RENKLER, SESLER VE DESENLER – 4: SAKARYA VE YEŞİLIRMAK

İNCİYİ SEDEFTE GÖRDÜM, CEVHERİ HAZİNE İÇİNDE

Turan mülkünün azizi, aziz Türk milletinin başbuğu, özgürlük ve hürriyet timsalimiz Hoca Ahmet YESEVÎ / Kul Ahmet YESEVÎ böyle buyurdu.

Pirimiz, Kul Ahmet YESEVÎ karşısında edeple durduk, eğdik başımızı, kırdık taşımızı-kibrimizi ve rabıtalı kalbimizle amenna dedik: Amenna!

Üç noktalı ŞIN aşkıyla HA-MİM istikametinde yürüyen İBDA fikriyatının eserleri ile alâkalı sıvası dökük, boyası eksik ve kelimeleri çokça noksan olan yoksul cümlelerime başlamadan önce “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhil âliyyil azîm” zikrimizi çekelim, sonra başlayalım yürümeye.

İnşâllah, ikramımızın baharatı ölçülü, lezzeti ve kıvamı makbûl görülür.

Yıldızlara hamak kuran Mirimizin, “İmândan nasibi olmayan bir insana, hiçbir delil fayda vermez!” (1)sözüne, “amenna” demekten başka bir cevap verilemeyeceği, malûmdur.

Evet, bir insanın kalbine mühür, vicdanına kilit vurulmuş ise Allah’tan başka kim açabilir? Elbette ki hiç kimse açamaz. Bu konuda Tebbet sûresinin hikmetlerinden bir hikmet olan bir hakikatin yolumuzu aydınlatacağına inanıyorum. Bu sûrenin nüzûlünden sonra, dokuz yıl daha yaşayan Ebu Leheb kâfirinin, imâna gelmediği malûmunuzdur. Hâlbuki münafıklar gibi kalbiyle imân etmese, sadece diliyle inandığını beyan etse veya ikircikli davranarak inanmadığı, imân etmediği halde sırf ayeti yalancı çıkarmak için “inanmış” rolü oynasaydı dahi işin vahameti nerelere uzanırdı, varın siz hesap edin. Kur’ân mucizelerinden bir mucize olan bu vakayı görmeyen gözlere, işitmeyen kulaklara, hissiyatı kaybolmuş duygulara ne yapılırsa yapılsın, Kul MİRZABEYOĞLU’nun Tebbet sûresinin hikmetine mutabık sözünde olduğu gibi, “imândan nasibi olmayan bir insana” ne anlatırsak anlatalım fayda vermeyeceğine, ne söylersek söyleyelim  tesir etmeyeceğine inanıyorum.

Kıymetli gönüldaşım; zaman denen ahenk helezonu dönüyor, mevsimler değişiyor ve her geçen gün ömür sermayemiz azalıyor. İblis’in imânımıza, kâfirin canımıza kast etmek için bir ân bile boş durmadığını görmez misin? Allah aşkına kalk ve yangın yerine dönen vatanımızın özgürlüğü ve bağımsızlığı için “ya hür vatan, ya ölüm” şiarıyla mücadele eden, çağın mihrak şahsiyetiyle beraber yürümeye gayret et. Yürüyemiyorsan, dua et; dua edemiyorsan, kalbin ile iyi dilekte bulunanlardan ol ki kurtuluşa eresin.

Akıl ile kalbin, sûret ile mânânın, hüküm ile hikmetin, ten ile ruhun kavga ettiği günümüzde, vahdaniyet silsilesinin erdemli ve edepli çocuğu, çağımızın mihrak şahsiyeti MİRZABEYOĞLU ile yürümeye gayret eden kardeşim, kalbi güzel gönüldaşım, pabucuna keçe, namaz kıldığın yere seccaden olayım… Nefes sermayemiz tükeniyor, süremiz azalıyor, vaktimiz daralıyor; gel, hazırlanalım. Gel, kalbimizi mamur, zihnimizi imar, kendimizi inşâ edelim, hazırlanalım.

Evet, “yarın değil, hemen şimdi” prensibimizle, İBDA fikriyatı ve Mavi-Gök Bayrak uğruna bir çınar yaprağı, kestane ağacı olalım ve çağırmayalım ebabilleri; biz ebabil olalım! Bu uzun veya kısa, sıkıcı veya ferahlatıcı girizgâhtan sonra iki esere merhaba diyelim.

“Hikemiyat” adlı eserine göz atanların dikkatini çekecek ilk hususun, mânâ mevhibeleri ile madde yapılarının konak sahibinin misafirleri değil, zengin bir kalp sahibi olan mirimize hizmet eden sekretarya oldukları hakikatiyle yüzleşeceği gerçeğidir. Eserde mânâ ve madde bütünlüğü içinde renklerin ahengini, çizgilerin melodisini ve bir senfoniye ait satırların ritimlerini gözümüzle okuyarak, kulağımızla işiterek ve duygularımızla hissederek canlı şahit olabiliriz.

“Hikemiyat”, Allah’ın, El Musavvir esmasının tecelli ettiği derviş bir ressamın fırçasından çıkan yağlı boya tablosu ile Allah’ın, El Bari esmasının tecelli ettiği bir mimarın kalemiyle inşa ettiği bir kitabenin yahut yazıtın; ete ve kemiğe bürünmüş, canlı hatibi diyebiliriz.

Evet, bu eser, sükût ehli, tefekkür ve tebeddür meşrepli, sofi mizaçlı, namsız ve nişansız kahramanların veya kahraman adaylarının kendilerini bulacağı gibi insan olanlar ile insan olarak kalmak isteyenlerin veya insan olarak yaşamak isteyenlerin başucu kitaplarından olması gereken, hazine sandığı hükmündedir.

“Hikemiyat”ın, hakikatin, yüksek yoğunluklu bilginin derç edildiği terkibî vahitlerin nasıl anlaşılması gerektiğinin izâhlarını yaptığı gibi aklî ve kalbî düşünce sistematiğimizin yürümesi gereken imân caddesinin mavi ve turuncu renkli şerit çizgileri ile işaret levhalarını, iri puntolar ve büyük resimlerle gösteren, altın madeni olduğunu söylemeliyim.

Fakih kimliğinin yansıması olan “Hikemiyat” adlı eseri okuduğum andan itibaren sezgilerimde deprem, kulaklarımda çınlama, göğüs tahtalarımın çatırdaması ile birlikte duygu parametrelerimde zelzeleler olduğunu söylemeliyim. Bütün bu olanların yanında kalbime ferahlık ve derinlik, zihin dünyama ise anlayış ve genişlik bahşettiğini belirtmeliyim.

Yoksul bir Türk olarak “Hikemiyat” eserinin tarihî izdüşümü için, kapı kapı dolaşan divâne bir derviş gibi eyalet eyalet ve medeniyet medeniyet arayışımızın neticesi olarak, karşımıza iki kıymetli şahsiyetin ruh hamuruyla temeyyüz eden MİRZABEYOĞLU şahsiyetinin göründüğünü ifşa etmeliyim.

“Hikemiyat”, bir yönüyle Lokman Hekim’in giydiği sandalet izlerini takip eden bir hekimin-cerrahın yazdığı reçeteleri ihtiva ederken, diğer yandan Taç Mahal mimarı Mehmet İsa Efendi’nin denklemlerine vakıf, muhtevasına sahip mirimizin, estetik ve mimarî ihtişamıyla yürümektedir.

Allah’ın, El Bari esmasının tecelli ettiği MİRZABEYOĞLU’nun,   harf, kelime ve cümleler mimarı olarak, terkibî vahitlere getirdiği izâhlarıyla, İslâm’ın estetik ve diyalektik ihtişamını, haşmetli mimarisini, Hikemiyat adlı eseriyle ikram ettiğini söylemeliyim.

Evet, gezegenimizin yedi harikasından biri olan Taç Mahal Camisi, kitap karşılığı olarak kesinlikle ve kesinlikle “Hikemiyat” eserine tekabül eder. Daha açık, daha yalın bir ifade ile “Hikemiyat” müellifinin düşünce tarihimizdeki şahsiyet izdüşümü olarak Mimar Mehmet İsa efendi, eserin izdüşümü olarak ise Taç Mahal camisini denk görmeliyiz.

Sonuç olarak diyeceğim o ki Taç Mahal mimarı Mehmet İsa, bugün yaşıyor olsaydı, taş yontulması için verdiği bütün emirleri iptal ederek, Taç Mahal camisinden önce kesinlikle ve kesinlikle harfleri, kelimeleri ve cümleleri yontmaya başlar, “Hikemiyat” eserini inşa ederdi.

İmdi, müsaadeniz olursa, Elif eserine değinmeden önce harikulade bir kıssa ile konumuzu taçlandıralım ve hissemizi alalım.

Bir vakit hazreti Ebubekir, halife olduğu dönemde Medine sokaklarında dolaşıyordu. Evlerin birinden ağlama sesiyle birlikte bir hanımefendinin yüksek sesle okuduğu şiiri duydu.

Şiir şöyleydi: “Ey, çehresi güzellikte aydan parlak olan sevgili! / Senin ay yüzünün önünde güneş zebundur!” İki beytini yazdığım bu uzun şiir, Halife Hazret-i Ebubekir’in (r.a) gönlüne pek dokundu. Kapıyı çaldı. Ev sahibi dışarı çıktı. Halife sordu:

“Köle misin, özgür mü?”

“Köleyim!”

“Bu şiiri kimin sevgisiyle okuyorsun?”

“Ey Peygamberin halifesi, Allah Resûlü’nün mübarek türbesi hürmetine beni kendi halime bırak!”

“Senin gönlündeki derdi anlamadıkça buradan bir adım atmam.”

Cariye olan hanımefendi derinden bir ah çekti ve Haşim oğullarından bir delikanlının adını söyledi. Mescide dönen Hazret-i Ebubekir,  köle olan hanımefendinin sahibini çağırttı. Parasını vererek kızcağızı satın aldı ve doğruca sevgilisinin yanına gönderdi.

Takdir edersiniz ki vahdaniyetçi düşünce tarihi ve aziz Türk milletinin hafıza belleği bizlere, ilim, hikmet ve irfan mahsullerinin âşıklar meydanında olduğunu öğretmektedir.

Bu vesile ile bizler de güzel mevhibeleri öğrenmek için yaşayan âşık, hitap eden şair ve yürüyen savaşçının külliyatına başvurmaya mecburuz ve mahkûmuz. Bu kısa girizgâhtan sonra “Elif” eserine, merhaba diyelim.

“Elif” adlı eserle temas edenlerin dikkatini çekecek ilk hususun; Allah’ın, El Musavvir esmasının tecelli ettiği ve nakşını işlediği, derviş bir ressamın çehresiyle karşılaşacağı gerçeğidir.

“Elif” adlı eserine göz kırpan, zarif ve sanatkâr ruhlu insanları cezbeden bu eser, bizleri, renklerin aroması ve seslerin esansı ile bezeli bir ziyafet sofrasına davet etmektedir. Bu eser, renklere ve seslere açlığı olan yoksullara, “çıplak isen buyur giy, aç isen buyur ye!” diyor.

“Elif” eserde, her ne kadar, “güzel sanatların resim ağırlıklı alanı hakkındadır” genel kanaati oluşsa da eserde yer yer musiki, yer yer tespit ve tahliller, yer yer hatıratlarla beraber biyografik zengin içeriği, doyurucu lokmaları ile birlikte maharetli ve marifet sahibi insanlara da yol gösterici tavsiyelerini müşahede edebiliriz.

Çehresi tebessüm etse de yüreği buruk bir Türk çocuğu olarak, ceketimin üç düğmesini ilikleyerek dinlediğim bu eser vesilesiyle, mutluluğu ve hüznü aynı anda yaşadığımı itiraf etmeliyim.

Mutluluğumdan ziyade, şahsımı aşırı şekilde hüzünlendiren vaka üzerine iki kelâm ile bahsetmeye mecburum. Yukarda kıssasını anlattığımız Hazret-i Ebubekir’in (r.a) ayak izlerini takip eden mirimiz, Vincent Van Gogh’un sevdiği kız olan KeeVos’tan aşkına karşılık görmemesini “müthiş ağlatıcı” bulduğunu ve üzüldüğünü, “acı edebiyatından nefret eden biri olarak söylüyorum” (2) ifâdesine, aşırı şekilde hüzünlendiğimi, itiraf etmeliyim.

Vincent Van Gogh’un evlilik teklifine hayır diyen KeeVos, sadece kâfirliğinden dolayı değil, mücerret veya müşahhas olan aşk olgusuna hürmetinden dolayı incittiğin ve üzülmesine sebep olduğun ressam MİRZABEYOĞLU için de yargılanacaksın; ahirette.

Mirimiz, derviş ressam kimliğiyle yaptığı ülkeler ve kıtalararası seyahati neticesi devşirdiği hikmet ve irfan mahsulleri yanında külliyata ait diğer eserleri ile mezarını kazdığı ve enkaza çevirdiği Batı dünyasının defin edilme kararının, Elif eseriyle vücut bulduğunu hassaten belirtmeliyim. Bu hikmet cilvesini, müstakil çalışmamızda anlatacağımızı beyan edip kaldığımız yerden devam edelim.

Elif eserinin tarihi süreçteki şahsiyet izdüşümüne göz attığımızda Taç Mahal camisinin kıymetli hattatı, Hattat Serdar Efendi ismini, eserin izdüşümü olarak ise Taç Mahal camisinin tezyin ve hat sanatı ile yapılan çizimlerin, hat cazibesine denk düştüğünü söylemeliyim.

Evet, Taç Mahal Hattatı olan Hattat Serdar Efendi, bugün yaşıyor olsaydı, Taç Mahal üzerine attığı imzasını, ihtimal payı bırakmaksızın söylemeliyim ki “Elif” eserini dillendirmek için büyük bir iştiyakla yazmaya başlar ve cava kalemiyle imzasını atardı.

“Hikemiyat” ve “Elif” kitapları hakkındaki mütalaa ve mülahazalarımızın tefrik edilmesinden, tahlil edilmesinden rahatsız olmayacağımız gibi, temyize götürülmesinden de kesinlikle ve kesinlikle rahatsız olmayız; bilakis mutlu ve bahtiyar oluruz.

Not: Bu makaleyi,  Ali Osman ZOR Beyefendiye saygı ve hürmetlerimle ithaf ediyorum.

Burhan Halit KOŞAN

(1) 346 No’lu Ölüm Odası – B Yedi

(2) Elif, sayfa: 125

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: