12 MADDEYLE AKP’NİN 12 SENESİ

12 MADDEYLE AKP’NİN 12 SENESİ

Her devrin kendisini sembolize eden figürleri vardır ki, bunlar genellikle ilk ortaya çıktığı günlerde değil, tarihi akış içerisinde gelişen hadiselerle birlikte sembolik bir mana kazanır. Divane bir sipahinin“alçaklar Genç Osman’a ne yaptığınız” çığlığı ile hançerini savurarak bozguncu yeniçeri sürüsüne saldırması o gün hadiseye şahit olanlar arasında nasıl bir aksülamel uyandırdı bilemeyiz ama istikbalin fikir adamı Necip Fazıl, “bütün ıstırabını içine gömmüş bir cemiyetin ruhundan fışkıran” bu sesi “o cemiyet hesabına çok manalı ve değerli” bulmuştur.

12 Eylül öncesinde dönemin başbakanı Demirel’in “yollar yürümekle aşınmaz” sözü kadar, darbeden sonra Kenan Evren’in “asmayıp da besleyecek miyiz” yaklaşımı temsil ettikleri dönemin en canlı figürleri arasına girmiştir. Özal’ın başbakanlık yıllarında“benim memurum işini bilir” diyerek, rüşvete icranın en üst makamından yol veren cümlesiyle; Cumhurbaşkanlığı döneminde Türkiye’yi ABD’nin ileri karakolu rolüyle Irak’a saldırtmak için söylediği “bir koyup üç alacağız” ifadesi içte ve dışta bütün bir 10 seneyi özetleyen iki mühür gibidir.

Tarihi süreçleri ifadede öne çıkan unsurlar her daim illa bir söz olmak zorunda değil. Bazen bir hadise, bazen de sıradan bir kişi bile koskoca bir dönemin ilk akla gelen sembolü olabilir. 28 Şubat denildiğinde nasıl ki, Çevik Bir’in “demokrasiye balans ayarı” yapmak için Sincan sokaklarında dolaştırdığı tanklar ve Müslümanları küçük düşürmek için sergilenen Ali Kalkancı senaryoları hatırlanıyorsa, ardından gelen süreçte İBDA Mimarının 1999 duruşu da tarihin en parlak sayfalarında yerini almıştır. O yılların Ecevit hükümetini ise kendisine başbakanlık çıkışı fırlatılan yazarkasa ve elbette F Tipi Cezaevleriyle hatırlıyoruz. Tabii bu süreçte yaşanan kanlı cezaevi operasyonları, anayasa kitapçığı fırlatmalar vs unutulmayacak satır başlarıdır.

Peki, Kasım 2002 tarihinden beri bu ülkeyi yöneten AKP hükümetlerinin bu 12 senelik saltanat yıllarında hafızlara kazıdığı izler nelerdir? Biz bu 12 seneyi 12 madde ile özetlemeye çalışacağız. Şüphesiz atladığımız, eksik bıraktığımız daha birçok figür kıymetine haiz söz söylenmiş ve hadise yaşanmıştır. Biz burada tamamen şahsi intibalarımıza dayanarak, 12 senelik AKP iktidarı denildiği zaman aklımıza gelen ilk 12 maddeyi listeledik.

1) BOP EŞ BAŞKANLIĞI

ve 01 MART TEZKERESİ

Recep Tayyip Erdoğan kimdir sorusuna bizzat onun kelimeleriyle verilecek ilk cevap şudur: “Büyük Ortadoğu Projesinin eş başkanıdır.” Bunu biz değil, iktidarı teslim aldığı ilk günlerde bizzat kendisi ifade etmiştir.

Zaman dönecek, 50 sene, 100 sene geçecek; yaşadığımız bu günler “yakın tarih” ve belki de “uzak tarih” diye anılacak. Eğer insan soyu henüz yok olmadıysa, dünya dürülüp boşluğa savrulmadıysa ve Anadolu coğrafyasında kendisini Türk diye ifade eden bir millet halen mevcutsa, işte o gün, bu millete tarih dersi veren kalemler, söz Recep Tayyip’ten açıldığında ilk olarak onun ne TC’nin bilmem kaçıncı hükümetlerine başbakanlık yaptığını, ne de bilmem kaçıncı Reis-i Cumhur olduğunu hatırlatacak; ilk olarak BOP meselesine atıfta bulunacaktır. Nasıl ki biz, bugün Damat Ferit’in adını duyunca, hangi Padişahın kızıyla evli olduğunu, kaç defa kabine kurduğunu  değil; doğrudan Sevr antlaşmasını ve İstanbul’un işgal günlerini hatırlıyorsak, geleceğin tarihçisi de Tayyip Erdoğan denilince emperyalistlerin bölgeyi yeniden dizayn etmek için sahneye sürdükleri BOP ve buna eş başkanlık yapma hevesiyle yanıp tutuşan bir muhterise vurgu yapacaktır. Dünya durdukça Tayyip Erdoğan BOP ile beraber anılacak, bu uğurda akıtılan Müslüman kanlarının vebalini taşıyacaktır.

Büyük Ortadoğu Projesi denilen şey, sömürgeci güçlerin kendi çıkarları doğrultusunda bölgeyi yeniden dizayn etme, haritaları yeni baştan çizme gayesinden başka bir şey değildir. Eğer bu projenin eş başkanlığına Recep bey değil de, mesela CHP yahut başka partiden birisi heveslenseydi, medyada kendisine “İslâmcı basın” etiketiyle yer bulan ve piyasasını bu imaja borçlu sözüm ona “dini bütün” yayınlar neler ve neler yazmazdı? “Amerikan uşağı, batı ajanı, Müslüman katili” vs. Çoğu söylenir, azı söylenmezdi. Ama işte  bahsi geçen proje o kadar ustaca sahneye sürülmüş ki, böyle bir plana en sert tepki vermesi kaçınılmaz olan Anadolu Müslümanları, kendilerinden bildikleri bir partiye yol verildiği için susmuş, adeta bir sandıkla derdest edilmiş, zaman içinde de vicdanları kurutulmuş, algıları değiştirilmiştir.

Henüz çiçeği burnunda bir BOP eş başkanı olarak, Irak’ta tarihin en büyük katliamlarından birisini yapan, on binlerce Irak’lı kadının ırzına geçip, çoluk çocuk demeden öldüren, camileri yerle bir eden Amerikan askerleri için 2003’de The Wall Street Journal’a makale yazıp, “kahraman kadın ve erkek Amerikan askerlerinin sağ salim evlerine dönmeleri için dua ediyorum” dedi.

BOP eş başkanı, duayla yetinmeyip, Amerika saflarında Türkiye’yi savaşa sokmak ve Irak’ın işgaline yardımcı olmak adına 01 Mart 2003 tarihinde dış güçlere sadakatin en uç noktası olan ihanet tezkeresini Meclis’ten geçirebilmek için varını yoğunu harcadı. “Tezkereye karşı çıkmak bana karşı çıkmaktır” diyecek kadar kendisini bu misyona adamıştı.

Tezkere Meclis’ten geçmediği halde, tamamen kanunları hiçe sayarak, hava sahasını açıp İncirlik üssünden kalkan ABD uçaklarının Irak’a bomba yağdırmasına izin verdi; yani kendi Meclis’inin kararını hiçe sayacak kadar Dış Güç’e saygı ve itaatte kusursuzdu.

Hoş, seneler sonra bile halen aynı yerde duruyor. İktidara gelişinin 10. senesine rastlayan  Kasım 2012 tarihinde yönettiği ülke coğrafyasına emperyalistler tarafından Patriot füzesi döşenmesini talep ediyor ve İslâmabad gezisinde bunun gerekçesini şu şekilde açıklıyor: “Türkiye bir NATO toprağıdır.”

Anlayacağınız; BOP eş başkanlığına ara vermek yok. Saddam düşerken, Kaddafi devrilirken, Ortadoğu yangın yerine çevrilirken hep eş başkan bizdik. Durmak yok, yola devam dedik. Şimdi Cumhurbaşkanı sıfatıyla “lafa değil, icraata bakmaya” devam ediyoruz.

BOP işinden sonra İslam coğrafyasında değişen haritaların, parçalanan ülkelerin ve iç karışıklığa sürüklenen yerlerin detaylı bir listesi çıkarıldığında meselenin ne kadar vahim ve ciddi olduğu görülür. Libya, Irak, Suriye gözümüzün önünde olan yerler; bir de Asya’nın diğer ucundan Afrika’nın ücra bölgelerine uzanan irili ufaklı ülkeler var ki, neredeyse sınırlarında değişiklik olmayan tek bir İslam ülkesi kalmadı.

Bütün bunlar ortadayken, güya İslam gayesi kaygısıyla BOP yanında duran, eş başkana biat edenleri nasıl ifadelendirebiliriz? Söylenecek tek şey; “Haçlı saflarında Müslüman öldürmeye Müslümanlık diyen ahmaklar…”

 

2) 04 TEMMUZ 2003

ÇUVAL OPERASYONU

BOP eş başkanı varını yoğunu ortaya koysa da, henüz partisine şimdi olduğu kadar hakim değildi. Mecliste idrakleri ve İslami hassasiyetleri körelmemiş, Milli Görüş kökenli bir çok vekil vardı. Recep beyin tehdit ve dayatmalarına rağmen 01 Mart ihanet tezkeresi Meclisten geçmedi.  Ret oyu veren mebuslar bir sonraki seçimde liste dışı kaldı. Ordunun içinde de bölgede yaşananlara aktif olarak dahil olmak istemeyen ve zaten kendi sınırları içindeki çatışmalarla baş edememekten sıkıntı duyarken, bir de savaşa katılıp bataklığa iyice saplanmaktan çekinen bazı aklı başında klikler vardı. Amerika kendi bağımsızlık günü olan 04 Temmuz 2003 tarihinde, Süleymaniye’de görev yapan Türk askerlerinin başına çuval geçirerek mesajı verdi. “Başa çuval, kıça tekme, enseye şaplak” operasyonu…

Doğrusu Osmanlı’nın en çaresiz olduğu işgal İstanbul’unda bile böyle bir aşağılanmanın yaşandığını sanmıyorum. Tarihe böyle bir utanç levhası kazınmıştır. Ordunun alnındaki bu lekeyi temizlemek için kimseyi dinlemeden sıcağı sıcağına ne gerekirse yapması gerektiği bir yana, BOP eş başkanı Recep beyin hadiseye yaklaşımı cidden efsanedir. Erdoğan, ABD’ye nota verilmesini isteyen muhalefete, “ne notası veriyorsun, müzik notası mı” diye cevap verdi. Yaşanan utanç tablosundan daha yüz kızartıcı bir şey varsa herhalde bu her aşağılanmayı sineye çekmeye namzet acziyet tavrıdır. O çuval Milli İradeyi temsil ettiği yalanıyla pompalanan batı kuklası bir politikacının göz yumması neticesinde aslında bu milletin başına geçirilmiş, şaplak bu milletin ensesine atılmıştır. Milli İradeyi temsil eden kişinin bu milletin tarihinde yaşanmayan böyle bir aşağılanmadan sonra “ne notası veriyorsun, müzik notası mı” diyecek kadar çaresizlik ifade etmeye hakkı yoktur. Milli duruştan vazgeçtim, politik akıl bile böyle sefil bir görüntüye izin vermez. “Ne gerekiyorsa değerlendirilip yapılacaktır” der ve zaman içinde soğutursun. Politik akıl bile bunu emreder. BOP eş başkanı ise sadece ama sadece eş başkanlık görevinin selameti derdindeydi; bu milletin hislerine tercüman olmanın değil…

 

3) KOPENHAG

KRİTERLERİ

ANKARA KRİTERİ

OLACAK!

Son elli senedir Türk Dış Politikası, adı bizim çocukluğumuzda AET (Avrupa Ekonomik Topluluğu) iken, sonrasında sadece iktisadi değil, siyasi birliği de hedefleyerek, tek bir devlete dönüşme idealiyle AB olan kuruluşun kapısından içeri alınmak, bunun için Milli çıkarlardan taviz üstüne taviz vermek esası üstüne kurulmuştur. AB burada bir idealin somut organizasyonu olarak dursa da, siyasi tarihimizin batıcılık macerası çok daha evvele dayanır. Mustafa Reşit Paşa ile başlayıp, 170 yıl sonra R.Tayyip ile devam eden süreç, hiç şüphesiz siyasi tarihimizin “batıcı ihanet” dönemidir.

AB meselesini, değerli sosyolog merhum Prof.Dr.Erol Güngör hocanın; “Bize düşman olan ve düşman kalacak olan bir medeniyetin çöpçülük hizmetini mi, yoksa kendi medeniyetimizin öncülüğünü mü yapacağız” sorusu etrafında mütalaa etmek lazım. Böyle bir meselede Müslüman bir hükümet reisine neyin yakışacağı bellidir. Oysa kitleye böyle bir ümit vehmettirerek iktidara kurulan Recep beyin BOP eş başkanlığına paralel olarak dış politikadaki ikinci büyük incisi de, batı medeniyetinin çöpçülük vazifesine talip olmaktı: “Kopenhag kriterleri Ankara kriteri olacak!”

Kıbrıs davasını bunun için yüzüstü bıraktık, domuz eti üretimi ve ticareti bu kriterler sebebiyle serbest bırakıldı, Türk aile yapısının köküne dinamit bırakan bazı kanun değişiklikleri bu gaye etrafında yapıldı.

Kopenhag kriterleri Avrupa Birliğinin adeta amentüsü hükmündedir. O günleri hatırlayan bilir; Tayyip bey her konuşmasında bir şekilde kendisine has telaffuzuyla “Kopenhag kriterleri” ifadesini kullanırdı. Öyle ki, seçim zamanları pek bol savurdukları inşallah maşallahlar bile o dönemde Kopenhag kelimesiyle yarışamazdı. “Ne yapıyorsak Kopenhag kriterlerine göre yapıyoruz” diyordu. Çünkü Hristiyan AB’nin amentüsü olan Kopenhag kriterleri aynı zamanda Ankara’nın kriteri olmuştu.

AKP güdücülerinin “bize düşman olan ve düşman kalacak bir medeniyetin çöpçülük hizmetine” talip olmak için nasıl zilletlere imza attığını gösterir bizce en önemli hadiselerden birisi: 2005 Eylül’ünde Danimarka’da Jyllands Posten adlı bir dergide Peygamber Efendimizle alay eden karikatürler yayınlanmış ve bunun üzerine dünyanın dört bir yanından Müslümanlar ayağa kalkmış ve çok sert tepki göstermişti. Karikatürler yayınlandığı tarihte Danimarka Başbakanı olan Rasmussen özür dilemek yerine karikatürcülere sahip çıkmıştı. Akabinde bu kuduz İslâm düşmanı Rasmussen NATO dönem başkanlığına aday oldu. Hadiselerin en sıcak zamanıydı. Türkiye’nin vetosu durumunda Başkan olamıyordu. Tayyip-Gül ortaklığı ile AKP zihniyeti, Danimarka’nın NATO dönem başkanlığını veto etmek yerine onaylamış ve karikatüristlere sahip çıkan Rasmussen’i Peygamberimize yapılan saldırı karşısında ödüllendirmişti.

 

4) DİNLER ARASI

DİYALOG ve

HAÇLI SEFERLERİNE

ÖVGÜ

Biz iddia ediyoruz: Recep beyin dış güç diye bir meselesi yoktur. Ne zaman ki, koltuğunun sallanmaya başladığını hisseder gibi olur; içeride ayran kabartmak ve seçmen kitlesini etrafında daha bir coşkuyla kenetlemek için dış güç jargonuna sarılır. Hem BOP eş başkanı, hem Türkiye’nin NATO toprağı olduğu iddiasında, hem Kopenhag kriterlerini Ankara kriteri yapmış; bütün bunlar yetmiyor ve 2011 senesinde Strasbourg’da yaptığı konuşmasında batılılara şirin görünmek uğruna İslam coğrafyasını talan ve işgal niyetiyle yapılan Haçlı Seferlerini aynen şu ifadelerle övüyor:

“-Haçlı Seferleri, iki kültürün, iki medeniyetin, iki dinin karşı karşıya gelmesinden ziyade, birbirini tanıması, birbirini anlaması ve birbirinden etkilenmesi sonucunu da doğurmuştur. Bilimde, sanatta, mimaride, dilde, musikide, günlük yaşam alışkanlıklarında, hatta yeme-içme kültürlerinin transferinde Haçlı Seferleri son derece etkili olmuştur.

Haçlı Seferleri tarihi, sadece savaşlar, çatışmalar tarihi değil, aynı zamanda bir kültürel etkileşim, yakınlaşma, birbirini doğrudan tanıma tarihidir.(…)Tarihi, artık savaşlar, çatışmalar, kamplaşma ve kutuplaşmalar üzerinden okuyamayız. Tarihi savaşlar üzerinden okuyanlar, geleceği barış üzerine inşa edemezler. Haçlı Seferlerini derin hafızasından silemeyenler, kendi toplumlarına da bölgelerine de dünyaya da barış ve hoşgörü vaat edemezler.”

Kör, sağır, budala ve çıkar faresi değilseniz, bu adamın dış güç filan gibi bir kaygısı olmadığı apaçık… Haçlıları bile DIŞ GÜÇ jargonuyla ele almak yerine müspet bir çerçeveye oturtmaya yeltenen batıya yaranma psikolojisi… Dış Güç diye derdi olan adam Haçlı Seferlerini övmez; hele Müslüman kimliği ile siyaset sahnesine adım attıysa bunu düşünmez bile. Haçlı Seferlerine yaklaşım bu olunca Irak ve Libya işgallerine erketelik etmenin de yolu açılıyor. Ve yine Haçlı Seferlerine yaklaşım “iki dinin diyalogu” olunca, bu milletin itikadına kastedercesine akademik mahfillerde sergilenen “Dinler Arası Diyalog” ihaneti de yol buluyor, semiriyor, palazlanıyor.

28 Şubat döneminin “ilahiyatçı” diye piyasaya sürdüğü soytarılar halk nezdinde itibarı olmadığı için tabana yayılamamıştı. Bu sebeple AKP döneminde ehl-i sünnet itikadına vurulan darbeler 28 Şubat’tan daha azim bir hacim ihtiva eder. Bu misyonun başını Fethullah cemaatinin çekmesi Recep beyi kurtarmaz. Bir kere zaten o dönemde birlikte hareket ediyorlardı. İkinci ve daha mühimi, Haçlı seferlerini dahi “dinler diyalogu” etiketiyle cicileştirirsen, buna yol veren sen olmuşsun demektir.  Nitekim, dinler arası diyalog döviziyle dayatılan İslam düşmanlığı bir çok AKP’li bakan ve vekilin desteği ile alıp başını yürümüştür.

Bu işin akait boyutundan ayrı bir de siyasi amacı var. Biz bu Haçlı Seferleri konuşmasıyla yol verilen “dinler arası diyalog” ihanetinin ardında Irak, Libya gibi İslam ülkelerinin işgalini meşrulaştırma ve BOP’u kitlelere benimsetme gayesinin olduğu kanaatindeyiz. 13. yüzyılın Haçlı Seferlerini aklayarak 21. yüzyılın Haçlı Seferlerine yol verme cinliği… Az buz çakallık değil. Hele bir dil sürçmesi hiç değil.

 

5) ONE MINUTE ve

MAVİ MARMARA

Farklı zaman dilimlerinde seyretse de, bağlantılı oldukları için tek başlıkta topladık. One minute çıkışı eğer samimi olarak “ben lafa değil, icraata bakarım” dövizi etrafında ardına düşülen ve gereği yapılan bir tavır olsaydı, Recep beye bir aklanma kapısı açardı. Oysa daha hadisenin üstünden birkaç saat bile geçmeden bizzat kendi ağzıyla televizyonlarda defalarca tekrar etti: “Tepkim İsrail’e değil, moderatöre…” İsteyen bu video görüntülerini internetin her köşesinde bulabilir.

Mavi Marmara adlı yardım gemisinde bulunan Müslümanların İsrail adlı organize terör örgütünün “asker” kılıklı  cellatları tarafından katlediliş hikayesi malum… 29 Ocak 2009’da sahnelenen one minute tiyatrosundan bir buçuk sene sonra Mavi Marmara gemisinde yaşanan katliam karşısında yine “icraat değil, laf” yapan bir AKP vardı.

Bu dehşet verici bir hadisedir. Uluslar arası karasularda bir Türk gemisinin yolu kesiliyor ve yardım gönüllüleri dünyanın gözü önünde otomatik silahlarla taranıyor.  Peki AKP ne yaptı? Milletin gazını aldı. Bu gaz alma işi onların misyonudur. Hak diyerek Hakka ihanet ederler. Recep beyin bir defa “one minute” demesini İslam coğrafyasının beklediği kahramanlık olarak sunanlar acaba niye yüzlerce defa dile getirdiği “anti-semitizm bir insanlık suçudur” söyleminin ardında yatan sırrı kurcalamıyor.

AKP’nin İsrail’le ilgili temel bir problemi yoktur. Recep Tayyip için İsrail meselesi iç politikada kuyruğu sıkıştıkça dile getirilen ve gündem değiştirmeye yarayan bitmez tükenmez bir manevra alanıdır. Esasen bölgede İsrail için tehdit oluşturan bütün lider ve ülkeler AKP’nin içinde olduğu bir projeyle derdest edilmedi mi? BOP dediğiniz şey nihayetinde Büyük İsrail’e yol verici bir harita değiştirme operasyonu değil mi? Aksi olsaydı Mavi Marmara gibi bir hadisenin üstü bu kadar kolay örtülmezdi. Yaşananlara kayıtsız kalmak ve hesap sormaktan kaçmak Çuval operasyonunu sineye çekmek derekesinde bir utançtır.

“Netanyahu telefonda benden özür diledi” deyip İsrail’le ikili ilişkileri normalleştirme çabasını dillendirmek ve bütün bunların üstüne kendi seçmen kitlene İsrail’e diklenen adam diye oynamak bizce politik dolandırıcılığın en uç noktasıdır.  Ölenler senin babanın oğlu mudur ki, telefonla özür dilemek yeterli olsun? Hem devletler hukukunda savaş gerektiren böyle bir skandal sonrası telefonla özür diye bir şey var mı? Saldır herhangi bir ülkenin gemisine, öldür birkaç vatandaşını ve sonra seyret olanları! O ülkeyi yönetenler “Tayyip benden telefonla özür diledi” diye meseleyi kapatacak mı, yoksa emdiğin sütü burnundan getirmek için elinden geleni yapacak mı; görelim bakalım.

AKP’nin Türk insanına verdiği değer Mavi Marmara’da ortaya çıkmıştır. Ölen ölür; hesabı bir özürle kapanır. Türk insanının kanı Türk hükümetinin ardına düşmesine ve hesabını sormasına değmeyecek kadar ucuzdur. Yahya Kemal’in bir şiirinde dediği gibi:

“Ölenler öldü, kalanlarla muzdarip kaldık.”

 

6) KÜRT AÇILIMI

Başın başında belirtelim: Hangi mesele olursa olsun, bizim sömürgeci batılı güçler tarafından dayatılan hiçbir planı “çözüm” olarak benimsememiz söz konusu değildir.

Gelelim AKP’ye… Önce “Kürt Açılımı” diye başladı, sonra “demokratik açılım” diye kıvırdı; şartlar olgunlaştıktan sonra yeniden Kürt açılımına dönüş yaptı.

Bizim bu meseleye bakışımız belli… Kumandan Mirzabeyoğlu, 1992 yılında kendisiyle yapılan “Kürt Meselesi” röportajında hem meseleye İslâmcı bir “açılım” yapmış, hem de hadisenin köklerini hiç bir acabaya yer bırakmaksızın fikirleştirmiş, ideolojik vahitler halinde meydan yerine dikmiştir. Bu çerçevenin dışlında bir şey söylememiz mümkün olamaz.

“Müminler kardeştir” ölçüsü dairesinde Kürt meselesi bizim için taktisel değil, dünyadaki tüm Müslümanların meselelerinde olduğu gibi ideolojik temelleri olan bir mücadele alanıdır. Kumandanın altını çizdiği “Kürt’ün meselesi ne olmalıdır” davası da, yukarıdaki mukaddes ölçünün dayandığı kaynağa bakılarak cevap bulacaktır. Demek ki biz, Müslüman Kürt’ün meselesini sahiplenirken aslında dışımızda birileriyle ilgilenmiyor, kendi davamızın peşine düşüyoruz.

Peki öyleyse AKP’nin bahsettiği Kürt açılımı bu meselenin neresindedir? Açık konuşalım: Tam karşısındadır. Kumandanın yön levhasını çizdiği açılım ile AKP’nin bu topluma dayattığı arasında başlık benzerliği dışında tek ortak yön bulamazsınız.

Biz, devri zamanında Kürt meselesini Tayyip Erdoğan ve bu hususta onun akıl hocalığını yapan neo-liberal çapulcular gibi bu ülkeyi parçalamak, son kaleleri de işgalci düşmana teslim etmek için değil; bilakis “Türk” meselesiyle eş olarak Batıya karşı bir direniş alanı olarak gördüğümüzden sahiplendik.

Üstad Necip Fazıl, birlik ve beraberliğin gerçek adresiyle birlikte vatanı “bölünmez” kılan aslî madenin de apaçık ifadecisidir:

“İslâm’ı biz, dünyada mevcut her ırkı eriten muazzam bir hararet derecesinde bir pota kabul ediyoruz. Onun içinde hepimiz eriyoruz ve bir tek insan madeni çıkıyor: Müslüman… Irklar da Allah’ın, fertler gibi yarattığı vâkıalardan biri… İnkâr edilemez. Irkları, müslümanlığa olan alâka ve hizmetleri bakımından mümtazlaştırabiliriz. Ancak o rengi en güzel aksettiren ırktan olmanın bir iftihar payı vardır.(…) Ama, ırk meselesi şuradan doğabilir ki, arnavutu, çerkezi, KÜRDÜ, hepsi müslüman olarak nazarımızda müsaviyken, bunlar kendilerini İSLÂMÎ ÖLÇÜ DIŞI BİR NİSBETLE bizden koparıp da infirada, AYRILMAYA doğru giderlerse o zaman her birinin, arnavutluğu, çerkezliği, kürtlüğü ayrıca kabahat olur. İşte o zaman Türklük girer araya… Ve dine hizmet noktasında nefsine imtiyaz arayabilir. Biz buna kabahat demeyiz o takdirde…” (Necip Fazıl KISAKÜREK, SAHTE KAHRAMANLAR, B.D Yayınları, 7.Basım, Sayfa:80)

Bizim, tarihe Kürt isyanı olarak geçen onlarca ayaklanmaya bakışımızın merkezi bu noktadır. Irk temeline dayalı bir kategorileştirmenin sahibi olmayacağımız muhakkak… Öyleyse Kürt isyanlarını değerlendirirken hepsini birden “kabul” veya “ret” tavrı içinde olamayız. Türk’ün “dine hizmet noktasında” bulunduğu yerde, “İslâmi ölçü dışı bir nisbetle” kopuşu ve bölünüşü idealize eden bütün hareketler nazarımızda mahkûmdur. Aynı şekilde, Türk’ün batıcı idareciler eliyle “din düşmanı ve İslâm karşıtı” bir noktada bulunduğu süreçte, İslâmî ve vicdanî bir kaygıyla şekillenen isyanları “haksızlık karşısında susulmadığı” için muhterem ve mübarek buluruz.

Demek ki mesele, Türk’le Kürt’ün çatışması değil, kimin İslâmi ölçülere nispet kaygısı taşıdığıdır. Biz, “bağımsızlığı” değil, Osmanlıya tâbi olmayı tercih eden İdris-i Bitlisi’yi de bunun için severiz; batıcı rejimlere bağlı olmaktansa şehadeti tercih eden soylu Kürt isyancılarına da aynı gerekçeyle hürmet ederiz.

Birliğin de, ayrılığın da yerini ve değerini İslâmî ölçülere nisbet kaygısı belirler. Biz, Ulu Hakan II.Abdulhamid’in yanında duran ve Hamidiye alaylarında rol alan Kürt Paşalarını bu sebepten takdir ederken; aynı gerekçeyle, batılı güçlerin ve batıcı rejimlerin tetikçiliğini yapan “korucu aşiretlerinden” nefret ederiz. Kim hangi amaçla, neye hizmet ediyor? Mesele budur. İşte AKP’nin açılımı tam bu noktada, kim, hangi amaçla, neye hizmet ediyor sorusu dairesinde bize yakınlığın değil, zıtlığın vesikasıdır.

Neo-liberal, kökten batıcı açılımcıların söylemleriyle bizim dilimiz asla birbirine karıştırılmamalıdır. Onlar acı ve gözyaşı dolu tarihi BATI HESABINA neticelendirmek derdindeyken, biz Büyük Doğu-İBDA bağlıları, Kürt, Türk ve Arap olarak yeniden küllerimizden doğmanın kavgasını verdik ve veriyoruz. Bir safta Kürt, Türk ve Arap’tan yana olanlar; diğer safta Avrupa, Amerika ve İsrail’le aynı hizada buluşanlar… Kürt, Türk ve Arap kimliği taşıyıp; Avrupa, Amerika ve İsrail’in müttefiki olan herkes nazarımızda hain ve düşmandır. Dünü ne olursa olsun; bugün durduğu yere bakarız.

 

7) ROBOSKİ KATLİAMI

Burada, bir hatırlatmada AKP’den çözüm bekleyen Kürtlere… AKP’nin 12 senesini iki kelimeyle özetleyecek olursak şudur: İSTİSMAR ve SAMİMİYETSİZLİK… Bu partinin en tepedeki güdücü kadrosu, ne Kürt, ne Türk, ne sünni, ne alevi, hatta ne de batıcılık konusunda samimidir. Türk demokrasi tarihinin gördüğü en yanar döner ve en çabuk ağız değiştiren partisidir. İstismar etmeyeceği, iki dakikada harcamayacağı tek kıymet yoktur. Dini, milli ve insani her değeri çıkara tahvil edebilir. Barış dediği yere savaş tohumları atılmış; özgürlük dediği noktaya demir parmaklıklardan bir ağ örülmüştür ve açılım kelimesiyle Türt ve Kürk arasındaki bütün kardeşlik kapılarının kapanması kaçınılmazdır.

Mayası istismar ve samimiyetsizlik olanlar ne açılım yapabilir; ne de bu coğrafyaya lazım olan sahici barışı, hakiki birlik ve beraberliği tesis edebilir. Bize inanmayanlar 28 Aralık 2011 akşamında, tarihe Roboski katliamı olarak geçen hadiseyi sebep ve neticeleriyle incelesinler. Bir ayıptır, bir utançtır, bir lekedir ve AKP iktidarı kendi mesuliyetinde olan bu hadiseyi aydınlatmak yerine ört bas yolunu seçmiştir.

 

8) ERGENEKON

DAVASININ SAVCISI!

Bu ülkede yargı her daim birilerinin arka bahçesi oldu. Zamanında kameralar eşliğinde insanların evi; mahremi basıldı, günlerce “Fadime” hikayeleri dayatıldı topluma. Bir Allahın kulu çıkıp, “özgürlükçü-demokrat-çağdaş” klişeli sözde dünya görüşü adına demedi ki, “bu görüntüleri teşhir etmek özel hayata saldırıdır, anayasaya aykırıdır, sadece insanlık ayıbı değil, aynı zamanda evrensel hukuku hiçe saymaktır.” Hukukun üstünlüğü ilkesini sindirebilmiş, şahsiyetli bir ülkede kitleleri ayaklandıracak bir hadiseydi, ama “kutsal bir amaç adına” yapıldığı düşünüldüğünden kimse gıkını çıkarmadı.

AKP döneminde de hukuk devleti adına pozitif bir gelişme olmadı. Onlar da kendi “kutsal amaçları uğruna” aynı rezilliklere göz yumdu, çanak tuttu, bunlardan beslendi. İş bu tür görüntülerle ana muhalefet liderini istifa ettirmeye kadar vardı. Demek ki mazlumluk-mağdurluk iktidara gelene kadar… Kimsenin yaşadıklarından ders almaya niyeti yok. Zalim bizdense sorun yok, işimiz zulümle değil, zulme maruz kalanın kimliği ile…

AKP iktidarında şüphesiz tarihe geçecek birçok dava gündemin merkezine oturdu. Ama bunların en başında geleni Ergenekon olarak anılanıdır. Davanın iddianamesi henüz kabul edilmemişti ama 15 Temmuz 2008 tarihli konuşmasında Tayyip Erdoğan kendisini bu davanın savcısı ilan etti. Darbecilerle hesaplaşma sloganıyla bu dava başlamıştı. Derin devletin tasfiyesi dillendiriliyordu.

Tayyip Erdoğan’ın 19 Ocak 2009 tarihli Savcı Zekeriya Öz’e destek konuşmasında söyledikleri: “Geçen akşam bir televizyon kanalında bir gazetenin bir mensubu ta İtalya’ya gitmiş. Temiz Eller operasyonunun savcısını bulmuş, onunla söyleşi yapıyor. Ne kadar güzel. Tamam da benim ülkemde bu operasyonu yapana da saygınız olsun. Niye ona durmadan vuruyorsunuz. Bırakın bakayım, nereye varacak bu işin sonu. Rahat olun. Hukuk içinde bu işler yürümelidir. Biz bugünleri değil, torunlarımızın yaşadığı Türkiye’yi düşünüyoruz. O Türkiye tertemiz olmalı, pırıl pırıl olmalı.

Ama gün geldi, devran döndü; bir zamanlar altına kendi makam arabasını tahsis ettiği aynı savcıya “bırakın bakayım, nereye varacak bu işin sonu” demedi. Çünkü işin ucu kendisine dayanmıştı.

“Ben bu davanın savcısıyım” dediği süreçte işlenen hukuk ihlallerinin sadece birkaç sene sonra bizzat kendisi ve danışmanları tarafından ifade edilmesi ayrı bir safhadır. Onun danışmanlarından birisi “Milli orduya kumpas kuruldu” açıklaması yaparken, kendisi de yaşanan hukuk skandallarına dair paralel filan diyerek hiç mesuliyeti yok gibi aradan sıyrılmaya bakmıştır.

Bugün gelinen noktada görünen odur ki, bir çuval açılmış ve devlet içinde miadı dolduğu düşünülen bütün unsurlar, Pensilvanya kontrolündeki “yeni derin devlete” yol verebilmek için kuru yaş demeden o çuvalın içine atılmıştır.  Devletin en gizli belgelerine kadar ele geçirildiği ve kozmik oda sırlarının yabancı istihbarat örgütlerine servis edildiği 17 Aralık sonrası oluşan hükümet-cemaat ayrılığında bizzat hükümete yakın kalemler tarafından dillendirilmiştir.

Peki bütün bunlar yaşanırken Recep bey ne yapıyordu? Bu işlerin savcılığını…

 

9) MUHSİN YAZICIOĞLU

SUİKASTI

Yakın tarihimizde yaşanan bu “karanlık” ölüm de AKP tarihinin en unutulmaz hadiselerindendir. Şimdilerde cemaat yazarları el altından AKP’yi itham edip, buna delil olarak Hayrettin Karaman’ın bir yazısını öne sürmektedir. AKP’nin kirli ve gizli işlerine dair fetvacısı olduğu ileri sürülen, zamanında Üstad Necip Fazıl tarafından sapkınlıkları ifşa edilmiş bu şaibeli İlahiyatçı, 19 Aralık 2013 tarihli Yeni Şafak gazetesinde yayınlanan “Türkiye’nin Dostları ve Düşmanları” başlıklı yazısında hiç gereği yokken sözü merhum Yazıcıoğlu’na getirmiş ve kelimesi kelimesine şunları söylemiştir:

“Mecellemizin 26. Maddesi şöyle der: ‘Zarar-ı âmmı def’içün zarar-ı hâss ihtiyor olunur’.

Gençler de anlasın diye günün diline çevirelim:

Kamuya (ve bu arada ümmete) ait zararı önlemek için bir şahıs, bölge veya gruba ait zarar göze alınır, sineye çekilir.

Siyasette olan selim akıl ve kalb sahiplerine de bu kuralı hatırlatıyor ve örnek olarak merhum şehid Muhsin Yazıcıoğlu’nu dua ile anıyorum.” (Hayrettin Karaman- Yeni Şafak, 19.12.2013)

Diğer yandan AKP’liler de merhum Muhsin başkanı cemaatin öldürttüğünü ima eder yayınlar yapmıştır. İngiliz istihbaratı, Vatikan gibi türlü yerler de işaretlenmektedir. Sonuç her ne olursa olsun, Türk topraklarında ömrünü bu millete adamış bir vatan evladı şehit edilmiştir ve bu hadise AKP döneminde yaşanmıştır. Kendileri yapmadılarsa aydınlatamadıkları için mesuldürler. Zaten arama kurtarma çalışmalarında yaşanan maskaralıkları derlesen hacimli bir kitap olur.

Kaldı ki, bu işi cemaat yapmış olsa bile, hadisenin olduğu tarih AKP ile cemaatin ikiz kardeşlik dönemidir ve bizzat Tayyip Erdoğan’ın itirafıyla “ne istediler de vermedik” dediği zamanlardır. Bu durumda, suikastta cemaatin parmağı olduğunu iddia eden malûm çevreye şunu sormak en tabii hakkımız: “Yoksa sizden istediklerinden birisi de Muhsin başkanın canı mıydı?”

AKP bu olayı aydınlatmadığı sürece zan altındadır. Eğer suikastı yapanlar yabancı servisler ise bu daha büyük bir vebal… Yönettiğini iddia ettiğin memleket coğrafyasında yabancı örgütler cirit atıyor, bununla da yetinmeyip, ömrünü memlekete hizmete adamış önemli bir siyasetçiyi dahi öldürebiliyorlar ve sen yüzyılın lideriyim diye hava basıyorsun öyle mi? Hangi yüzyıl liderinin yönettiği ülkede böyle ucuzluklar yaşanabilir?

 

10) GEZİ DİRENİŞİ

Binlerce senelik Türk tarihinde böyle bir toplu kalkışma yaşanmamıştır. 01 Haziran 2013 tarihinde Taksim Gezi Parkında ağaç yıkımına tepki olarak başlayan hadiseler, baruthaneye dönmüş memlekette bir kibrit kıvılcımı tesiri yaptı. 70 milyonluk ülkede mübalağasız her iki kişiden biri, hiçbir şey yapmasa dahi çanak çömlek çalıp olaya dahil oldu. Muhtemelen her üç yetişkinden birisi en az bir defa bilfiil sokaklardaydı.

Gezi olaylarının haklılığı veya haksızlığında değilim. Bu nereden baktığına göre değişir. Bu yazıyı ilgilendiren Gezi ve buna bağlı seyreden hadiseler karşısında Recep Tayyip beyin gerçekten enteresan tutumudur. Özellikle 14 yaşında polis tarafından vurulan Berkin Elvan’ın ölümüne dair bir soruya “borsa etkilenmez” cevabını vermesi tarihe geçecektir. Mantık şu:

“-Ne işi var o yaşta çocuğun gösteride?”

Bu sakat, bu ikiyüzlü, bu utanç verici mantığa sahip hiç kimse, yarın İsrail askerlerinin öldürdüğü çocuklar için yas tutmasın, Mısırlı Esma’yı ağzına alıp, Mavi Marmara şehidi Furkan’ın üstünden edebiyat yapmasın. Bu sadece ve sadece samimiyetsizliğinin tescili olacaktır.

Bir başbakan bir çocuk ölümüne “borsa etkilenmez” diye cevap veriyorsa ve devamında ülkede sadece bir tane can kaybı yaşanıyorsa bunun tek sebebi halkımızın sağduyusudur. Sen Türkiye’nin başbakanıysan Türkiye’nin acısını paylaşırsın. Paylaşamıyorsan da siyaseten paylaşmış gibi yaparsın.

Bir de “one minute” tiyatrosu var tabii. Ne diyordu: “Siz çocuk öldürmeyi iyi bilirsiniz.” Sende iyi biliyorsun Mösyö, sende iyi biliyorsun çocuk öldürmeyi.

Bir yandan ölen çocuklar karşısında bu zerre kadar merhamet tezahürü göstermeyen eski Türk filmlerinden fırlama Erol Taş duruşu; diğer yandan, “benim başörtülü bacıma saldırdılar, camiye ayakkabıyla girdiler” diye milyonlarca göstericinin ısrarla reddettiği hadiseleri yaşanmış gibi bozuk plağa sardırarak tekrar etmesi… Demek ki, böyle bir hadise gerçekten yaşansaymış, ondan mutlusu olmayacakmış. Lamı cimi yok.

30 milyonun diğer 30 milyonu gırtlaklaması pahasına, kendi hükümetinin keyfiliklerine karşı gelişen başkaldırıyı bir iç savaşa dönüştürme gayretine girişti. Sokaktaki isyancıların şuur altına başörtülülere saldırma düşüncesini zerk etmeye çabaladı. Adeta başörtülüleri kendi koltuğunun önünde canlı kalkan yapmaya heveslendi. “Yok öyle bir şey” denildikçe “var” ısrarının başka açıklaması yok. Başörtülüler başkası tarafından değil, bizzat Başbakan eliyle hedef gösterilmiştir.

Sadece insanlık sınavından sınıfta kalmadı, o günlerde politik aklını da büsbütün yitirdiğinin işaretlerini verdi. Böyle durumlarda toplumu sakinleştirmek, sükûnete davet etmek ülkeyi yöneten kişilerin görevidir. Siyaseten bile olsa bu yapılır.

Gezi ve devamında akseden hadiseler boyunca Türkiye’de iktidarın yapması gerekeni muhalefet, muhalefetten beklenecek refleksleri ise sayın başbakan sergilemiştir. Başbakan göstericilere karşı halkın kendisinden olan kesimini kışkırtmakla meşgulken, istisnasız bütün muhalefet vatandaşı birbiriyle çatışmaktan alıkoymak için takdire şayan demeçler vermiş ve gayret göstermiştir.

Şunun altını tekrar çizelim: Türk tarihinde sadece sivillerden oluşan bir gücün otoriteye bu çaplı bir başkaldırısı ilk defa olmuştur. 12 Eylül 80 öncesi de halk sokaklardaydı. Ancak o dönemde meydana çıkanların ana hedefi mevcut hükümetler değil, karşı tarafı imha etmek, etkisizleştirmekti. Daha ziyade üniversite ve gençlik kesiminde “kahrolsun faşistler”, “komünistler Moskova’ya” dövizleri etrafında birbirleriyle boğazlaşma… Oysa Gezi’den sonra yurt çapında gelişen hadiseler ne Alevi-Sünni kavgası, ne Türk-Kürt dalaşması, ne başka bir boğuşmaydı. Sokağa inenler iktidara oy veren halkın diğer bölümünü hedef almadı. 10 milyondan fazla insanın her gece meydanlarda olduğunu varsayarsak, büyük resimde bunu net olarak ifade edebiliriz. Bir saldırı olduysa da, Palalı misali, iktidar cephesindendir.

Gezi bir iç savaş değil, hükümete karşı toplu kalkışmadır. İşin bir iç savaş boyutuna gelmesi için çabalayan da, asıl buna engel olma mevkiinde bulunan başbakandır maalesef.

Bu hadiselerin bize fısıldadığı şudur: Halk isyanlarının mantığı olmaz, nerede, nasıl başlayacağını kimse bilemez. İş olaya bir tarafından müdahil olabilmek ve kitleyi yönlendirebilmekte…

Ahmet Hamdi Tanpınar bir yazısında “Baudelaire’nin ‘Le Balcon’ şiirinde aşk yoktur, aşkın dekoru vardır; fakat imaj o kadar güzel tertip edilmiştir ki aşkı görebiliriz” diyordu. Bende bundan mülhem naçizane diyorum ki; Gezi Parkı’nda devrim gayesi (fikir) yoktur, devrimin dekoru vardır.

Gerisini siz tamamlayın.

 

11) 17 ARALIK

HIRSIZLIK

OPERASYONU

ve PARALEL DEVLET

17 Aralık 2013 tarihinde Cumhuriyet tarihinin en büyük yolsuzluklarından birisi ifşa oldu. Fetullah Gülen’le senelerce ayran içtikten sonra ayrı düşen Hükümet, dershaneleri kapatma hamlesine karşılık yaptığı birçok hırsızlığın ifşa edilmesiyle afalladı. Devamında “yavuz hırsız ev sahibini bastırır” diyerek karşı saldırıya geçti ve “paralel devlet” adını verdiği Fetullahçı örgütlenmeyi büsbütün tasfiyeye girişti. Onların kendi aralarındaki dalaşmaları bir yana, yaşanan dolandırıcılığın, yolsuzluk ve talanın boyutları çok büyük… Bu meseleyi daha kapsamlı olarak bir başka yazımıza saklıyoruz. Şimdilik şu kadarını söyleyelim:

Yağmayı görmezden gelmenin üstün strateji ve hırsıza sahip çıkmanın vatan mücadelesi addedildiği korkunç günler yaşadık ve yaşıyoruz. Ortalama 1000 lira maaş alanlar, 1 milyar lira civarında soygun ve vurgun yapanları savunuyor. Bu korkunç bir akıl tutulması…

Gezi olaylarında “polisimiz destan yazdı” diyen ve polise halka sıktığı mermiler, öldürdüğü insanlar, gözünü kör ettiği gençler karşılığında 24 maaş değeri ikramiye verenler, aynı paralel yapının ucu kendilerine değdiğinde, hukuki süreç filan dinlemeden, olay sabahı emniyet müdürlerini, operasyona adı karışan herkesi görevden alma ve dosyadan el çektirme yolunu seçti.

İşin “paralel” yanı malum zaten ve ayrı bir tetkik konusu… Bu “karanlık” paralar Halkbank üzerinden değil de, Bank Asya üstünden geçiş yapsaydı ne bu operasyon olur, ne kardeşlik biterdi. Şimdi halen kafa kafaya vermiş ve hangi muhalifin ayağını kaydıracak operasyonlar yapalım diye nokta atışı komplolar kurgulanıyor olurdu.

İşin paralel cephesi ne kadar açık bir vaka ise, hırsızlık boyutu da o kadar göz önünde ve malumdur. “Montaj” ve “dublaj” edebiyatıyla örtülmeyecek kadar apaçık realite… Hırsızlığı ve yağmayı yok sayarak, üstünü örterek yapılan bütün siyasi analizler hırsızlık ve yağmanın bir parçası olmaktır. Suç ortağı olmaktır. Hırsız olmaktır.

 

12) SOMA

Hadiseyi ilk duyduğumda bu çapta büyük bir facia olduğunu tahayyül edemesem de, kendi kendime ilk tepkim şu olmuştu: Şimdi sorumluluk mevkiinde bir yavşak çıkıp, daha önce bir başka maden kazasında dedikleri gibi “güzel öldüler” derse hiç şaşırmam.

Öyle ya; bu ülkede “güzel yaşamak” onlara, “güzel ölmek” garibana yakışıyordu.

“Hafıza-i beşer nisyan ile malûldür” demiş eskiler. Unutmak maalesef bizim en zayıf yanımız. 2010 senesiydi. Karadon Maden Ocağı’nda 17 Mayıs’ta meydana gelen grizu faciasında 30 işçi hayatını kaybetmişti.

Başbakan Erdoğan ise o facianın ardından,”bu mesleğin kaderinde var” beyanında bulunmuş; asıl skandal ise dönemin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer’den gelmişti:

“Güzel öldüler. O konuda ben acı çekmediklerini ve fizik olarak da güzel öldüklerini buradan rahatlıkla söyleyebilirim.

(…) Bütün işçilerimizi ailelerine teslim ettik. Hepsi defnedildi, hepsi huzur içindeler.”

Kafa bu olunca kimden ne beklersin? Şimdi bu tür durumlarda, serbest piyasa ekonomisine teslim olmuş ve bunun iç şartlarını oluşturmuş bir takım batı ülkelerinde dahi devlet ve hukuk denilen aygıtın büyük sermayeden yana olması ve yaşanan faciayı “doğallaştırmaya” çalışması şaşırtıcı değildir. Ancak yine bu ülkelerde aynı şey bir daha yaşanmasın diye gerekli tedbirler hemen alınır ve kamuoyunun önüne de birkaç kurban atılır. Bu da genellikle sorumlu bakan ve birkaç yetkili bürokrat olur. Olay kamu vicdanının infialine engel olacak “yumuşaklıkla” geçiştirilir ve sermayenin itibarını koruma adına iş güvenliği tedbirleri en ince noktasına kadar alınır.

Yani devletin ticari ve endüstriyel işletmelere belli teşvikler sağlayıp, onların daha fazla kâr etmelerini sağlama ve buna bağlı olarak ülke içinde mevcut refahı arttırma politikası ile; yine devletin bahsi geçen ticari ve endüstriyel işletmelerde çalışan vatandaşların sağlık ve güvenliğini sağlama sorumluluğu arasında bir çatışma vardır.

Bu iki politika arasındaki dengeyi sağlama görevi hükümetlerindir. Soma Holding’in Türkiye’nin en büyük ikinci gökdelenini diktiği bir yerde, ikinci politikanın ne kadar geçerli olduğunu görebilmek zor olmasa gerek.

Sadece madenlerde değil, taşeronlara bağlı çalıştırılan bütün işçilerin sosyal güvenceleri ve güvenlikleriyle ilgili sıkıntılar var. Birçoğu sigortasız çalıştırılıyor. Keşke böyle bir acıdan ders çıkarıp zor şartlarda çalıştırılan işçilerin hakları verilse; iş güvenliği ile ilgili ciddi anlamda önlemler alınsa… Keşke diyorum çünkü AKP’nin bu tür hadiselerde hükümet olarak sorumluluğu ört bas edildiği müddetçe iki gün sonra kimse bunları konuşmuyor olacak ve madenci yakınları acılarıyla baş başa kalacak. Nitekim Soma sonrası olanlar aynıyla budur.

“Bu mesleğin kaderinde maalesef bu var. Bu mesleğe giren kardeşlerim bunu bilerek giriyorlar.” Recep bey söyledi. Bu zihniyet mi gerekli önlemleri alıp can kaybını ve kaza riskini minimuma indirecek

AKP her zaman olduğu gibi “ölümler üstünden politika yapmayın” edebiyatıyla kendisini aradan sıyırmaya bakıyor. Bu acıdan rant elde etmeye bakanlar varsa yazıklar olsun. Ama bu acının sorumlularını bilerek görmezden gelmemizi de kimse beklemesin. Bu acının siyaset üstü olması sorumluluğu olan siyasilerin sorumluluk payını görmezden getiremez. Bu dünyada gücümüz yetmezse öbür tarafta iki elimiz yakalarında olacak.

İngiltere’de 1862’te 204 kişi öldü diyor. Japonya’da 1914’de 600 işçi öldü diyor. Ölümler bu işin doğası diyor. Lan sene olmuş 2014. Sen ne içtin arkadaşım; bu neyin kafasıdır?

İşçi bayramlarını engellemek için gösterdikleri azim ve kararlılığın, çok değil, sadece yarısını işçi ölümlerini engellemek için harcasalardı, bugün yüzlerce vatan evladını kaybetmezdik.

Bir zamanlar mitinglerde, “Dicle’nin kenarında bir keçi kaybolsa o benden sorulur” diye bas bas bağırıyordu. Keçi onun olsun; ama Soma’da ölen yüzlerce madenciyi kimden soracağız? Bunun vebali kimin üstünde, kader deyip kapatalım mı bu cinayeti?

Bazı akaid kitaplarında şöyle yazar: “Kader bir itikat meselesidir; amel meselesi değil.” Oysa siyaset başlı başına bir amel meseledir. Mesuliyet yeridir. Böyleyken, sorumluluk mevkisinde olanların ihmalden kaynaklı ölümleri “kader” diyerek kapatmaya çalışması cinayetlerin en büyüğü… Dini bir terminolojiyi en olmaz yerde kullanmak bizzat dine ihanet.

İşçilerin ölümü kaderse” sen “ niye korumasız gezip kaderine razı olmuyorsun? Ardında, önünde, sağında ve solunda bir koruma ordusu var. Razı ol kaderine ve bırak kendini. Protestodan çekiniyorsan “bu işin doğasında var.”

İcra mevkiindeysen kader deyip kapatamazsın. Normalde 130-140 dolara mâledilen kömürün seçim yatırımı olarak bedava dağıtılma amacıyla, taşeron işçi kullanarak ve o insanlar boğaz tokluğuna öldüresiye çalıştırılarak 23.80 dolara mal edilmesiyle övünülüyorsa burada her türlü halt yenmiştir.

En büyük iki kömür üreticisi ülke Almanya ve Türkiye… Son 30 yılda Almanya’da iş kazası nedeniyle ölen madenci sayısı sadece 3 iken, şu son Soma faciasından önce Türkiye’de bu rakam 1300 civarındaydı. Ne yani, kalbinde Allah korkusundan eser olmayan bu aşağılık zihniyet bizden “kader”in coğrafyası olduğunu mu düşünmemizi istiyor?

Öyle bir ülkeyiz ki, cenaze evinde cenaze sahipleri dövülüp tehdit ediliyor. Devletin kanalı ölen kardeşlerimiz için değil; hükümet aklamak adına “Çin’de de böyle şeyler oluyor” diye haberler yapıyor. Tek aldıkları tedbir Gezi parkını kapatmak, Taksime çıkışı engellemek… Kendi halkına ateş emri verenlerden insanlık bekleyen varsa uyansın artık.

 

NETİCE:

MÜSLÜMANLIĞIN TAYYİP’LE İMTİHANI

En ağırıma giden de, bunların İslâm’ı temsil ettiği algısıyla oluşan zihniyet kayması ve buna bağlı çarpık yorumlar… Bunların dine hizmet iddiasıyla politikaya atılmalarına rağmen, İslâm’a en azılı din düşmanlarından daha fazla zarar verdiğini; mevcut politik tablo içinde İslâm ahlâkına bunlar kadar yabancı hiçbir zümre olmadığını gücün yeterse bıkmadan usanmadan yaz!

Hani çeşitli platformlarda “Müslümanların modernizmle imtihanı” vs şeklinde içi boş veya dolu bir sürü tartışmaya şahit oluyoruz ya… Şu yaşadığımız kesite ileride tarihçiler “Müslümanlığın Tayyip’le İmtihanı” adını vereceklerdir. Ne yazık ki, bu imtihanda çok kişi sınıfta kaldı.

Allah bir kere şaşırtmaya görsün. Zamanında bazı din büyükleri tevekkeli şu duayı etmemiş: “Allah’ım, sen bizi para ve güç ile imtihan etme!”

 

Gökhan Yamangül

Kaynak: ADIMLAR Dergisi, 1. Sayı, Shf: 28-38

Bir Cevap Yazın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Adımlar Dergisi sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et