Hür Savaşçı’dan Notlar -4: MARKS’IN HAYÂLETİ

Hür Savaşçı’dan Notlar -4: MARKS’IN HAYÂLETİ

Yoğun geçen bir iş gününün ardından erken paydos yapmış olarak, tren ile eve doğru yola çıkmıştım.

Pek kimselerin olmadığı bir bölümde dörtlü koltuk yerine rahatça kurulmuş, müzik dinlerken, yan koltukta duran gazetelere gözüm takıldı. Ana sayfasında kocaman bir Karl Marks resmi olan Die Zeit’i, yâni Alman “Zaman” gazetesini uzanıp aldım. Resmin yanına büyükçe “Hatte Marx doch recht?” (Yoksa Marks haklı mıydı?) manşetini atmışlardı.

Liberal ve Batı zihniyeti ile donatılmış bir yayın organının durduk yere “enişte öpmesi” misâli, böyle bir meseleye el atması ister istemez merak uyandırmıştı. “İşte, Hür Savaşçı’yı ziyaret için bir sebep” düşüncesinin verdiği sevinçle telefona sarıldım:

 

Merhaba efendim, inşallah iyisiniz?

Hamdolsun, teşekkür ederim. Sen?

 

Çok şükür. Bugün başka bir programınız yoksa eğer yanınıza uğrayacaktık.

Maalesef bugün olmaz. Kızımdan bahsetmiştim, kendisi bir toplantıya katılmak üzere yakınlara geliyor. Bu akşam kalacağı Hotele gidip uzun bir zamandan sonra hasret gidereceğim. Dilerseniz hafta sonu gelin.

 

Anlaşıldı efendim. Adınıza sevindim. Peki, şimdi zamanınız varsa, bana telefonda eve kadar eşlik eder misiniz?

 Zevkle!

 

Az önce “Die Zeit” gazetesi buldum trende. Karl Marks’ın resmini koyup “yoksa haklı mıydı?” manşetini atmışlar.

Atar köftehorlar. Bende gördüm. Eski bir komünistmiş Die Zeit yazarı. Şimdiki sağcıların delice savunduğu Serbest Piyasa meselesini zamanında Marks‘ın desteklediğini, bunu kendi sistemi etrafında ve kapitalizmin ortalığı İhtilâle daha verimli bir şekilde hazırlayabileceğini düşündüğü için yaptığından bahsediyor. Sonra da, “bugün Marks’dan neler öğrenebiliriz?” çerçevesinde, açgözlü yöneticileri, haksızlığa uğrayanların çığlıklarını, horlanan ve unutulanların ayaklanmalarını önceden gördüğünü falan… Serbest piyasaya insan düşüncesinin en ileri noktası olarak iman etmiş, dini kitabı para olan kapitalist beslemesi çevrelerin çıldırdığına, Die Zeit‘ın ne yapmak istediğini sorguladıklarına eminim.

 

Neden böyle bir çıkış yapmış olabilirler?

Neden olacak? Marks‘ın meşhur sözünü de araya sıkıştırmışlar: “Bütün bildiğim, Marksist olmadığımdır!” Yâni, “merak etmeyin, Marks’tan ne alırsak alalım bizde Marksist olmuş olmayız!” mânâsına… Batı, Sistem ve Düzen olarak bir çıkmazın eşiğinde… Tıkanmış vaziyetteler. Yeni bir şey için kafa patlatıp çilesini çekecek bir çıkış fikirleri kalmadı. Bütün kurşunları tükendi. Daha doğrusu kafa patlatıp çilesini çekebilecekleri gerçek bir çıkış noktası ve nihayet gaye noktasını tespitten mahrumlar. Bu, kelimenin tam anlamıyla “dehşet!” bir şey.

Öyle ya, “çıkış noktasını” tespit edemeden “varış noktasını”, gayeyi, hedefi nasıl tespit edeceksin? Yahut tersi; idealize ettiğin “varış noktasına” erişebilmek için, çıkış noktan nedir?

İşte, Kumandan Mirzabeyoğlu’nun “sebebi neticeye bağlayan sır”, “aradığının ne olduğunu bilmeden, bulduğunu nereden bileceksin?” mânâsında ifade ettiği hikmetleri hatırlatan meselelerden biri.

Öyleyse “sebebi neticeye bağlamak” kabilinden İBDA’nın bütün insanlık adına ortaya attığı davayı hatırlayalım: Yaşanmaya Değer Hayat Nedir?

Bütün davalar bu hedef etrafında iddiada bulunur, bulunmalıdırlar! “Netice”, “gaye”, “hedef” nasıl tanımlarsan tanımla, “yaşanmaya değer hayat”tır.

Marks veya kendisi etrafında yorumlanan Marksizm, gerçekten “yaşanmaya değer hayat”a dair bir çözüm arayışı ile dikkat çekmiş bir sistemdir. Hatta Üstad Necip Fazıl’ın ifadesiyle “tam bir sistemdir”! Biliyorsunuz, bu çerçevede Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’da 29 Kasım 2014 tarihli konferansında çeşitli değerlendirmeler yapmıştı.

Marksizmin “yaşanmaya değer hayat” için teklif ettiği sistem ezilen ve sömürülenlerin, ezen ve sömürenlerden hakkını alması ve teşekkül edeceğini öngördüğü sistem içerisinde herkesin eşit haklara sahip olabilmesini öngörmekteydi. Tabiî buradaki “eşitlik” insan unsurunu temel alınca bir ezilme müşterekliğini ifade ettiği tüm pratiği ile meydandadır.

Bugün geldiğimiz noktada, özünde “yaşanmaya değer hayat” hedefi olan hiçbir dünya görüşünün en azından kendi zaviyesinden “yaşanmaya değer hayat”ı sistemli bir şekilde pratiğe geçirebilmesinin mümkün olmadığı ortaya çıkmıştır. Veya “pratik imkânı” bulan sistemlerin insanlık adına ne büyük bir zulme yol açtıkları. Zira “pratik” imkânı bulamamış hangi dünya görüşü var? Dolayısıyla Arnold Toynbee’nin dediği gibi; denenmemiş bir tek İslâm kaldı!

Bu Batı için böyle ve dünya, böylesi bir sürecin içerisinde.

 

Sanırım Trump’a da bu yüzden düşman kesiliyorlar. Değişim kaçınılmaz. Yeni Dünya Düzeni başlarına yıkılıyor ve bunu hissediyorlar, ama hakiki bir değişimi de istemiyorlar. Bu yüzden, ellerinde avuçlarında ne varsa sömürmek fırsatçılığına, kolaycılığına kaçıyorlar.

E, bu da “fazilet”e nisbet “hazcılık”ı idealize eden Batı için tabii bir atılış. Yani onlar için “yaşanmaya değer hayat” dediğin, sömüre sömüre “refah” içerisinde olabilmek ve bunu korumak. Fakat bunun sürdürülebilir bir şey olmadığını bilen Batı aydını “tasarruf” ve “adil paylaşım” meselesinde tekrar Marks’a başvuruyor ve kendilerince nabız yokluyorlar.

 

Trump’dan böyle bir hamle beklenmez diye düşünüyorum ama iktidara gelmesi bazı şeylere vesile olabilir değil mi efendim?

Tabii, her şey olabilir. Yine Marks‘dan örnek verelim. Amerika için ümitvar değerlendirmeleri aşan şekilde güzellemeleri vardır. Malûm, “yeni dünya, yeni imkânlar âlemi” olarak kendisini de etkilemiştir. Açıkçası, Amerika’yı geleceğin Komünist Ülkesi olarak hayâl ettiğini söylemekte bir mahsur yok. Gelişen hadiselerle birlikte Amerika’nın durumunu sonradan tam olarak algılamış mıdır bilemem. Meselâ demin Serbest Piyasa ile ilgili anlattığım meselede bu konudaki hamlesine nazaran sömürgeci İngiltere’ye de güzellemelerde bulunmuştur. Kısacası Marks‘ın düşünceleri, doğum sancısının çok acılı geçeceği belli olan Batı için, bir rahatlama, nefes alma imkânı sunacağı ümidiyle sömürülmek istenilebilir. Ah Marks! Kim bilebilirdi ki, sonunda düşüncelerinin, emperyalistlerin can simidi hâline gelebileceğini? Nerelere gidebilir, isyan, ayaklanmalar nerelerde patlak verebilir, anlıyorsun değil mi?

 

Anlamaya çalışıyorum. Batı’nın Marksizmi tekrar kritik etme ihtiyacı zihnimde netleşmedi efendim.

Şöyle… Bu değerlendirmelerin Avrupa merkezli olduğunu dikkatlerden kaçırmamak lazım. Hani, Üstad Necip Fazıl’ın “Batı tefekkürünün beşiği ve mezarı” şeklinde ifâde ettiği ihtiyar Avrupa… Biliyorsunuz neredeyse 20. Yüzyıl boyunca ve yine Üstad’ın tabiriyle “biri Doğu ve öbürü Batı istikametinde iki ejderhanın çöreklenmesine” maruz kalan Avrupa… Bunları Rusya ve Amerika olarak işaret ederken ne diyordu? İki dakika bekle, Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu’ndan aynen okumak isterim. Evet, buldum sayfayı:

Biri fikirde materyalist, fakat tatbikatta idealist bir Moskof milliyetçiliği havasında ve nazariyesini sadece öbür milletleri tahrip işinde kullanmakta… İkincisi Amerika ve fikirde (Materyalizm) düşmanı, fakat yaşayışıyla tam maddeci, maddenin ta kendisi…

Diğer yandan hemen hatırlamamız gereken şu ölçü… Bunu da Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun Marifetname’sinden okuyacağım. Ben sayfasını ararken sen dikkatini vermeye yoğunlaş. Çünkü burası çok önemli… Evet, işte şurada… Okuyorum:

Uygulama alanında liberal ve Marksist sistemlerdeki değişmeler, her iki sistemi doğuran yapılar arası uyuşmazlıkla açıklanabilir. Sistemler, iç çekişmelere ve ayrılıklara sahip olunca, karmaşık ve istikrarsız, değişken bir yapı doğmuştur. Her iki sistemin değişik sosyal şartlara uyma ve değişebilir unsurlara sahip olma nitelikleri zamanımızda anlamlı bir sonuç doğurmuştur: Kapitalizm de, kollektivizm de birbirlerine yaklaşmaktadırlar. İki uç birbirine değme yolundadır…

Uzunca ama okumaya devam edeceğim:

“… Önemli olan bu yaklaşımın varlığıdır; bir savaş çıksa bile, bu hadise artık vardır. Ve milletler arası münasebetler alanında büyük değişiklikler de doğmaktadır. Sovyet komünizmi eskisi gibi ihtilâlci değildir; Batı demokrasilerine de, komünist partiler bundan böyle proleterya diktatörlüğünden söz etmez olmuşlardır. Artık çatışmadan birleşik bir kaosa doğru gidiş görülüyor. O kadar ki, katılıklarını yitirmekte olan, bununla beraber yaşamaya çalışan bu iki sistem, klasik mânâlarını yitirerek “genelleşen ekonomi”ye dönmektedirler. Günümüzün iktisatçılarını bu sonuca vardıran, herhâlde kollektivizmle kapitalizm arasında buldukları ortak noktalardır ve paralel gelişmelerdir.”

Şimdi anladık sanırım, Marks’ın hayâleti ile kapitalizmin kader birliğini… Marks’ın kapitalizme yönelttiği eleştirilerden yola çıkarak aranan “tadil noktalarını”…

 

Müthiş!

Kabaca, her iki sistemin de “iktisadi” temelde “paylaşım” ihtilâfıyla ayrıldığını göz önünde bulundurarak, birinin “hür teşebbüs hakkı”nı toplumu sömürme, diğerininse kaba bir “emek hakkı” genellemesi üzerinden “insan-şahsiyet”i sömürmesi olarak görebileceğimiz sistemler, hedefledikleri “yaşanmaya değer hayat” ideallerini tesis edemedikleri gibi –ki, bunun mümkün olmadığını insanlık tarihi ortaya koymuştur- beşeri olarak tayin ettikleri “çıkış noktası”ndan da uzaklaşmışlardır. Ve nihayet Üstad’ın tabiriyle “eşya ve hadiselere insan ruhunda tahakküm ölçüsünü kuramayan, neticede ruhu öksüz bırakan” Batı tefekkürü yine HAYAT’ın çelmesine takılıp boylu boyunca yığılıvermiştir.

 

Anladım efendim…

Unutmadan, az önce okuduğum cümleler, Kumandan’ın Marifetname adlı eserinin 289. sayfasındandı. Kâğıda geçersen, noktalamalara dikkat edesin diye söylemiş olayım.

Son olarak şunu da eklersek meseleyi daha rahat anlamamızı sağlıyacaktır. 1842 yılının başında kendilerine liberal muhalefet diyen bazı hukukçular, doktorlar vesaire, ekonomik ve politik baskı oluşturabilmek için, Köln şehrinde “Rheinische Zeitung” (Ren Gazetesi) adlı yeni bir gazete kurarlar. Prusya Hükümetine karşı Demokratik hakları savunan bu kişilerin seslerini daha iyi duyurabilmek için radikal yazarlara ihtiyacı olur. Birçok Hegelci‘yi ve bir tavsiye üzerine “sivri dilliMarks‘ı bünyelerine kazandırırlar. Bir kaç ay sonra “Basın Özgürlüğü” yazı dizisiyle dikkatleri üzerine çeken ve radikal demokratların gözdesi hâline gelen 24 yaşındaki Marks, gazetenin yönetmenliğine getirilir.

O dönem bütün vatandaşların eşit haklarını garanti eden sınıflar üstü bir devlet mekanizmasına inanan Marks, maddi konulara el atmak zorunda kalınca gerçeği görüyor ve hukuk terazisi önünde bir toprak ağasının bir orman işçisinden daha ağır bastığını anlıyor. Bu sefer hiçbir mal ve mülk sahibi olmayanlara da eşit haklar talep etmeye başlıyor. Ancak bir şeyin farkına daha varmak zorunda kalıyor. Farklı sosyal grupların farklı sosyal hassasiyetleri vardı. O güne kadar düşündüklerini ve Hegel’i sorgulamaya başlıyor. Fakat bu arada Almanya genelinde tirajını iyice yükselten gazeteye, bütün bu radikal çıkışlar yüzünden, Kral tarafından yayın yasağı getiriliyor.

Bir gün gazetede odasında otururken içeriye gazeteye en fazla maddi destek veren ve 5 sene sonra Prusya hükümetinde Başbakanlık yapacak olan kişi, Ludolf Camphausen giriyor ve şöyle bir konuşma geçiyor aralarında. Bir saniye izin verirsen, kaynağından okuyayım… Hah! Söze ilk olarak Camphausen giriyor:

– Sizce Kral yayın yasağını kaldırır mı?

– İtiraz Mektubumuz ret mi edildi?

– Evet.

– Peki, plânınız nedir?

– Gazete’nin yayın politikasını değiştirmek zorundayız.

– Artık İktidar yanlısı bir gazete mi istiyorsunuz? Eğer böyleyse iki hafta sonra gazeteyi kapatırım.

– Bir iktidar gazetesi ile muhalefet gazetesi arasında ara basamaklar vardır. Bizim istediğimiz doğrultusunda bugüne kadar politik, ticari ve basın özgürlüğü için güzel işler yaptınız.

Sınırsız politik özgürlük her şeyden önemlidir.

– Ancak son makaleniz “Mosel Çiftçileri” ile çizmeyi aşmış oldunuz.

– Mosel’in sorunu, Prusya Hükümetinin sorunu.

– Hükümeti eleştirmenize bir şey demiyoruz. Fakat aynı zamanda haklarını almak için bütün Halkı ayaklanmaya çağırmanızla çok ileriye gittiniz.

– Demek çok ileriye gidildi.

– Gerçek şu ki Dr. Marks, biz bir Halk Gazetesi değiliz.

– Hayır. Biz bir Ren Burjuvazi Gazetesiyiz. Siz benim kafamdakilerle kendi emellerinize ulaşmaya çalıştınız.

– Siz de bizim paramızla kendi hedeflerinize ulaşmaya çalıştınız. Bizim paramız olmadan sizin kafanız güçsüz. Bakın Dr. Marks, gazetemizi kurtarmak istiyoruz ama bu sadece dilinizi biraz daha yumuşatırsanız mümkün olabilir.

– Hizmetçi kölelik yapmak çok aşağılık bir şey… Özgürlük adına olsa bile. Bu sivri dil ile abonmanlarımızı dört katına çıkarmış olduk. Siz de biliyorsunuz ki artık normal bir gazete okunmuyor bile. Ama normal bir gazete olarak devam yayın yapmak istiyorsanız, kendinize daha yumuşak politika güden birisini bulun.

– Kendinizi kurban ettiğiniz için teşekkür ederim.

Bunu duyan Marks bir hışımla eşyalarını toplar ve:

– İkiyüzlülükten ve devletin otoritesinden bıktım diyerek kapıdan çıkarken, Camphausen şöyle der:

– Gazeteden ayrıldığınıza dair yazılı bir açıklama yapmanız gerek Bay Doktor.

Bunun üzerine Marks kapıyı sert bir şekilde vurur ve çıkar, beş parasız kaldığı bir dönem başlar.

Şimdi bugünün liberal Die Zeit Gazetesi ile o günün liberal Rheinische Zeitung arasındaki benzerliği görebiliyor musun?

 

Evet efendim. Çok etkileyici ve günümüzde ancak filmlerde görülebilen bir hadise. Bir yerde okumuştum “Marks’a materyalist derler, aslında o tam bir romantik idealisttir. Çokca Shakespear okur, çok sevdiği kadınına mektuplar yazardı” diye.

Harika! Engels ile fikri dostluklarını da bu yönden ele almak gerekiyor. İkisi de romantik. Tek başına “düşünme faaliyeti” dahi maddeci kafanın ruhçu karşısındaki temel zaafını anlatmaya yeter. Düşünmek materyalist değil ruhi bir eylemdir. Aslında “akıl” da maddeci kafaya ağır gelen bir keyfiyet. Hani şu meşhur “aklı akılla yenmek” veya en güzeli “bu iş ne akılla olur nede büsbütün akılsız” hikmeti. Bu arada kaç durak kaldı inmene?

 

-Efendim o kadar daldım ki… Siz konuşurken indiğimi ve eve doğru yürüdüğümü söyleyemedim.

Tamam, sıkıntı yok. Hoş daha vakit var biraz ama hazırlanmam da gerekiyor.

 

Anlıyorum.

Müsaadenle Sayın Salih Mirzabeyoğlu‘nun sözleri ile konuyu kapatalım. O meşhur konferansında şöyle demişti:

Fikir plânında 50-60 sene önce Marksizm çökertildi. Şu an ortada sadece Marksizm adına bir siyaset var.”

Hatta “yeri gelir Marks’ın kitâplarını da biz basarız” demişti değil mi? Sistem çapında kendisine bu şekil güvenen bir ideologu, çok şükür bize nasip etti Allah.

 

Hamdolsun! Sizinle telefonda da görüşmekten büyük bir haz aldığımı söylemem gerekiyor. Arada böyle de yapabilir miyiz?

Ama tembellik yapıp gelmemeye başlamazsanız. Yoksa benim için bir mahsuru yok. Seve seve. Kapım da, telefonun da her daim açık size.

 

Teşekkür ederim. Peki, kapatmadan son olarak hep sormak istediğim bir şeyi sorabilir miyim? Yine şu “mülteci” meselesi hakkında.

Söylenecek çok şey var. Batının kendini temize çıkarmak için, sanki kendi saldırdığı ve karıştırdığı ülkelerdeki insanlar bu yüzden ülkelerinden kaçmıyorlar da, batıya olan hayranlıkları ve kendi toplumlarının tarihlerini, inançlarını sevmedikleri için topraklarından kaçıyorlar gibi suçu da mahvettiği coğrafyaya atması misâli… Mülteci olarak kabul ettikleri insanlar üzerinde uyguladıkları işlemlere kadar büsbütün bir adilik… Bunu yaparken, sınırlı mülteci sayısını kontrol altında tutmak adına Türkiye’mizi kalkan olarak kullanmaları ve buna âlet olan politikacılılarımızın tutumları daha da vahim ve yüz kızartıcı.

Bak, meselâ Avrupa Birliği’ne katılma meselesi neden durdu? Neden karşılıklı atışmalar falan olmaya başladı? Paralar, tavizler falan? Yahu Avrupa, daha fazla mülteci girmesin, Türkiye’de kalsın diye anlaşılmadı mı? Nasıl Türkiye Avrupa Birliği’ne alınsın? Şimdi de mültecilere vatandaşlık veriliyor. Olacak iş değil. Bu kadar yeter sanırım. Gerisini kendin getirirsin artık.

 

Sağ olun.

Tamam. Bende yavaş yavaş hazırlanmaya başlayayım. Konuştuğumuz gibi, hafta sonu gelebilirsiniz.

 

Elbette efendim. İnşallah hafta sonu ziyaretinize gelir ve çayınızı içeriz.

Anlaştık. Kal sağlıcakla. Arkadaşlara da çok selâm.

 

Aleykümselâm!

 

Nihan ÖZTÜRK – ADIMLAR Dergisi

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: