa türlü artistlik, cehalet, fitne fesat baş gösterir. Hezeyanlar saymakla bitmez. İslâm’a zıt yığınla hükümler İslâm adına ortaya konur. Bunlar da Müslümanları sarstıkça sarsar. Dinimizi imanımızı bozar.

Nihayet, din bozulunca, kimseye hayat hakkı kalmaz.

İBDA Mimarı Sayın Salih Mirzabeyoğlu’nun 29 Kasım 2014 tarihli meşhûr Konferans’ındaki şu ifâde:

“Hani “yaşama hakkı” falan diyoruz ya, biz dünyaya aslında “yaşama görevi” ile geldik; o hak da o görevden doğuyor.”

Bir ideale bağlanmayan insanın “yaşama görevi”nin kalmayacağı, dolayısıyla “yaşama görevi”ni Haçlı-Yahudi ittifakıyla icrâ eden BOP Saldırganlığı karşısında yaşama hakkının da kalmayacağı aşikârdır… Bu saldırı ve saldırganlık karşısında bölgemizde gerçek bir Batı karşıtı mücadelenin Ehli Sünnet temelli bir anlayış üzerine verilmesi gerektiğini düşünürsek, BOP saldırısının en baş hedeflerinden birinin de, insanımıza “yaşama görevi”ni aşılayan Ehli Sünnet itikadını bozmak olduğunu anlarız.

Yaşadığımız misaller ve bize dayatılan reformist, mezhepsiz, sapık ve sapkın politikalar çerçevesinde bu meseleyi etraflıca ele alacağız.

Cengiz Ekici

 

Bir Cevap Yazın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Adımlar Dergisi sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et