SOYSUZ EDEBİYAT
Bir köke bağlanmayan, temelsiz, dayanaksız, geldiği ve gittiği istikâmet belirsiz her meseleye “soysuz” damgası vurulsa yeridir. Soysuz felsefe, soysuz ideoloji, soysuz tarih, soysuz iktidar, soysuz muhalefet, soysuz edebiyat ve tabii soysuz insan…
Bugünün edebiyatı soysuzdur. Çünkü edebiyatın kökleri insan ruhunun derinliklerindedir. İnsanı bütün sıcaklığı ile duymanın, bütün realitesiyle yaşamanın yolu edebiyattan geçer. Edebiyat, insan ruhunun derinliklerinden aldığını yeni bir terkip içinde ona iade eder ve şahsiyeti beslemenin, insanı tanımanın ve zenginleştirmenin başlıca unsurlarından birisi olur. Soylu, hâlis edebiyat budur.
Gerçek edebiyat laf kalabalığı değil, “güzellik usulüyle” mesele konuşmanın ilmidir. İnsanın her meselesi edebiyatın meselesidir. İnsan, “Allah’ı arayış çilesi” çekiyorsa, edebiyatçı da arayacaktır. Buna bağlı olarak kendisini ve kâinatı anlamlandırma kaygısı taşıyacaktır. İnsanın, çocukluğu, ailesi, çevresi, hatıraları, coğrafyası, memleketi, tarihi, içtimaî ve iktisadî şartları vardır. Edebiyatçı, bunları hususi bir tarz etrafında, bütün samimiyetiyle yaşıyor ve yaşatıyorsa ona saygı duyarız. Biz, klasikleri bunun için seviyoruz.
İnsan; cesaret, coşku, öfke, hasret, korku, ıstırap, ihtiras, imân, şüphe, yalnızlık, neşe ve komiklik hissi gibi şahsiyet unsurlarından oluşan bir yumaktır. Büyük, soylu eserler bu duygu damarlarından beslenir. Homeros’tan Shakespeare’e, Yunus’tan Fuzuli’ye, Goethe’den Necip Fazıl’a,Balzac’tan Salih Mirzabeyoğlu’na kadar hangi dehânın eserine el atarsanız, bütün realitesiyle insanı anlamaya ve çözmeye çalıştıklarını, belli bir ahlâk telâkkisi etrafında ona hak ettiği değeri vermeye dönük bir hamle üzerinde bulunduklarını görürsünüz!
Meselâ Shakespeare’in eseri “entrika” üzerine kuruludur; Balzac’ın romanı ise “ihtiras”… Dostoyevski, ıstırabın haritasını çizmiştir. Shakespeare, “entrika” dürtüsünün kıskacındaki insan trajedisini yazarken, bir yandan kötüyü teşhir etmiş, diğer yandan da dürüstlüğü, aşkı, sadakati, yüceliği idealize etmiştir.
Salih Mirzabeyoğlu ise yüzyılı kuşatan dev eserini “ben kimim” ve “ölüm nedir” sorusu etrafında kurar. Bu soruların çevresinde bütün bir insanlık vardır. Batılı bir tarihçi Martin Luther için, “O’nun kelimeleri yarı savaş demektir” diyor. İBDA Mimarı’nın kelimeleri savaşın tâ kendisidir. Kötü, yanlış ve çirkin üzerinde iyi, doğru ve güzelin irade kurma aksiyonudur. Hani Clausewitz savaşı, “düşmana irademizi kabul ettirmek için bir kuvvet kullanma eylemi” diye tarif ediyor ya!.. Onun kelimelerinde böyle bir atom enerjisi saklıdır. “Parça – bütün” ilişkisinde yeri olmayan tek bir ifadesini gösteremezsiniz.
1940’lı yıllarda Orhan Veli ve arkadaşları yüce duygularla alay edip, edebiyattan “şairaneliği” kovdu. Oysa belli kumaşı olan insanlardı. Sevimli yanları vardı. Muhtemelen işin bu noktaya geleceğini kendileri de tahmin etmiyordu; ama onların açtığı kapıdan her türlü bayağılık girdi.
Günümüz yazı hayatının ekseriyetinde bizi ürpertecek, ruhumuzun el değmemiş yanlarını eğitecek ve onları hayatın içine sokacak, dünyamızı zenginleştirecek tek cümle bulamazsınız. Edebiyat, ifâdeyi şişkinliğinden arındırma sanatıdır. Bunlar ise yalnızca lâf kalabalığı yapar. İçimizde uyuyan nice asil duyguyu uyandırmak için bir satır su serpmezler. Yaşamayan yaşatamaz. Soysuz kalemlerden soylu eserler bekleyemezsiniz. Edebiyat soysuzlaştıkça insanımız ondan tiksinmeye devam edecektir.
İnsana değer vermeyen, onun maddî manevî meselelerine sırt çeviren, orijinal bir kafa ve köklü bir kültüre dayanmayan, inanmadığı değer ve hissetmediği duyguların ticaretiyle beslenen edebiyat “SOYSUZ” edebiyattır ve ulûfeyle, bahşişle yaşayan besleme yazarlara ancak böylesi yakışır.
Ahlâk ve şahsiyet savaşı vereceğimiz cephelerden birisi de edebiyattır.