ALEA IACTA EST – MAHMUD EFENDİ’Yİ ZİYARET
Marifet Derneği ziyareti için yola çıktığımızda aklımda iki endişe vardı. Birincisi ve daha usule yakın gibi duranı, tarikat bağlıları ile geçeceğim ilk yakın temas olacak olmasıydı. Elbette şu veya bu tarikata mensub birçok tanıdığım var. Lâkin ben bu insanları kendi sosyal çevremin şartları altında tanıyorum. Bu defa ise bir dergâha gidiyordum ve nasıl bir ünsiyet oluşacağını merak ediyordum. İkincisi ve daha esasa yakın olanı ise Allah’ın veli bir kulu olduğuna inandığım bir Arif-i Billah‘ın huzuruna çıkacak olmamdı. Bu ikinci endişem de iki farklı sebebe dayanıyordu. İlki, genel olarak tarikat tipi cemaatleşmeler hakkındaki fikrimdir. Bence bir toplum için en ideal yapılanma tarikat tipi yapılanmadır. Lâkin bir kâidedir ki, doğru şartlarda en ideal olabilecek olan bir şey, şartlar doğru oluşmadığında her şeyden beter olabilmektedir. Misâlen, doğru bir usulle yaklaşıldığında insanı iyi, doğru ve güzel kılacak olan Kur’an, usul sapması yaşandığı ânda ya inkâra ya da en sapkın toplulukların ellerinde yükselmeye maruz kalmıştır. Diğer sebeb ise, daha genç yaşlarımda iken, şimdi görüşecek olduğum Mahmud Efendi‘ye olan menfî bakışımdı. Şimdi olduğu gibi o zaman da incelikleri idrake dair ciddi eksikliklerim mevcuttu. İnsanın tekamülü ise her şeyden önce, gözün ilk gördüğü forma göre hüküm biçmemesinde kendisini gösterir. Sır idraki ve meçhul hürmeti…
Aklımda böyle düşüncelerle külliyeye doğru yaklaştık. Denize yaklaştıkça nem miktarının artması ve bu artışın, varılacak yerden alâmet belirtmesi gibi her adımda merkeze doğru akan cübbeli ve sarıklı kardeşlerin de sayısı artıyordu. Ana caddeden saptığımız ve sonu külliyeye varacak olan yola girdiğimizde aklıma Sezar geldi. Meşhur 13. Lejyon’unun başında Roma’ya doğru yürürken, dinî ve dünyevî yasalarla muhkem bir şekilde yasaklanmış olan sınırı, Rubicon Nehri’ni geçtiğinde başlıkta geçen ifadeyi mırıldandığı rivayet olunur: “Zarlar atıldı“, artık geri dönüş yoktur.
Belki bazı kişilerde “alt tarafı bir yeri ve bir insanı ziyaret edeceksin” şeklinde bir anlamazlık belirebilir. Aklı analitik bir düzlemde çalışan ve en sevdiği ilimler mantık-matematik olan biri olarak, metafiziği dahi mantığın ilkeleri ile sıkı bir disipline sokan Hükemâ’ya olan sevgim anlaşılmaz değildir. Âyetin bildirdiği hikmettir ki, “Herkes kendi meşrebince iş görür”… Yani bu ziyaret benim adıma mühim bir “psikolojik sınır ihlali” belirttiği gibi ayrıca orada sadece kendimi temsilen bulunmadığım da hatırda tutulmalıdır. Ayrıca, gerçek bir İNSAN’ın ne demek olduğunu anlayamayacak olan kabalarla bir işimizin olmadığını da bu vesile bir kere daha söylemiş olalım. Her gün Kâbe’yi göre göre artık su deposu muamelesi çekenlerin hâlinden de beter bir şekilde, üstelik Efendi’yi görmeden âşinâlık taslayanların misâli yanında uzun yıllardır hizmetinde bulunanların ilk günkü heyecanla hizmet ettiklerini yazmak, üzerime bir borçtur.
Sapağın sonlarına doğru külliye binaları gözükmüştü ki, görevliler nazikçe aracımızı durdurdu. Kim olduğumuzu ve nereden geldiğimizi bildirince hem haberdar olduklarını anladık hem memnuniyetlerini de gizlemediler. Bu ziyaretin öncesinde ve sırasında en çok emeği geçen Abdülkadir Hoca bizi güleryüzlü bir samimiyetle karşıladı. Evin hemen dışında çaylarımızı içerken kendi aramızda konuştuk. Hepimizin ilk izlenimi, külliyede görevli bulunanların genç ve nizamlı oluşuydu. Hatta öyle ki, bu gençlik ve nizam şuuru merkezden muhite doğru yayılmış bir şekilde ziyaretçilerde de bulunmaktaydı. Ciddi bir kalabalık, caddenin iki tarafına doğru çekilmiş şeritlerde tam bir düzen ve sessizlik içinde bekliyordu. Birkaç dakika içerisinde iç avluya davet edildik. Avludaki kameriyede bizi Şefik Kocaman Hoca karşıladı. Daha selamlaşma ve hâl-hatır faslı bile bitmeden ziyarete beklendiğimiz söylendi. Merdivenleri çıktığımızda karşımızda Muhammed Keskin Hoca’yı gördük ve onun refakatiyle Mahmud Efendi’nin odasına girdik. Gözucuyla baktım, bir koltukta oturuyordu ve yüzü bize dönük değildi. Fırsattan istifade, oturana kadar biraz daha bakabildim. Birtakım çevrelerce kasıtlı olarak her anlamda hasta diye lanse edilen bu büyük insanın gayet sıhhatli ve son derece bakımlı olduğu apaçıktı. Karşısına otururken Kumandan Mirzabeyoğlu‘nun Mahmud Efendi’yi ziyareti hakkında yazdığı yazı hatrıma geldi. Kendisine refakat edenlerin yol boyu Efendi’nin hastalığından (ki sanırım akıl hastası demek istiyorlardı) dem vurmalarına mukabil bir Allah dostuna nasıl yaklaşılması gerektiğini anlatan bir yazıydı.
Hele ki Efendi’nin avucunda dikkat ettiği bir damara dair söylediği hikmetleri düşündüm ve ürperdim. Tam bu sırada Muhammed Keskin Hoca, Efendi’ye “Salih Mirzabeyoğlu’nun arkadaşları sizi ziyarete gelmişler Efendim” dedi. O an Efendi, çok tatlı bir tebessümle gözlerini bize çevirdi ve memnuniyet ifade eden baş hareketiyle bizi süzdü. Biz zaten oradaki varlığımızı kendi nefsimizden bilmezdik de, Efendi’nin o tavrı, hükmü ayrıca perçinlemiş oldu. Bugün kimselerin itibar etmediği temsiliyet ve mesuliyet şuurunu kime nasıl anlatmalı?
Huzurdan çıkarken odanın bir köşesinde sevenlerinin görebilmesi için büyük bir cam yapılmış olduğunu farkettim. O camın ardından Efendi’yi görüp geçişlerindeki nizamı yine belirtmem gerekir. Muhammed Keskin Hoca’nın refakatinde bir alt katta başka bir odaya geçtik. Orada kendisine sorular sorduk ve sohbet ettik. Bütün merak ettiklerimize cevap verdi ve her şeyden önce, “söyletmeyin, vurun!” şeklinde özetlenebilecek linç kültürüne olan haklı isyanıyla kendisine samimi bir şekilde sorulmasından memnun olduğunu söyledi. Namaz için çağırıldığında biz de müsaade isteyelim diyecek olduk ki az daha azar işitecektik: “Hayır sizi bırakmam, hemen namaz kılıp geliyorum.”
Beraber gittiğimiz heyet adına da rahatlıkla söyleyebilirim ki, hiçbirimiz zaten kalkmayı istemiyorduk. Muhammed Keskin Hoca ve Abdülkadir Hoca ile beraber Külliye’yi gezmeye başladık. İlk dikkatimi çeken, inşaatı devam eden Mahmud Efendi Camii’nin Selçuklu usulü mimarîsi oldu. Bütün işlerini rüşvet ile görmeye alışanların artık başka türlü bir ihtimalin varlığını dahi unutmaları neticesi olarak Allah’a rüşvet verir gibi yıkmadıkları cami, hem merkez kubbenin hem onun etrafındaki küçük kubbelerin zarif kıvrımları ile beraber harikulâde denilebilecek el işi oymalarıyla Semerkand-Buhara hattının zevkini ve kültürünü yansıtıyordu.
Külliye boyunca belirli noktalara kondurulmuş kitabelerde Şeyh Edebali’nin, Ertuğrul Gazi’nin ve Osman Gazi’nin hikmetli sözleri ile Marifet Derneği’nin amblemindeki birbirine doğru kıvrılmış üç hilâl, iç avlu düzeni ile inşa edilmiş evler ve cami mimarîsi ile beraber düşünüldüğünde, nisbet edilen meşrebi kolayca ifade eder. Yıkıcılar tarafından herhalde “Allah’a ait olmadığı” zannedilen medrese ve diğer binaların yıkıntıları arasından geçerken bu durumun bir fazilet nişanı şeklinde taşınması gerektiğini düşündüm. Belki her zorluk hakikati vacib kılmaz ama her kolaylık bâtılın vacib şartıdır.
Yeni durağımız, Marifet Derneği’nin idarî binası ve medreselerin olduğu tesis… Dünyanın birçok bölgesinden talebelerin sınıflarına kadar girdik, her şeyi güzelce düşünülmüş bulduk. Sonra derneğin binasında, medya faaliyetlerinin teknik hazırlığının yapıldığı orman manzaralı teras katındayız. Şefik Hoca’yı da burada buluyoruz. Adımlar’ın haberinde de belirtildiği üzere, ikram ve nezaketten mahcub bir hâlde tekrar sohbete dalıyoruz. Derneğin talebe eğitimi dışındaki ilmî faaliyetlerini sorduğumda çocuk eğitim setinden, telif eserlere; Efendi’nin kendi eserlerinden, farklı dillerde basılmış hayat hikayesine kadar birçok eser getirildi. Hemen belirtmem gerekir ki, ben Türkiye’de, hangi cenahtan olursa olsun, böyle bir baskı, kağıt, cilt ve mizanpaj kalitesi görmedim. Yine birçok dilde hazırlanmış olan, Efendi’nin belgeselini de izleme imkanımız oldu. Bahsettiğim bütün bu kalite, bir imkân meselesi sanılmasın, bu bir izan meselesidir.
Karşılandığımız samimiyetle ve karşılıklı tekrar görüşmek niyetiyle uğurlandık. Ben Mahmud Efendi’nin burada 11 senedir yaşadığını bilmiyordum. Zannediyorum kamuoyunda oluşturulmaya çalışılan algı da, çok daha kısa bir süredir burada olduğu şeklinde ve içine bir miktar cebir niyeti de gizlemeye çalışılarak oluşturuluyor. Hâlbuki bana sorarsanız, ben bütün bu gençlik, heyecan ve nizamı, köhneleşmiş ruhlara karşı Efendi’nin bir hamlesi olarak görürüm. Kumandan’ın ifadesiyle, “hünerlerin emrine sunulacağı kişi” olması gereken lider, bugün tam tersi bir anlayış seviyesiyle “üzerine yük bindirilecek kişi” olarak görülüyor. Yük olanların, artık kendilerinden kurtulunduktan sonra kurtulana olan öfkelerini, eski yerlerini dolduranlara yöneltmesi ucuz ve eski bir usuldür.
Bir kere de buradan, Marifet Derneği hizmetlilerine, zarif mihmandarlıkları ile beraber, Efendi’nin etrafında “Peygamber terliği” ticareti yollu Hıristiyan mistisizmi, ruhbanlık ve fitne örenlere mukabil edeb ve nizamdan müteşekkil bir hâle ördükleri için teşekkür ederim. İfade kalıbını Üstad’dan alarak ziyaret için de derim ki, hürlerin karşılıklı tebessüm ve tokalaşması, köle sürüsünü ne kadar ürkütse yeridir. Allah bereketlendirsin…
Cem TÜRKBİNER – ADIMLAR