REFERANDUMUN ORTAYA ÇIKARDIĞI GERÇEKLER -1- (ALİ OSMAN ZOR)

Takdim: Adımlar Platformu Genel Başkanı sayın Ali Osman ZOR’un 16 Nisan Referandumunu değerlendirdiği ve iki bölüm halinde yayınlanan 25 Mayıs 2017 tarihli yazısını gündemdeki gelişmelere binaen tekrar dikkatinize sunuyoruz.

ADIMLAR

ÇATIŞMA VE BÖLÜNME

Referandum sonucuna dair birkaç kişiyi saymazsak hiçbir ciddi değerlendirmeye rastlamadım. O birkaç kişi de muhalif kimlikleriyle öne çıkan isimlerdi.

Özellikle Beştepe’ye yakın kalemler sonuçlar üzerine değerlendirme yapma yerine seçimin hemen ertesi günü birbirlerine girmeyi tercih ettiler. Aslına bakılırsa bu durum da Referandum sonuçlarıyla alâkalıydı. Ne söyleyeceklerini bilmediklerinden değil, sebep oldukları neticenin dayanılmaz ağırlığından bence konuşamadılar, konuşamıyorlar.

Karpuz gibi ikiye bölünmüş bir ülkenin neyini masaya yatırabilirler?

Söyleyecekleri her menfi söz, yapacakları her iç karartıcı tespit sorumlu olarak doğrudan kendilerini işaret edeceğinden, susup suçu birbirlerinin üzerine atmayı tercih ettiler.

En son Erdoğan’ın tekrar AKP Genel Başkanlığı’na seçildiği “kurultay”da da sorumlu görülenlerin bir çoğu doğrudan veya dolaylı yollardan tasfiye edildi; çıkan faturaya göre de tasfiyelerin devam edeceği kuvvetle muhtemel…

Yeni dönemde beklenmedik ittifaklara ve hamlelere hazırlıklı olmayanlar yoğun travmalar yaşayabilir; çünkü bu tasfiyelerin arkasından beklenmedik gelişmelerin yaşanması, referandum sonucunun tabi bir gereği olarak karşımıza çıkacak.

“Trol” denilen ve hiçbir ahlâkî kaygı taşımayan samimiyetsiz zevzeklerin seçimin hemen arkasından sus-pus olmaları da bu tasfiye operasyonuyla alâkalı.

Referandumun sonucunu doğruya en yakın şekilde tahlil edebilirsek, yapılması gerekene dair tekliflerimiz ile birlikte alınması gereken tutum ve tavırlar da aynı şekilde doğruya yakın olur.

Bütünleşmenin zemininin kaybolduğunu gösterir şekilde, toplum, karpuz gibi hissî olarak ikiye ayrıldı, bölündü. Hadiseler dünden bugüne bu noktaya gelmedi, tarihi gelişim süreci içinde baktığımızda;

16 Nisan’ı 15 Temmuz’dan,

15 Temmuz’u 17-25 Aralık‘tan,

17-25 Aralık’ı Balyoz ve Ergenekon’dan,

Ergenekon’u 2003 Irak işgalinden,

2003 Irak işgalini 2002 AKP iktidarından,

2002 AKP iktidarını 99 İBDA devrim sürecinden,

99 İBDA Devrim Sürecini 28 Şubat Operasyonundan,

28 Şubat Operasyonunu İBDA Cephelerinin eylemliliğinden,

İBDA Cephelerinin aksiyonunu Birinci Irak saldırısından,

Birinci Irak saldırısını Sovyetlerin dağılmasından,

Sovyetlerin dağılmasının arkasından Amerika’nın GÜÇ TOPLAMAK İÇİN başlattığı bu saldırıyı, bu saldırıya İBDA’nın 25 Ocak 1991 tarihinde Anadolu çapında meşhur Cuma gösterileri ile meydanlarda verdiği karşılıktan ve sonrasında tarihin kırılma noktası olan 99 Devrim Süreci ve 99 yılına kadar verilen İBDA Cepheleri mücadelesinden,

İBDA Cephelerinin mücadelesini 80-90 arası İBDA’nın ideolojik hazırlığından ve 12 Eylül askeri darbesinden,

12 Eylül’ü Akıncı-Güç’ten,

Akıncı-Güç’ü 1975-76 GÖLGE DERGİSİ’nin çıkışından bağımsız düşünemeyiz.

Tabi ki bu çıkışın “başlangıcı da 40 yıllık Büyük Doğu Mücadelesi”…

GÖLGE ile başlayan 40 yıllık İBDA DEVRİM mücadelesinin çok önemli bir safhasında 16 Nisan’da parlamenter rejim şeklî olarak da tasfiye oldu. Biz meseleye böyle yanaşıyor, böyle anlıyor ve böyle değerlendiriyoruz.

Dolayısıyla, Batı tarafından tepeden inme Anadolu ahâlisine kabul ettirilmeye çalışılan parlamenter rejimin tasfiyesi birine hamledilecekse, bu ancak İBDA Mimarı‘nın verdiği, şehitlerin kanıyla bereketlenen 40 yıllık destansı mücadeleye hamledilebilir; hedefe –Başyücelik Devleti– doğru bu mücadele, dinamik bir şekilde hâlen devam etmekte.

İstikamet üzere olmanın ve hedeften ayrılmamanın en önemli göstergesi olarak çeşitli dönemlerde ortaya çıkan her bir dinamiğin, bu 40 yıllık mücadeleye ve bu mücadelenin hedefine göre değerlendirilip doğru bir şekilde yerli yerine oturtulması gerekir

Bu girişten sonra 16 Nisan Referandumu’nun sonuçlarına ve bu sonuçların ortaya çıkardığı gerçeklere geçebiliriz.

REFERANDUM SONUÇLARININ ORTAYA ÇIKARDIĞI GERÇEKLER

Sandık her zaman milletin önüne bir takım sebeplerle geldiği gibi, devlet ve toplumu etkileyen potansiyel sonuçları da içinde barındırır.

Bu güne kadar kimi büyük kimi küçük, kimi önemli kimi önemsiz ve kimi hissedilir kimi ise toplum tarafından hissedilmez bu sonuçlar, ortaya çıkarttıkları gerçeklerle birlikte bu sefer neredeyse tamamı kitleler tarafından algılanır nitelikte oldu.

Referandum dan sonra EVET yahut HAYIR diyenlerin değerlendirmelerine baktığımızda şaşırtıcı derecede çok fazla ortak noktalarda buluştuklarına şahit olmaktayız. Karmakarışık duygularla sandığa giden kitleler neyi oyladı değil de neyi oylamadı, ilk önce buna bakmak lazım. Önüne sunulan 18 maddelik anayasa değişikliğini oylamadığı kesin…

Ülkenin yarısı farklı siyasÎ ve sosyal kesimlerden bir kişiye ve bu bir kişinin uyguladığı siyasî ve sosyal politikalara HAYIR demek için bir araya gelmişken, diğer yarısı da yine farklı siyasi ve sosyal kesimlerden olmak üzere aynı kişiye EVET demek için bir araya geldi. Aslına bakılırsa “İslâmcı”sından “Atatürkçü”süne kadar tüm kesimler kendi içinde ikiye ayrıldı. Bu ayrışma kesimlerin kendi içinde olduğundan dolayı UZLAŞMA ve BÜTÜNLEŞME ihtimâli de çok zayıfladı.

Gerilim politikası”yla yürütülen bir referandum sürecinin sonucunda ortaya çıkan “çatışma” ve “bölünme” görüntüsü muhakkak ki dünden bugüne oluşmadı. 2002’den beri yürütülen politikaların birikimi üzerine 16 Nisan sadece bir sonuçtu.

Tahmin edilebilir bu netice Beştepe tarafından hesap edilemedi mi? Eğer edilemediyse, Erdoğan bunun suçunu vakıf ve derneklerden devşirdiği danışman ordusunda ve milyonlarca dolar harcayarak beslediği sözde ülke menfaatini özde ise kendi menfaatini önceleyen rengarenk kalemşör çetesinde aramalı.

Hiçbir ahlâkî kaygı taşımadan düşman üreten ve çoğaltan Beştepe etrafına öbeklenen ve belli ki çocuklukları AJAN olma hayâliyle geçmiş “gazetecilik”ten başka her işi yapan kiralık kalemler, hem bu bölünmüşlüğün hem de % 50 HAYIR’ın baş müsebbipleridir.

Yıllardan beri “sahte kutuplaşmadan” nemalanan ve bu kutuplaşmayı sun’i gündemlerle tahrik eden bu istihbaratçı özentisi görgüsüz kalemler şu an hiçbir şey yapmamış ve hiçbir hadisede sorumlulukları yokmuş gibi davranarak aradan sıyrılabileceklerini zannediyorlarsa da yanılıyorlar. Önümüzdeki günler bunların hesap verme günleri olacak.

Fikrî hiçbir derinliği olmayan ve asgarî şartlarda dahi en ufak bir kalite belirtmeyen “gazetecilik”le “muhbir”liği eşitleyen gönüllü olarak kendilerini iktidara kiralayan bu kalemşörlerin sebep oldukları karmaşıklık içinde liderlerin yönlendirdiği bir oy verme sürecinden ziyade karşımıza bir DİP DALGASI çıktı. Haliyle bu referandumun orta ve uzun vadede ortaya çıkacak en önemli sonucu mevcut tüm liderlerin kaybettiği gerçeğidir.

15 Temmuz’da açığa çıkan “muhalefetin olmaması” gerçeği 16 Nisan referandumuyla bir kez daha tescillendi.

Adetâ genel seçim atmosferinde sandığa giden kitleler bu atmosfere uygun olarak da liderleri ve partileri oyladı. Bu oylama neticesinde de ülkenin uzlaşmadan ne kadar uzaklaşıp nasıl ayrıştığı ve çatışma durumuna geldiği buna bağlı olarak da bütünleşme umutlarının iyice azaldığı ortaya çıktı.

Beş tepe yönetiminin genel seçim havasında yaptığı propaganda, adeta “hayır” der gibi EVET şeklinde yürürken, muhalefetin propagandası ise bunun tam tersi “evet” der gibi HAYIR şeklinde yürüdü. Bu mantık içinde meydanlarda icraatların üzerinden oy devşirme gayreti ise, artık işin tabiatı gereğiydi.

Yapılan bu propagandanın bahsettiğimiz muhtevasından dolayı da sandıktan çıkan sonuca verilen tepkiler referandumun maksadından çok uzakta kaldı. Bu belirsizlik içinde “kim kazandı” veya “kim kaybetti” sorusu halâ havada asılı durmakta.

Bizim için kesin olan tek şey Parlamenter rejimin bu itiş kakış ortamında tasfiye edilerek Başyücelik ideâli önündeki çok önemli bir engelin ortadan kalkmış olmasıdır…

Eskisi ortadan kalkmadan yenisine yol açılamaz. O zaman konu buraya gelmişken hemen “bu seçimin kazananı kim?” sorusuna cevap verelim;

Bu güne kadar denenmemiş, yeni bir rejim teklifi olan bu referandumun kazananıdır. Çünkü Parlamenter rejimin ortadan kalkması, önümüzdeki süreçte kimin yeni rejim teklifi varsa onu siyaset sahnesine davet edecek.

Yani 40 yıldır devam eden İBDA Devrim mücadelesi, ister EVET isterse de HAYIR demiş olsunlar, bu düzenden memnun olmayan tüm toplum adına bu referandumun tek kazananıdır. Değerlendirmemizin odağını bu konu teşkil ettiğinden ileriki bölümlerde tekrardan döneceğiz…

YÖNETİLEMEZ/İDARE EDİLEMEZ BİR ÜLKE

Hatırlanacağı üzere “referandumun sonucunda HAYIR DA çıksa EVET DE çıksa önümüz tufan” diye Adımlar sayfalarında belirtmiştik. Belirmiştik ama bu tufanın hemen 17 Nisan sabahı baş göstereceğini de pek tahmin etmiyorduk. Sokaktaki insan 17 Nisan sabahı gözünü açtığında ülkede bir takım garip hadiselerin yaşanmaya başladığını fark etti, ama tam olarak bu garipliği mânâlandıramadı; halâ da tam anlamıyla mânâlandırabilmiş değil.

Çünkü,

“HAYIR” diyenler herhangi bir mağlubiyet hissi yaşamadıkları gibi, “EVET” diyenlerde de zafer kazanmış bir hal yok.

Bu durum bile Referandumun, maksadının ne kadar uzağında gerçekleştiğini tek başına göstermeye yeter.

Fakat ortada bir gerçek var ki, 17 Nisan sabahına Türkiye duygusal açıdan bölünmüş bir ülke olarak uyandı. Hem de kelimenin tam anlamıyla ortadan ikiye bölünme.

Eğer bölünme coğrafi olarak kendini gösterseydi yönetim açısından işler biraz daha kolay olur, ortaya çıkan bu sonuç daha rahat absorbe edilebilirdi. Fakat, bölünme hissi olunca beraberinde “yönetme” krizini de gündeme getirecek. Siyaset teorilerinde böyle bölünmelere “yönetilemez” denildiğinden, bu teorilerin de ışığında rahatlıkla söyleyebiliriz ki, 17 Nisan sabahından itibaren Türkiye siyasi ve idari olarak aslında yönetilemez bir konumda olup, İktidar olgusuna ait ne varsa (rejim, sistem vs.) hepsi savrulmuş olarak boşlukta sallanmaktadır. Mevcut dengenin bozulması –parlamenter rejimin tasfiyesi-, yeni bir muvazeneye geçiş sürecinde, toplumun duygusal olarak ikiye bölünmesi şeklinde kendini gösterdi..

Bu durumun en büyük müsebbibi olan Erdoğan/Beştepe yönetimi, tarihe “bölücü yönetim” olarak geçerken peki bunu telafi edip toplumun güvenini kazanarak önümüzdeki dönemde UZLAŞMAYI ve BÜTÜNLEŞMEYİ sağlayabilecek mi? Cevabı verilmesi gereken bu yakıcı sorunun Beştepe’nin Referandum sonrası birinci gündem maddesi hâline gelmiş olduğunu Aksaray’dan yükselen sıkıntılı havadan anlıyoruz..

Referandumun bizim açımızdan en önemli sonuçlarından biri de budur, Erdoğan tüm toplumun Cumhurbaşkanı olma isteğiyle girdiği bu seçimden “bölücü bir lider” olarak çıkmıştır. Referandumun hemen arkasından bir erken seçim kararıyla Cumhurbaşkanlığı seçimine gidilseydi, bu sonuçla Erdoğan’nın seçilememe ihtimâlinin ne kadar yüksek olduğunu herkes biliyor.

Tufan tam da bu noktada başladı. Bu sonuç Beştepe tarafından kime fatura edilecek? Tabi ki söylenemeyen gizli, herkesin içinde sakladığı gerçek tek sorumlunun Erdoğan’ın kendisi olduğu yönünde ama, Erdoğan açısından durum daha farklı.

O, kendisini % 60-65 EVET çıkacağı yönünde kandıran Beştepe’den nemalananları, bu sonucun çıkmasında sorumlu görüyor. Bunda haksız da değil ama, bu kiralık kalemlerin kendisinden cesaret alarak ülkenin yarısını –bu oranın içinde AKP’den kopan yaklaşık % 10’luk bir kitle de var- düşmanlaştırıcı bir dil kullandıklarını, karşısına geçip söyleyecek adam henüz daha kendini göstermedi.

Terör örgütü militanı gibi hareket eden bu kiralık kalemler 17 Nisan sabahı Erdoğan’a yönetilemez/idare edilemez bir ülke hediye(!) ettiler. Şu an Erdoğan, bu durum karşısında ne yapacağını kara kara düşünüyor. Ülke içi siyasetin yanında uluslararası siyasetin de şu ân geldiği noktayı hesap edersek Erdoğan’ın sıkıntısının çapını daha net anlayabilir ve tahmin edebiliriz.

Bu sonuç karşısında Büyük Doğu-İBDA ilke ve prensiplerinden yola çıkarak oluşturulan “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Rejimi”ni millet oyuna sunan ve bu oylamadan % 51 gibi bir oranla “galip” çıkan Erdoğan “uzlaşma” ve “bütünleşmeyi” sağlayabilen lider mi olacak, yoksa bunun önünde duran ve tasfiye edilmesi gereken siyasi figür olarak mı değerlendirilecek?

Misyonu sadece “yıkıcılık” kapsamı içinde “parlamenter rejimi tasfiye etmek” olan siyasi bir figür olarak mı tarihe geçecek, yoksa “kurtarıcı fikrin emrinde gerçek bir aktör” olarak yoluna devam mı edecek?

Kurulan ittifaklar karşılıklı olarak ne kadar sahici, doğru, bir o kadar da ne kadar güvenilir ve onu nereye kadar taşıyabilir?

“Kurucu” vasfını kazanmak ve yoluna devam etmek için tüm sis perdesiyle birlikte 15 Temmuz tek başına yeterli mi?

15 Temmuz’dan “kurucu liderlik” çıkar mı?

(Sürecek…)

ALİ OSMAN ZOR

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: