Emperyalist ve Siyonist Teröristlere… / Tarık Aziz’in Ardından
Emperyalist ve Siyonist Teröristlere
Anladıkları Dilden Mukabele Edilmeli
Esselâmü aleyküm.
Nasılsınız?
(Av. Güven Yılmaz, iyi olduğunu söylüyor, Carlos’a kendisinin nasıl olduğunu soruyor.)
İyiyim, tatil yapıyorum.
(27 Haziran 1975’de, İsraillilerin güdümünde Paris’te Carlos’a tuzak kuran iki Fransız istihbarat polisi ve bir Lübnanlı muhbirin Carlos tarafından vurulup öldürülmesiyle ve Carlos’un da kaçıp kurtulmasıyla neticelenen hâdiseye atıf yapıyor Carlos ve o günün yıldönümünde tatil yaptığını söyleyerek Av. Yılmaz’la şakalaşıyor.)
Sizde haberler neler?
(Av. Yılmaz, aynı durumların geçerli olduğunu söylüyor.)
Gönüldaş Erdoğan nasıl peki?
(Av. Yılmaz, “sanıyorum iyidir” diyor.)
İyi, iyi, iyi… Tüm gönüldaşlarımızı cezaevinden çıkartacak zaten, değil mi?
(Av. Yılmaz, “zannetmiyorum” diyor.)
Yapacaktır; yapmalıdır.
(Av. Yılmaz, “inşallah” diyor.)
Kumandan Mirzabeyoğlu nasıl?
(Av. Yılmaz, kendisinin iyi olduğunu, Carlos’a devrimci selâmlarını gönderdiğini söylüyor.)
İyi mi peki; çalışmalarını yürütebiliyor mu?
(Av. Yılmaz, Kumandan Mirzabeyoğlu’nun sağlığının iyi olduğunu, yazmaya devam ettiğini, bir problem bulunmadığını söylüyor.)
Bana soracağınız bir şey?..
(Av. Yılmaz, sorusu olmadığını, dilediği gibi konuşabileceğini söylüyor Carlos’a.
Carlos, ilk olarak, “az önceye kadar” cezaevinde boks karşılaşmalarının yapıldığını, aralarında dünya boks şampiyonlarının da olduğu profesyonel boksörlerin gelerek mahpuslarla boks antremanı yaptığını, ortamın havasını güzel yönde değiştiren bu faaliyetleri çok beğendiğini, ancak kendisinin bizzat boks yapmadığını, çünkü kendisinin “pasifist” olduğunu söylüyor ve yaptığı latifeye kendisi de gülüyor…
Sonra, 27 Haziran 1975 tarihinin kendisi için ehemmiyetine tekrar temas eden Carlos, bu tarihte kendisine karşı kurulan bir tuzaktan kurtulduğunu, ama bu sırada ikisi Fransız istihbarat polisi, birisi Lübnanlı ajan olmak üzere üç kişi de öldüğü için kendisi hakkında tutuklama kararı çıkartıldığını; aradan yıllar geçip de Sudan hükümeti Fransız hükümetiyle anlaşarak kendisini CIA’ya sattığında işte bu tutuklama kararının uygulandığını belirtiyor ve bugüne kadar süren cezaevi sürecini kısaca özetliyor…
Bu arada, kendisinin Venezüella tarafından Fransa’dan geri istenmesinin çok kolay olduğunu, ancak Venezüella’daki hainler tarafından bunun engellendiğini, içli dışlı hainler ve düşmanlar tarafından kendisinin cezaevinde tutulmak istendiğini vurguluyor…
Burada Venezüella’nın olumsuz tavrının çok enteresan olduğunu, görünüşte “aynı safta” olduğu Venezüllalı yetkililerin, kendisini Venezüella’da görmek istemediklerini ifâde ediyor; bunun da sebebini çok merak ettiğini ekliyor…
Her ne olursa olsun, direndiğini, hayatta ve ayakta kalmaya devam ettiğini, hattâ Fransız edebiyatı üzerine cezaevinde eğitim bile gördüğünü söylüyor; bu arada, eşi ve avukatı Isabelle Coutant-Peyre’den bahsederek, onun da çok zor şartlarda direnmeye devam ettiğini özellikle belirtiyor…
Saldırgan düşmanın, insanlığın düşmanının, özellikle de müslümanların düşmanının tek bir şeyden anladığını; bunun da, o düşmanın yaptığı saldırılara tüm tüm seviyelerde “misilleme” yapmak olduğunu söylüyor; bugün Iraklı gönüldaş ve kardeşlerin “terör stratejisi” takib ederek yaptıklarının da işte bu olduğunu ifâde ediyor…
Emperyalistlerin ve siyonistlerin müslümanlara yönelik saldırganlıklarından tahrik olan ve Mezopotamya’da bunlara direnen cihadçılardan ilhâm alan, sonra da kendi inisiyatifleriyle eylem koyan “ferdî teröristlerin”, bugün dünyada, özellikle Batıda maddî-manevî tahribat ve kargaşaya yolaçtığını; Tunus’ta “dün” yaşanan ve tek başına hareket eden Tunuslu bir genç tarafından çok sayıda Batılı turistin öldürülmesi gibi hâdiselerin buna örnek olduğunu; sözkonusu hâdisenin, tüm bir Tunus turizmini ve dolayısıyla Tunus Cumhuriyeti’nin ekonomisini çökertebilecek bir gelişme olduğunu söylüyor…
Her ne olursa olsun, artık “korkunun”, bir ideal için savaşan, o inanç için ölmeye hazır olan, kimsenin de paralı askeri olmayan müslümanlar tarafında olmadığını, düşman tarafında olduğunu belirtiyor…
Dünden bugüne, yine davaları için canlarını fedâ etmiş ve kendi örgütü de dahil olmak üzere farklı örgütler bünyesinde samimiyetle savaşmış tüm böylesi insanların hepsinin “saygıdeğer” olduğunu söyleyen Carlos, bugün bu tarz mücadeleler daha çok ve giderek artarak “dinî” bir karakter almış olarak devam etse de, sonuçta emperyalizme ve siyonizme karşı sözkonusu fedaî çizgisini takib ettirdiğini vurguluyor…
ABD’nin, İsrail’in, İngilizler ve Fransızlar başta olmak üzere NATO üyesi müttefiklerin İslâm beldelerinde işledikleri suçlara, katliam ve tecavüzlere, zulüm ve hırsızlıklara, üstelik seyreltilmiş uranyumlu bombalar kullanarak gerçekleştirdikleri sivil katliamlarına işaret eden Carlos, son 200 yıl içerisinde ABD kuvvetlerinin tek başına hem ABD içinde hem ABD dışında katlettiği insan sayısının, Nazilerin, Stalin’in veya başkalarının öldürdüklerinden kat kat fazla olduğunu, ne var ki ABD, İsrail ve müttefiklerinin “uluslararası hukuk”u kendilerine karşı değil, düşmanlarına karşı işlettiklerini, hattâ bu çerçevede uluslararası birçok anlaşmayı imzalama gereği bile hissetmediklerini ifâde ediyor…
Böyle olunca, sözkonusu terörist devletlere mukabele ve misillemede bulunmanın; müslümanlar başta olmak üzere dünya halklarını savunmanın tek yolu olarak da, geriye sadece “terör stratejisi”nin kaldığını, bugün yaşananın da işte bu olduğunu söylüyor; IŞİD’in de devreye girmesiyle beraber, hâdisenin bir “dünya savaşı” çapına doğru geliştiğine dikkat çekiyor…
Bu arada, ABD başta olmak üzere Batının, kendisine direnenlere nasıl bir “insan hakları” revâ gördüğüne örnek olarak, 1984’den bugüne 30 yıldan fazladır Fransa’da mahpus tutulan ve FHKC’de bir dönem yoldaşı olan Georges İbrahim Abdallah’ın durumunu dile getiren Carlos, onun Amerikan ve siyonist hedeflere saldırılarla başlayıp mahpuslukla biten ve uğradığı keyfî zulümlerle devam edegelen hikâyesini özetliyor…
Kendi koydukları kanunlara bile saygı göstermeyen emperyalist ve siyonist düşmanın terörist saldırganlıklarıına karşı, kendi anladıkları dilden, yâni “karşı-terörle” misillemede bulunmaktan başka hiçbir yol kalmadığını söyleyen Carlos, “bundan sonra şayet bir NATO ülkesi -isterse 50 kişilik sembolik bir askerî birlikle olsun- saldırganca amaçlarla müslüman bir ülkeye girerse, hemen o ânda cevabını almalı ve vurulmalıdır!” diyor; artık babalarının çiftliği gibi dünyanın dilediği ülkesine girip saldırma devrinin geçtiğinin bu saldırganlara net biçimde gösterilmesi gerektiğini özellikle vurguluyor ve tekbir getirerek konuşmasını bitiriyor…
Türkiye’deki avukatlarına da selâm söyleyerek telefon görüşmesini sonlandırıyor…)
27 Haziran 2015
Anladıkları Dilden Mukabele Edilmeli
Esselâmü aleyküm.
Nasılsınız?
(Av. Güven Yılmaz, iyi olduğunu söylüyor, Carlos’a kendisinin nasıl olduğunu soruyor.)
İyiyim, tatil yapıyorum.
(27 Haziran 1975’de, İsraillilerin güdümünde Paris’te Carlos’a tuzak kuran iki Fransız istihbarat polisi ve bir Lübnanlı muhbirin Carlos tarafından vurulup öldürülmesiyle ve Carlos’un da kaçıp kurtulmasıyla neticelenen hâdiseye atıf yapıyor Carlos ve o günün yıldönümünde tatil yaptığını söyleyerek Av. Yılmaz’la şakalaşıyor.)
Sizde haberler neler?
(Av. Yılmaz, aynı durumların geçerli olduğunu söylüyor.)
Gönüldaş Erdoğan nasıl peki?
(Av. Yılmaz, “sanıyorum iyidir” diyor.)
İyi, iyi, iyi… Tüm gönüldaşlarımızı cezaevinden çıkartacak zaten, değil mi?
(Av. Yılmaz, “zannetmiyorum” diyor.)
Yapacaktır; yapmalıdır.
(Av. Yılmaz, “inşallah” diyor.)
Kumandan Mirzabeyoğlu nasıl?
(Av. Yılmaz, kendisinin iyi olduğunu, Carlos’a devrimci selâmlarını gönderdiğini söylüyor.)
İyi mi peki; çalışmalarını yürütebiliyor mu?
(Av. Yılmaz, Kumandan Mirzabeyoğlu’nun sağlığının iyi olduğunu, yazmaya devam ettiğini, bir problem bulunmadığını söylüyor.)
Bana soracağınız bir şey?..
(Av. Yılmaz, sorusu olmadığını, dilediği gibi konuşabileceğini söylüyor Carlos’a.
Carlos, ilk olarak, “az önceye kadar” cezaevinde boks karşılaşmalarının yapıldığını, aralarında dünya boks şampiyonlarının da olduğu profesyonel boksörlerin gelerek mahpuslarla boks antremanı yaptığını, ortamın havasını güzel yönde değiştiren bu faaliyetleri çok beğendiğini, ancak kendisinin bizzat boks yapmadığını, çünkü kendisinin “pasifist” olduğunu söylüyor ve yaptığı latifeye kendisi de gülüyor…
Sonra, 27 Haziran 1975 tarihinin kendisi için ehemmiyetine tekrar temas eden Carlos, bu tarihte kendisine karşı kurulan bir tuzaktan kurtulduğunu, ama bu sırada ikisi Fransız istihbarat polisi, birisi Lübnanlı ajan olmak üzere üç kişi de öldüğü için kendisi hakkında tutuklama kararı çıkartıldığını; aradan yıllar geçip de Sudan hükümeti Fransız hükümetiyle anlaşarak kendisini CIA’ya sattığında işte bu tutuklama kararının uygulandığını belirtiyor ve bugüne kadar süren cezaevi sürecini kısaca özetliyor…
Bu arada, kendisinin Venezüella tarafından Fransa’dan geri istenmesinin çok kolay olduğunu, ancak Venezüella’daki hainler tarafından bunun engellendiğini, içli dışlı hainler ve düşmanlar tarafından kendisinin cezaevinde tutulmak istendiğini vurguluyor…
Burada Venezüella’nın olumsuz tavrının çok enteresan olduğunu, görünüşte “aynı safta” olduğu Venezüllalı yetkililerin, kendisini Venezüella’da görmek istemediklerini ifâde ediyor; bunun da sebebini çok merak ettiğini ekliyor…
Her ne olursa olsun, direndiğini, hayatta ve ayakta kalmaya devam ettiğini, hattâ Fransız edebiyatı üzerine cezaevinde eğitim bile gördüğünü söylüyor; bu arada, eşi ve avukatı Isabelle Coutant-Peyre’den bahsederek, onun da çok zor şartlarda direnmeye devam ettiğini özellikle belirtiyor…
Saldırgan düşmanın, insanlığın düşmanının, özellikle de müslümanların düşmanının tek bir şeyden anladığını; bunun da, o düşmanın yaptığı saldırılara tüm tüm seviyelerde “misilleme” yapmak olduğunu söylüyor; bugün Iraklı gönüldaş ve kardeşlerin “terör stratejisi” takib ederek yaptıklarının da işte bu olduğunu ifâde ediyor…
Emperyalistlerin ve siyonistlerin müslümanlara yönelik saldırganlıklarından tahrik olan ve Mezopotamya’da bunlara direnen cihadçılardan ilhâm alan, sonra da kendi inisiyatifleriyle eylem koyan “ferdî teröristlerin”, bugün dünyada, özellikle Batıda maddî-manevî tahribat ve kargaşaya yolaçtığını; Tunus’ta “dün” yaşanan ve tek başına hareket eden Tunuslu bir genç tarafından çok sayıda Batılı turistin öldürülmesi gibi hâdiselerin buna örnek olduğunu; sözkonusu hâdisenin, tüm bir Tunus turizmini ve dolayısıyla Tunus Cumhuriyeti’nin ekonomisini çökertebilecek bir gelişme olduğunu söylüyor…
Her ne olursa olsun, artık “korkunun”, bir ideal için savaşan, o inanç için ölmeye hazır olan, kimsenin de paralı askeri olmayan müslümanlar tarafında olmadığını, düşman tarafında olduğunu belirtiyor…
Dünden bugüne, yine davaları için canlarını fedâ etmiş ve kendi örgütü de dahil olmak üzere farklı örgütler bünyesinde samimiyetle savaşmış tüm böylesi insanların hepsinin “saygıdeğer” olduğunu söyleyen Carlos, bugün bu tarz mücadeleler daha çok ve giderek artarak “dinî” bir karakter almış olarak devam etse de, sonuçta emperyalizme ve siyonizme karşı sözkonusu fedaî çizgisini takib ettirdiğini vurguluyor…
ABD’nin, İsrail’in, İngilizler ve Fransızlar başta olmak üzere NATO üyesi müttefiklerin İslâm beldelerinde işledikleri suçlara, katliam ve tecavüzlere, zulüm ve hırsızlıklara, üstelik seyreltilmiş uranyumlu bombalar kullanarak gerçekleştirdikleri sivil katliamlarına işaret eden Carlos, son 200 yıl içerisinde ABD kuvvetlerinin tek başına hem ABD içinde hem ABD dışında katlettiği insan sayısının, Nazilerin, Stalin’in veya başkalarının öldürdüklerinden kat kat fazla olduğunu, ne var ki ABD, İsrail ve müttefiklerinin “uluslararası hukuk”u kendilerine karşı değil, düşmanlarına karşı işlettiklerini, hattâ bu çerçevede uluslararası birçok anlaşmayı imzalama gereği bile hissetmediklerini ifâde ediyor…
Böyle olunca, sözkonusu terörist devletlere mukabele ve misillemede bulunmanın; müslümanlar başta olmak üzere dünya halklarını savunmanın tek yolu olarak da, geriye sadece “terör stratejisi”nin kaldığını, bugün yaşananın da işte bu olduğunu söylüyor; IŞİD’in de devreye girmesiyle beraber, hâdisenin bir “dünya savaşı” çapına doğru geliştiğine dikkat çekiyor…
Bu arada, ABD başta olmak üzere Batının, kendisine direnenlere nasıl bir “insan hakları” revâ gördüğüne örnek olarak, 1984’den bugüne 30 yıldan fazladır Fransa’da mahpus tutulan ve FHKC’de bir dönem yoldaşı olan Georges İbrahim Abdallah’ın durumunu dile getiren Carlos, onun Amerikan ve siyonist hedeflere saldırılarla başlayıp mahpuslukla biten ve uğradığı keyfî zulümlerle devam edegelen hikâyesini özetliyor…
Kendi koydukları kanunlara bile saygı göstermeyen emperyalist ve siyonist düşmanın terörist saldırganlıklarıına karşı, kendi anladıkları dilden, yâni “karşı-terörle” misillemede bulunmaktan başka hiçbir yol kalmadığını söyleyen Carlos, “bundan sonra şayet bir NATO ülkesi -isterse 50 kişilik sembolik bir askerî birlikle olsun- saldırganca amaçlarla müslüman bir ülkeye girerse, hemen o ânda cevabını almalı ve vurulmalıdır!” diyor; artık babalarının çiftliği gibi dünyanın dilediği ülkesine girip saldırma devrinin geçtiğinin bu saldırganlara net biçimde gösterilmesi gerektiğini özellikle vurguluyor ve tekbir getirerek konuşmasını bitiriyor…
Türkiye’deki avukatlarına da selâm söyleyerek telefon görüşmesini sonlandırıyor…)
27 Haziran 2015
Tarık Aziz’in Ardından
Esselâmü aleyküm.
Nasılsınız?
(Av. Güven Yılmaz, iyi olduğunu söylüyor, Carlos’a kendisinin nasıl olduğunu soruyor.)
İyiyim. Nihâyet hava da güzelleşti burada, güneş açtı.
Yeri gelmişken, bana herhangi bir sorunuz var mı?
(Av. Yılmaz, sorusu olmadığını söylüyor Carlos’a.)
Aslında birkaç mesele hakkında konuşmak istiyorum bugün, ama geçen hafta herhangi bir şey söylemediğim, çünkü o ân detaylarını bilmediğim, Tarık Aziz yoldaşın Irak’ın güneyindeki bir cezaevinde vefat etmesiyle başlayacağım.
(Carlos, 28 Nisan 1936’da doğan ve 5 Haziran 2015 günü ölen Irak eski dışişleri bakanı Tarık Aziz’le ilgili olarak konuşmaya başlıyor ve Tarık Aziz’in ölene dek cezaevinde kalmış olmasının tek sebebinin, NATO servisleriyle işbirliğini reddetmesi olduğunu söylüyor…
Henüz Amerikan güçlerine teslim olmadan önce Bağdad’da akrabalarının yanındayken, Fransızların kendisini Fransa’ya götürmek istediklerini, ancak onun Fransa’ya gitmeyi ve Fransızlarla işbirliği yapmayı reddettiğini; çünkü Irak’taki Baas Partisi liderlerinden yoldaşlarının çoğunun öldürüldüğünü, suikaste uğradığını, yargılandığını ve hemen hepsinin vurularak infaz edildiğini veya asıldığını vurguluyor…
Tarık Aziz’e karşı kanunen hiçbir suçlama yöneltilemeyeceğini, çünkü onun hiçbir savaş suçu işlemediğini, hiçkimseyi öldürmediğini, milliyetçi bir politika takib etmekle de kimsenin suçlandırılıp sorumlu tutulamayacağını söyleyen Carlos, Saddam Hüseyin’in bazı noktalarına ve yanlışlarına karşı çıkabileceğimizi –meselâ, İran’a açılan savaşın berbat bir şey olduğunu-, ancak unutmamamız gereken şeyin, Saddam’ı buna ABD’nin sevketmesi gerçeği, yine Saddam’ı İran’a karşı böylesi saldırganca bir savaşa teşvik edenin Baas rejimi içerisindeki Amerikan taraftarı unsurlar olması gerçeği olduğunu belirtiyor; bugüne kadar hem İran’ın hem de özellikle Irak’ın işte bunun bedelini ödemekte olduğunu ekliyor…
Tarık Aziz’in teslim olmadan önce de zaten çok hasta olduğunu ve Amerikan ordusuna teslim olması için ailesinin onu ikna ettiğini, çünkü bu yolla en azından tıbbî destek alabileceğini düşündüklerini, başta gerçekten böyle bir tıbbî destek aldığını, ama hemen peşinden onu keyfî olarak Irak’ın güneyindeki bir cezaevine attıklarını, oysa askerî vasfı olmayan sivil bir insan olması hasebiyle kendisine karşı yöneltilebilecek hiçbir suçlama bulunmadığını ifâde ediyor…
Kısmen ailesini de tanıdığı Tarık Aziz’in, dindar olmamakla beraber, Keldanî –Katolik- Kilisesi’ne bağlı bir hıristiyan olduğu ve aile kökleri bakımından Musul’un kuzeyindeki büyük bir Keldanî köyünden geldiği bilgisini veriyor Carlos…
Tarık Aziz’in niçin hapsedildiği meselesine geri dönen Carlos, Fransızların onu Irak’tan çıkartıp Fransa’ya götürmek istemesine yine temas ediyor ve Fransızların bu arzusunun altında, onun hakikatleri söylemesine mâni olmak yattığını; zaten Tarık Aziz işbirliğine yanaşmayınca da, Batıyla yapılan anlaşmalara, yaşanan ihanetlere ve Baasçıların sorumlu tutulduğu birtakım suçlarda Batının suç ortaklığına vâkıf eski bir dışişleri bakanı ve cumhurbaşkanı yardımcısı olarak konuşmasını engellemek için, bu sefer hiç gerekçesiz hapse atıldığını söylüyor…
Tarık Aziz için kilisesinin yaptığı cenaze merasimini ve bu merasime katılan aile fertlerini El-Cezire televizyon kanalında izlediğini, bir kısmı Ürdün’ün başşehri Amman’da yaşayan aile fertlerinden acaba o merasimde hiç tanıdığı insan var mı diye baktığını, ama hiç kimseyi çıkaramadığını, zaten sözkonusu aile fertlerinin bir kısmını da neredeyse 40 yıl önce gördüğünü, bu bakımdan çoğunun şimdi ölmüş olması gerektiğini, hattâ Tarık Aziz’in aile fertlerinden bir kadının o dönem kendisinden aile ferdi bir hıristiyan kadınla evlenmesini istediğini, çünkü kendisini hıristiyan sandığını, oysa kendisinin hıristiyan olmadığını ve vaftiz bile edilmediğini, işte Tarık Aziz’le ilk tanışmasının da o zamanlara, yâni 1978’e rastladığını belirtiyor…
Bu insanın şimdi bir cezaevinde ölmesinin, -bünyesindeki herkes Amerikan ajanı hain olmasa ve içlerinde iyiler olsa bile- Bağdad’daki rejimin suçlu bir rejim oluşunun ve iktidarını yalnızca yabancı emperyalist güçlere, bu bakımdan öncelikle ABD’ye borçlu oluşunun bir delili olduğunu vurguluyor…
1968’de Irak’ın sadece yüzde 17’sinin Sünnî Arab ve yaklaşık yüzde 65’inin ise Şiî Arab olduğunun unutulmaması gerektiğini söyleyen Carlos, 1980’lerdeki İran-Irak Savaşı’nda ve 2000’lerdeki Amerikan işgalinde tahrib edilmiş bir ülkenin çocuklarının, en başta da Sünnî Arabların, sadece Amerikalılara değil, tüm NATO ülkelerine, yabancı işgalcilere, tarihin en büyük askerî güçlerine karşı direnip kendilerini fedâ ederek onları mağlub ettiğini hatırlatıyor…
Bu zaferde sadece Sünnîlerin değil, İran devrimine taraftar olsalar da İran ajanı olmayan ve ideolojik farklılıklarından dolayı Saddam’a muhalif olagelmiş Şiî milislerin de payı olduğunu, bu insanların da ABD ve NATO işgaline karşı savaştıklarını ekliyor…
Şu ânki durumu değerlendiren Carlos, bugün Sünnîlerin mezhebî temelde politik bir koalisyon oluşturup bir araya geldiklerini, bu ittifaktan sonra başta ABD olmak üzere yabancı işgaline karşı savaştıklarını, peşinden IŞİD olarak bilinen bir devlet kurduklarını, devlet gibi davrandıklarını ve bu yeni devletin Irak’ın yarısına hükmettiğini, ne var ki bu devlete sızıldığını ve hem Körfez hem de Suudî Arabistan’dan sızan Vahhabîler tarafından bu yeni Sünnî İslâmî rejimin bazı liderlerinin peyderpey öldürüldüğünü, ancak buna rağmen, bu insanların direnmeye, saldırı düzenlemeye ve Musul gibi bir vilâyeti bir yıldır ellerinde tutmaya devam ettiklerini söylüyor…
Bu süreçte İran’ın müdahalesini anlayabildiğini, çünkü Saddam’ın İran’a saldırı ve işgali sonucunda bir milyondan fazla İranlının öldüğünü ve Irak’la olan bu tarihî problemler sebebiyle şimdi Irak’a yeniden Saddamcı Baasçıların hâkim olmasını istemediklerini ve Irak’a müdahale ederek IŞİD’i Tikrit’ten öteye sürdüklerini belirtiyor…
Her ne olursa olsun, bugün Irak’ta yaşananların, Bağdad’daki rejimin bir hiç olduğunu gösterdiğini söyleyen Carlos, diğer yandan, Sünnîsiyle, Şiîsiyle, Hıristiyanıyla cesur insanlar ve savaşçılar olan Iraklıların, mezhebî temelde de olsa arkalarına halkın çoğunluğunu almış olarak, aktif veya pasif olarak savaşa dahil olan tüm dünya güçlerine karşı, hem de hava kuvvetleri olmaksızın verdikleri bir savaşı bugün başarıyla sürdürdüklerini, daha âdil bir rejime inanan bu halka karşı sözkonusu güçlerin direnemediğini vurguluyor…
Güya Birleşmiş Milletler’de tanınan Bağdad’daki ajan rejimin ise, Tarık Aziz gibi insanları öldüğü güne kadar zındanda tutmaya devam ettiğini, bunun bir savaş suçu olduğunu, bu hainlerin hem rejim için hem de Irak’taki herhangi biri için tehlike arzetmeyen böylesine hasta bir insanı ailesiyle bile görüştürmeden hapiste kötü şartlarda tutmanın bedelini ödemesi gerektiğini, zaten ödeyeceklerini, üstelik bunun bedelini ödeyeceklerini kendilerinin de bildiğini, çünkü “korku”nun bizim tarafımızda yâni yıllardır gece gündüz bombalanan ve dünyadaki emperyalist güçlerce kendilerine saldırılanların tarafında olmadığını, aynı şekilde, sadece mütevazı silâhlarla savaşmalarına rağmen en önemli silâhları cesaretleri ve Allaha imânları olanların tarafında olmadığını, “korku”nun onların tarafında olduğunu söylüyor ve tekbir getirerek konuşmasını sonlandırıyor…
Carlos’un konuşması bittikten sonra, Carlos’un avukatlarından Ahmed Arslan’ın da yanında olduğunu ve Adana’dan İstanbul’a ziyarete geldiğini söyleyen Av. Yılmaz, Av. Ahmed Arslan’ın Carlos’un Paris Üniversitesi’ne verdiği “Psikolojik Savaş” başlıklı makalesini Türkçeye tercüme edeceği –veya ettireceği- bilgisini veriyor Carlos’a. Carlos da buna çok memnun olup, Av. Arslan’ı sevdiğini ve kendisine devrimci selâmlarını gönderdiğini ifâde ediyor. Peşinden, o makalenin tarihî bir önemi haiz olduğunu ve orada kendisinin söylediklerinin eski bir CIA direktörü tarafından daha sonra Time dergisinde aynen tekrarlandığını hatırlatıyor…
Ardından, Kumandan Mirzabeyoğlu ile ilgili olarak bir lâtife yapan Carlos, Kumandan Mirzabeyoğlu’nun yeni kabinede “bakan” olarak görev yapıp yapmayacağını soruyor Av. Yılmaz’a ve gülüyor. Daha sonra, Kürtlerin mecliste kazandıkları temsil başarısını olumlu bulduğunu ve Kürtlerin tanınması gereken hakları bulunduğunu ifâde ediyor. Kumandan Mirzabeyoğlu’nun da iyi bir müslüman, hakiki bir müslüman, iyi bir Türk vatandaşı olmakla beraber, -bir koldan da- Kürt kökenli olduğunu, bunun unutulmaması gerektiğini, Kürtlerin de halk olarak tanınması gerektiğini, zaten Arablardan ve Türklerden önce o bölgede Kürtlerin mukim olduğunu, bunun bir hakikat olduğunu söylüyor; tüm avukatlarına ve Türkiye’deki gönüldaşlarına iyi dileklerini arzederek görüşmesini bitiriyor…)
13 Haziran 2015