DÜNDAR TAŞER’İN BÜYÜK TÜRKİYE’Sİ OSMANLI DEVLET ANLAYIŞI
Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allâh’a, salât ve selâm onun kulu ve elçisi Hz. M…….. (s.a.v) üzerine olsun. Madem ki eserin muhtevâsı Osmanlı, usûl de döneme mukâbil olsun istedim. Hamdele ve salveleden sonra kitabın müellifi değerli dâvâ adamı, fikir insanı merhûm Dündar Taşer’i rahmetle anıyorum.
Dündar Taşer’i bu eseri yazmaya yönelten olay, bir terkip yani bir tamlama olmuştur. Terkip aynen şöyledir; Fenâ Fi’d-Devle Ve’l-Mille. Bu deyim başta pâdişah; akabinde sadrâzam, vezir ve paşaların bir nev’i poetikası… Aslında bu tamlamaya tasavvufa muhabbeti olanlar veya yaşayan ârifler âşinâdır. Fenâ fillâh makâmı, asırlardan beri dervişlerimizin yegâne hedefi, amacı, yaşam gâyesi olmuştur. Allah yolunda erimek mânâsına gelir. Bu tâbir, Osmanlı devlet adamlarının havsalasında devlet ve millet yolunda erimek olarak yer etmiştir. Allah yolunda eriyip, devlet ve millete o gözle bakabilme şuuru.
Cemil Meriç, “Mağaradakiler” isimli eserinde merhûm Taşer’i ve bu eseri şöyle tahlîl eder: “Taşer, coşkun bir zekâydı… Fetihten fethe koşan akıncı bir zekâ. Üslûbu zaman zaman derbeder, hükümleri zaman zaman insafsız. Ama tespitler dürüst, teşhisler isâbetli. Karşımızda bir kitap değil, bir insan var; yani bir şuur. Tarihin derinliklerinden kopup gelen bu sesin lâyık olduğu değeri uyandırmaması ne hazin!”
Taşer, yalçın, iradeli bir adam. Bu kitap hem dost hem de bir ümîdi bayraklaştırıyor. Taşer’den bu milletin öğreneceği çok şey var. Taşer, dizgin tanımayan bir tecessüs, cesur bir idrâk ve büyük bir gönül. Vicdânını kaybeden bir devrin vicdânı… Hamdele, salvele ve müelliften kısaca bahsettikten sonra eserin derinliklerine inmeyi isâbet gördüm. Yazmaya çalışacağım bu makalede Allah’tan bana inâyet, siz değerli gönüldaşlara da anlama ve tatbik yolunda gayret niyâzındayım.
Eser, merhum Taşer’in, Osmanlı devlet adamlarının hayatlarından verdiği kısa, anlamlı yaşanmışlıklar ile başlıyor. Tabii bu yaşanmışlıkların müşterek çıkış noktası, “Devlet-i ebed müddet” anlayışı; Fenâ Fi’d-Devle Ve’l-Mille terkibi neticesidir. Çerkes asıllı Keçecizâde Fuat Paşa, Sadrâzam Ali Paşa’ya yaranmak için, “bu Köprülüler de neyin nesi, siz daha iyi bir sadrâzamsınız” der. Cevap ise aynı kabîneden merhûm tarihçi ve devlet adamı Cevdet Paşa’dan gelir. Fuat Paşa’ya ithâfen şunları söyler: “Merhum Köprülü Fazıl Ahmet Paşa, Fenâ Fi’d-Devle Ve’l-Mille bir adamdı. Gayreti de, beli bükülmüş devleti ayağa kaldırma fikriydi ve başardı. Keşke şimdi de böyle vezirler olsa da devleti ayağa kaldırsa. Fuat Paşa, siz ondan daha bilgilisiniz lâkin bahçe düzenlemek, yakınlarınızı kayırmak gibi işlerle meşgulsünüz.” cevabını vermiştir. Bu vâkıâdan şu hikmetler çıkmakta: Merhum bir vezir hakkında haksız bir itham ve yeni sadrazama yaranma gayesi. Cevap ise, hakkaniyetli, cesur bir devlet adamı nişânesi. Yeni sadrâzam Ali Paşa’nın da Fuad Paşa’yı azarlayıp Cevdet Paşa’ya hak vermesi, hakîkî devlet adamı vâkurluğu. Bu vâkıânın esrarı, adalet ile yoğrulmuş, hakkâniyet ile mayalanmış kavî şahsiyet ile Cevdet Paşa’nın dudaklarından süzülmüş asil bir kelâm olmasıdır.
Bir başka misal, Budin Beylerbeyi Vezir Uzun İbrahim Paşa’nın mut’u kable ente mut’u (ölmeden önce ölmek) hadîsi iktizâsınca hareket ettiği bir hâdiseye bakalım. Vezir Uzun İbrahim Paşa, Harp Dîvanı’nda söz alır. Viyana seferine karşıdır. “Civar kaleleri alalım, bir yıl sonra Viyana kapılarına dayanalım.” teklifini verir. Sadrazam, Merzifonlu’ya “Son söz sizindir.” der. Teklifi kabul edilmez. Viyana’da ordumuz muzaffer olmayınca, sadrâzam onun îdâmına karar vermiştir. Buna Uzun İbrahim Paşa’nın savaştaki bazı hatâları da sebep olmuştur. Îdâm edilmeden, sultâna bir mektup yazar. Günahsız gittiğini ve îdâm gerektirecek suçu olmadığını söyler ve ekler: -Burası önemlidir.- “Benim îdâmıma karar veren Merzifonluya sakın ola kıymayın Hünkârım zira iyi bir sadrâzamdır. Bu devleti, orduyu toparlayacak ehliyet, liyâkat onda mevcuttur.”
Düşünebiliyor musunuz, suçsuz yere darağacına yürürken dahi hakîkatleri söylüyor. Îdâm kararınızı veren adamın yiğit bir insan olduğunu söyleyebilmek… Ne büyük bir şahsiyet. Ölürken dahi devletin sıhhatini düşünmek ve Merzifonluyu sevmiyor olsa bile, onun devlet için önemli olduğunu söylemek. Gönüldaşlar, ben bu hâdiseden çok etkilenmişimdir. Fenâ Fi’d-Devle olan bu adamlar, canı pahasına devleti sözde değil icrâaten seviyor. Bu hâdiseyle alâkalı meşhur tarihçi Hammer, o kadar taacübe düşmüştür ki, bu vâkıa Roma’da bile görülmez demiştir. Nerede görülür ki… Batı’nın sözde hukuk havârîsidir Roma…
Ya Tiryaki Hasan Paşa? Bu yiğit paşanın tutumuna ne demeli. Altı bin – sekiz bin kişi ile seksen bin kişilik Nemçe ordusunu türlü stratejiler ile Kanije’de bozguna uğratması, soylu bir kavganın muzafferi olması, yelpâzenin öbür ucu. Padişah, kendisine Hatt-ı Hümayûn ile vezirlik görevini verir. Müdâfaadan memnun olduğunu dile getirince; bu teveccüh karşısında hüngür hüngür ağlayan Tiryaki Hasan Paşa: “Bizim yaptığımız nedir ki Hünkârım” der. “Koskoca Haçlı donanmasını yenen Piyâle Paşa’ya, Hatt-ı Hümayûn ile vezirlik taltif edilmezken, biz ne oluyoruz ki böyle bir rütbeye -üstelik bizzat sizin yazınızla- lâyık olalım? İslam halifesinin Hatt-ı Hümayûn’u pek küçük hizmetlere ödül olarak verilmeye başladı, buna yanarım.” Tevâzu ve alçak gönüllülüğün yanı sıra yine devlete olan inanç, sevgi var. Bu adamlar, Devlet-i Âliyye’yi dünyadaki her şeyden daha önemli görüyor. Paşanın ağlama nedeni de devletin zayıfladığını hissetmesinden ileri geliyor. Hatt-ı Hümayûn, evvelden fütuhata yazılırdı. Şimdi ise müdâfaaya da yazılır oldu. Kendi başarısını, devletin vaziyeti ile perdeliyor paşa.
Atalarımızın devlete bakışı, tâbiri câizse kimi zaman bir annenin yavrusuna olan müşfik nazarı ile, kimi zaman bir babanın evlâdına ilerisi için hakîkât zâviyesinden acı konuşması gibi. Eskiler bu miyâr ile devleti sevmişlerdir. Zaten bunları okuyunca Hegel’in devlet tasavvuru ve devlet anlayışı atalarımızın fiilen ulaştıkları yüksekliğin yanında bir seviye ifâde etmiyor. Ahmet Cevdet Paşa, Uzun İbrahim Paşa ve Tiryaki Hasan Paşaların hayatlarından kısa ve anlamlı anektodlar anlattım. Eski Babil’in ya da Antik Yunan’ın düzmece erdem hikâyeleri değil bunlar. İki yüz – üç yüz yıl evvel bu çizgideydi devlet adamlarımız. Nâimâ, Peçevî ve Ahmet Cevdet Paşa gibi tarihçilerimiz, kaynak ve şahsiyetleriyle akıttılar mürekkeplerini. Günümüz devlet adamları ve lehlerinde kalem oynatanlara polemik açıp bu aziz hâtıralar sönük kalsın istemiyorum.
Osmanlı tarihinde bu misaller o kadar çok ki nereye elini atsan hayrete düşüyor, böylesine yüksek bir devlet anlayışı görüyorsun. Başta padişahlar, sadrazamlar, şeyhülislamlar hülâsa sefer ile meşgul bütün atalarımız Allah rızâsı ile devlette yok olmuş, onda erimiş adamlar oldukları için devletimiz pâyidâr kalmıştır. Dündar Taşer, bir konferansının sonunda mâziye hasretin vukûunu dinleyicilere iki farklı mısra ile açıklamıştır. Birincisi, ilerleyiş için Yahya Kemal’in;
Gelmiştik bir zaman Sarı Saltuk’la Asya’dan
Bir birdiyâr-ı Rûm’a dağıldık Sakarya’dan.
beyti ile açıklar ve son adım olarak merhum Taşer, Üstad Necip Fazıl’ın mısralarına kulak verilmesi gerektiğini söyler. :
Yol onun, varlık onun; gerisi hep angarya
Yüz üstü çok süründün ayağa kalk Sakarya!
Taşer, “Sakarya’dan başlayan yeni yükseliş, eski geri çekilişin sınırlarını da aşacaktır” demiştir.
Türk’ün fetret devrinde dahi vazgeçemediği İstanbul’un fethi ve cihan hâkimiyeti mefkûresinin nedeni de ruh köklerine sinen devlet anlayışlarıydı. Osmanlı’nın kuruluşunda ise âdeta millî bir vecd hâli hâkimdi. Günümüzde popülerleşen millî şuur kelimesi, o dönemler icraat buluyordu. Horasan’dan İzmir’e kadar her Türk’ü, Ertuğrul oğlunun açtığı mukaddes sancağın altına çeliyordu. Tarih kitaplarında ise bu şuur şöyle anlatılıyordu:
Mirat ül Edvar’da bu şuur: Ol hinde Rum aganın ekserî Osman Bey’in himayesine ilticâ ettiler. (Anadolu o zaman tüm ileri gelenleriyle Osman Bey’e sığındılar.) Cami’üd-Düvel’de ise; Oğuz Beyleri’nin ekseri, Osman Bey’in âsitanı saadet nişanına yüz sürdüler. (Oğuz Beyleri’nin çoğu, Osman Bey’in saadet bahşeden armasının eşiğine yüz sürdüler.)
O zamanlar Anadolu siyasî olarak belki dağınıktı lâkin fikir ve mânevî oluş ise kendini açıkça gösteriyor. Moğol zulmünden Anadolu’ya sığınan tarikat ve tasavvuf ileri gelenleri, Horasan erenleri, dervişler ve alpler ile yeni bir ümit hâlesi meydana gelmiştir. Aşıkpaşazâde o dönem Anadolu’daki grupları dört kısımda inceler: Gâziyân-i Rûm, Âhiyân-i Rûm, Abdalân-ı Rûm ve Bacıyân-ı Rûm. Bu dört grup Osman Bey’e ümît bağlamış ve mukaddes sancağın muazzez saflarına katılmışlardır. Üstad Necip Fazıl, bu dönemi berrak Türkçesiyle aynen şöyle ifade eder: “Bana sorarsanız Orta Asya’dan Anadolu yaylasına inen bozkurt, en saf aynadan daha berrak bir su başında, gözlerinin ateşine dala dala Söğüt’e döner, istihâle eder. Böylece kuyruk sokumu, atların cidago kemiğine kaynamış, mücerred madde hızı ve hareketinden ibaret bir yaratık örneği, iş hayatına, ruhuna, sabit mekân içinde hakiki zamanına kavuşur.”
İşte Türk’ün o mücerred madde hızı ve hareketinden ibaret enerji kaynağının gerçek yaşayışı, hakiki hayatına yani ruhuna kavuşması, bozkurdun söğüt ağacına inkılap ettiği anda başlamıştır.
İşte gönüldaşlar, Söğüt böyle filizlendi. Filiz usûlleri ne zaman ki değişmeye başladı, o zaman filiz tutmadı ve koca söğüdün beli büküldü. Yine de ümitvârız; zîrâ asil Türk anaları hâlâ Mehmetçiklere gebe. Tarihte Türk’ün hükmettiği zamanlara hasret. Hasretin nihâyetiyse işte o söğüt ağacının dibindeki bozkurdun ulurken ruh köküne kulak verebilmekte.
Yukarıda zikrettiklerimi açmak için merhum Taşer’in bir hâtırasını nakletmek istiyorum. Taşer bir gün askerî jiple giderken bir Türkmen köyünde yolunu keserler. “Efendi, seni ikramsız göndermeyiz” deyip koyun keserler. Türkmenler misafirperver oldukları kadar, et pişirmede mâhir olduklarından çabucak pişirirler. Sofraya oturmadan, yaşlı bir Türkmen arfesi yanına yaklaşır. – Arfe, Türkmenlerde adet ve ananeleri iyi bilen ve bir nevi kadılık yapana deniyor-.
Merhum Taşer anlatıyor: “Bana dedi ki: “Türk’ün cihangir olacağına (yani dünyaya yeniden hükmedeceğine) îmânın var mı komutan?” Elbette var, dedim. Şu uşaklar buna inanmıyor diye de birkaç okuyan ve yeni yetme genç gösterdi ve şöyle devam etti: Bu dediğimin Kitap’ta da yeri vardır, inanmayan kâfir olur ha komutan.” Bu sözü sonradan araştırdım. Bazı tefsîr âlimleri, Mâide sûresinin 54. ayetini kastederek, Allah’ın sevdiği kavmin Türkler olduğunu söylediğini anladım. Bu ayetin meâli; Ey müminler! Sizden, dininden dönenlerin yerine Allah yakında bir kavim getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Onlar, mümine karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı ise şiddetli ve kudretlidirler. Allah yolunda cihâd ederler ve kimsenin kınamasından korkmazlar.
Gerçekten bu âyet, Türk’ün ve Osmanoğullarının tarih içindeki görevine uygun gelmektedir. Bu âyet iktizasınca ben hâlâ ümitvârım. Türk milletinin kıyâmına inancım, bu ilâhî söze îmânımdandır. Bizlere bu fikri aşılayan bütün atalara ve bunları bizlere hatırlatan vicdânını kaybetmiş devrin vicdânı Türkmen ağam Dündar Taşer’i rahmetle anıyorum. Has ervâha Fatiha…
Mehmet ŞENTÜRK