KÂİNATIN FAHRİ’NE “ESSELÂM”!

Rebiülevvel Ayı’nın 12. gecesi…

Allah Resûlü’nün, Gaye İnsan – Ufuk Peygamber’in dünyamıza teşrif ettikleri zaman….

Şu ân, Hicrî takvimler 1445’i gösterirken, Miladî takvim hesabıyla da Allah Resûlü’nün doğumudan bu güne 1452 sene geçmiş…

Daha gelmeden, getireceği büyük mânâlar müjdelenen 15. İslâm Asrı’nı neredeyse yarıladık…

Dünya sancılı mı sancılı bir süreçten geçiyor, yeni bir doğum bekleniyor. Artık bunda herkes hemfikir…

Mevlid Kandili denilince aklımıza gelen bir başka şey de Üstad’ın Esselâm kitabı.

Dünyanın yepyeni doğumların eşiğinde olduğu, doğum sancılarıyla kıvrandığı şu günlerde, Mevlid Kandilinizi, Allah’tan -Üstad’ın Esselâm kitabında altını çizdiği- aşk ve vecdimizi artırması ve dâim kılması duasıyla kutlarız.

Esselâm’dan bahsetmişken de, Üstad’ın takdiminden bir kısım ve kitaptan ilk birkaç bölümü de vecdimize incila olması niyetiyle takdim ederiz:

ESSELÂM

Necip Fazıl Kısakürek

«MUKADDES HAYATTAN LEVHALAR»

Eserimi, kıyamete kadar gelecek mukaddesatçı Türk Gençliğine ithaf ediyorum.

TAKDİM

Muhal farz… Dünyada mevcut ne kadar insan varsa inkâra sapsa… Hayvanlar, nebatlar, cematlar da dile gelse ve bunlar da aynı inkâr sesini bestelese… Fezanın dibi ölçülse ve dibinin dibindeki dipten ilerisinin de tasavvuru kabil olmayan hesabı verilse… Her madde ve her hâdise, vücut hikmetini, “niçin”ini, “nasıl”ını ve “neden”ini mutlak bir anlatışla anlatsa ve bütün bunlar inkârı gerçekleştirmek için olsa… Muhal farz dedim ya; aslında onun emriyle var olan yokluk, var olan varlık gibi dile ve harekete gelse de kendisiyle beraber varlık adına tek şey, tek ümit, tek vücud bırakmasa… Ölüme çare bulsalar, yıldızları bozuk para diye harcasalar, güneşi idare lâmbası gibi kullansalar, mesafeleri dondurup yekpâre bir elmas halinde hâkimiyet tacına oturtsalar ve bu tacı benim başıma geçirseler… Dilim, hafızam, akrabam, vatanım, hatıram, hiçbir şeyim kalmasa… Benim, evet bizzat benim ayaklarımdan saçlarıma kadar her zerrem kendi aleyhime dönse ve beni yalanlasa…

Ben bende kalacak olan tek ve son bir nokta halinde, sana Allahın ve senin Sevgiline iman eden ve O’nun senden getirdiği her ölçüyü hak bilen biricik insan, vücut, kısım, parça, nokta, zerre olur ve böylece kalırım.

Dedim ya, muhal farz, yokluğu bulup da söyletseler ve ona “benden başkası yok!” dedirtseler ben yine O’nun bildirdiği “var” dan ve O’ndan yana kalırım.

(…)

· Allah’ın «teslim olunuz!» emrini verdiği Gaye-İnsan ve Ufuk-Peygambere, bildiğiniz veya bilmediğiniz, haberini aldığınız veya almadığınız, anlayabildiğiniz veya anlayamadığınız her tarafıyla ve her zerrenizle teslim olmaktan başka gayeniz olmasın!…

· Tek başına «doğru» diye bir şey yok; O’nun getirdiği «doğru» diye bir şey var… Bu eser, o gayenin vecd pırıltılarından bir çakıntı ve aşk haykırışlarından bir ses… O kadar…

Ben «hakikat»ten O’na giden değil, O’nu topyekûn kabullendikten sonra O’ndan hakikate gelen müminin.

Hakikat mi? Hakikat sadece Allah’ın dilediği ve O’na bildirdiğidir. Ötesi, yine Allah’ın yaratığı olarak ve müstakil vücudu olmayarak yokluk… Var olmaya bakalım!… O ki, varlık o yüzden… N.F.K.

TARİH

-1-

Bindörtyüz şu kadar sene evveldi;

Mekke’ye Yemen’den bir düşman geldi.

Çil yavrularından çokluk ordular,

Kâbeyi yıkmaya geliyordular.

Önlerinde bir fil vardı, kocaman…

Ot bitmez çöllerde bir sel ki, yaman.

Kureyş, yeryüzünde en soylu oymak,

İbrahim Peygamber neslinden yumak,

Dağlara çekildi hâli görünce.

Ev, Allah’ın Evi, bütün düşünce…

Dediler: Kâbeye sahibi kefil!

Birden bir şey oldu, yere çöktü fil.

Ebabil kuşları… Gök benek benek…

Olur… Elverir ki, Allah ol desin:

Küçük serçe koca kartalı yesin!

Derya derya ahenk, dalgalarında,

Minicik birer taş, gagalarında,

Düşmanın üstüne kuşlar üşüştü.

Her taş bir askerin başına düştü.

Ölen, kaçan, çığlık, nâra, kıyamet!

Keremli Mekke’de, derken selâmet…

Fil tarihi, işte oluş, sene bir!

Bindörtyüz şu kadar evvel, gene bir!

*

ZAMAN

-2-

O güne kadar zaman,

Sarılan bir makara,

Sonra çözülen iplik…

*

Yıldızlar gökte harman…

Dünya yüzü kapkara;

Gölge gölge gariplik…

*

Zaman, esrarlı rakkas;

Bir (var) da ve bir (yok) ta;

Başsız, sonsuz helezon…

*

Bir kılıç veya makas…

Gün kesildi tek nokta;

O gün herşey baş ve son…

*

Putlar devrildi o gün,

Toprağa battı göller.

Bir alâmet her işde…

*

Bütün varlıklar ölgün,

Hasret yağmura çöller;

Kâinat bekleyişte…

*

Bir şey oluyor; nedir?

Topraktan tüten davet?

Göklerin kinayesi?

*

Mekke’de bir hanedir;

Orada gaye, evet,

Gayeleri gayesi…

*

MEKKE’DE BİR HANE

-3-

Mekke’de bir hane…

Bin evden bir tane.

Ne mermer bir saray,

Ne billûr Kâşâne.

Mekke’de bir hane…

*

Mekke’de bir hane…

Öyle ki, zamane;

Yalanlar gerçek de,

Gerçekler efsane.

Mekke’de bir hane…

*

Mekke’de bir hane

Mekke bir puthane.

Allahı düşünen,

Üç buçuk divane.

Mekke’de bir hane…

*

Mekke’de bir hane…

Ve anne ve anne.

Başında melekler

Çepçevre pervane,

Mekke’de bir hane…

*

Mekke’de bir hane…

Doğuran Âmine.

Doğan ilk ve sondur;

Gerisi bahâne…

Mekke’de bir hane…

*

DOĞUM

-4-

Abdullah’ın mahzun dulu Âmine,

Erdi gayelerin gaye demine.

Diyor ki: «Çekmedim tek lâhza sancı;

Birden bir sesleniş duydum, yakıcı:

Âmine, ne güzel hal oldu sana!

Gebesin, Varlığın Nuru insana!

Arkamı sığadı bir beyaz kanat;

Ve şerbet sundular; cennetten bir tad.

Silindi içimden korku ve tasa…

Sanki doldurmuşlar göğü bir tasa,

Döküyorlar, güneş güneş tepemden.

Geceler kalktı mı yoksa âlemden?

Nur yağmuru… Artık uzaklar yakın…

Önümde, haşmetli yurtları Şarkın;

Sütun sütun İran, kubbe kubbe Rum.

İşte parmağımı değdiriyorum.

Etrafımda kızlar, âhenkten ince;

Hiç şekil görmedim şekillerince.

Esrarlı ellerde ibrik ve leğen;

Bir soluk, bir soluk yelpazeleyen;

Ve o ses, hep dağ taş eriten sedâ:

İnsanlar, ediniz yokluğa veda!

Var olmaya sebep, âleme rahmet

Son Peygamber doğdu, ismi Muhammed!…

Doğmuştu öksüzüm, haber doğruydu:

Şahadet parmağı göğe doğruydu.»

*

NUR

-5-

Yok bile yokken O vardı;

O bir nur… Ki mutlak saffet.

Âdem, Allah’a yalvardı;

O nur için beni affet!

*

Adem’in alnında bir nur;

Derken öbür Peygamberde.

Âyet ki, çıplak okunur;

Ne bir harf, ne zarf, ne perde.

*

Geçti bilmem kaç nesilden,

O nur, İlâhi dâhi dâire…

İbrahim’den, İsmail’den,

Vesaire vesaire…

*

O nur, o nur, elde sancak;

Aktarılır, nebi nebi.

Bir beklenen var ki, ancak,

Nurun ezelden sahibi…

*

Nur sırdır, ışık üstü sır;

Vurduğu eşya gölgesiz.

Onsuz insan kör ve sağır;

Ülkeler onsuz, ülkesiz.

*

Son Peygamber, son Peygamber!

İlk olunca sona geldi.

Nur, fezayı tutan çember,

Ondan gelip O’na geldi.

*

O SABAH

-6-

Kureyşin kapısında o sabah bir Yahudi:

«Soylu insanlar, dedi;

Var mı dünyaya gelen bir erkek çocuk sizde?

Gece, kabilenizde?»

«Bilmiyoruz!»… «Arayın, sırtında işaret var!»

Araştırıp buldular.

Yahudi, Nur-Çocuğa baktı: İlâhi nişan!

Homurdandı perişan:

«Peygamberlik İsrail Oğullarından gitti.

Olacak oldu, bitti!

Devlet sizin artık, Doğudan Batıya dek.

Devlet ki, yok ona denk!»

*

Aynı sabah, Medine…

Bir Yahudi yine,

Bağıran, çığlık çığlık:

«Yandık, çöktük, yıkıldık!

*

Şafak vakti bu gece,

Gölgeler titreşince,

Bir yıldız doğdu: Ahmed,

Bizim için kıyamet!»

Bir Cevap Yazın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Adımlar Dergisi sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et