ZİNCİRLİLERİN TRAGEDYASI – Cem TÜRKBİNER

ZİNCİRLİLERİN TRAGEDYASI – Cem TÜRKBİNER

“Zâlimle savaşı emredene kadar Ebu Hanife’nin bütün içtihadlarına katlandık.”

İmam-ı Âzam’ın güya ilmî muarızı/alternatifi olan usûl malûmatçısı Ebu Amr el-Evzâî’nin, arkasını Emevî sarayına vererek yaptığı bu cesur çıkış, artık şakanın bittiğinin, yâni gerçeklere gelmek gerektiğinin kendince ihtarıdır. Lâkin Emevî sarayının da bir usûlü bulunmaktadır; arkasında durduğu kişiyi (ayağından da değil!) boynundan sarayın muhkem bir sütununa zincirlemekte ve yararlılık nisbetinde çok çok zinciri uzatıp kısaltmaktadır. Peki Evzâî, İmam’ı belki de en iyi tanıyan kişi olarak bu destânî cesaretinin İmam’da bir karşılığının olmayacağını bilmez mi? Çok iyi bilir de, zaten bu cümle, İmam’a bir tenkitten öte saraya bir arz-ı ubudiyet maksadı taşımaktadır. Hem uslûbuna, yaramazlık eden bir çocuğa konuşur gibi bir hava vererek kendince bir statü belirliyor; hem saraya, öngörü üzerinden yararlılığını isbat ediyor; hem de ve en korkuncu, kimin zâlim olduğunun da farkında!.. Gelgelelim şu mezkûr malûmatçının, tarihin tozlu sayfalarında bile mikroskopla aranması gerekecek keyfiyetine karşılık İmam, dünya çapında imparatorluklar yıkan-kuran-yöneten fıkhı örüyordu; tıpkı şu anda da olduğu gibi… (Âyet meâli: Asla tasladığınız gibi bir büyüklüğe erişemeyeceksiniz!). Kendisine sorulsa, göz yumduğu zulmün devamına “istikrar”dan başka bir cevab üretemeyecek iken, acaba ilk bakışta Mekke’nin istikrarını pek de düşünüyor gözükmeyen Rasulullah’ın tavrına karşı Ebu Süfyan’a da bu türden bir mazeret hakkı tanıyor muydu? Belki de cevabı “evet” idi; lâkin yine yanılıyordu. Çünkü istikrar-penah Ebu Süfyan’ın ve adamlarının hükmü Mekke’yi çevreleyen dağları bile aşamazken, Rasulullah’ın adamları Konstantıniyye surlarını dövüyordu. Bu cümleyi okuduktan sonra, surları döven ordunun komutanının kimliği üzerinden zekice bir şey bulduğunu zannedecek olan ahmaklara da peşinen sormuş olalım ki; dedesinin yapamadığını torununa yaptıran şey, torunun hangi meziyetinden kaynaklanmaktaydı? Cevabınız sadece koca bir sükut olmak durumundadır; biz ise deriz ki, her türden şerefin ve izzetin tamamı elbette Rasulullah’a âittir.

***

“Bir fiilin ahlâkî olduğunu bilip de ona uygun davranmayan kişi, ahlâkî olup olmadığını bilmeden ona uygun davranandan üstündür.”

İlk plânda insanlara tuhaf gelebilecek bu hükümde Fârâbî’nin esas vurgulamak istediği şey “hürriyet”tir. Çünkü üstün olan insanın yaptığı şey bir tercihtir, diğerinin yaptığına ise asla bir tercih denmez; onunki sürükleniştir, bir denk geliş, fazlası değil… Dikkat etmek gerekir ki, burada bilip de uygun davranmamak övülmemektedir, sadece tercih ile taklidin kıyas edilemeyeceği belirtilmek istenir. İnsanoğlu, hayatı bütün şubeleriyle sadece taklit ederek yaşayabilir, ki zaman ve mekân farkı olmaksızın çoğunluğun yaptığı da budur. Hatta öyle ki, hemen her insanın çok iyi kullandığı anadilin kullanım hâliyle tamamı taklitle kazanılır. Bilmek-öğrenmek kelimelerini özellikle seçmedim, burada olan şey kullanmak-kazanmaktır. Taklit insanı pekâlâ yaşatır ve bu hâl yığınlara garib gelmez. Peki bu taklit imanda da geçerli midir? Eğer iman bir yönüyle tasdikse, ki öyledir, tasdik ancak bir tercihin olduğu yerde mevzubahistir. Tamamıyla iman ettiğini söyleyen bir çevreye doğan bir insandan kalabalıkların beklediği şey, onun da geleneğe uymasıdır. (Âyet meâli: Peki ya ataları bir şeye akıl erdiremez ve doğruya ulaşamaz kimseler idiyse?). Bir insanın tavrı eğer sadece taklitten ibaret ise, taklit ettiği şeyin hak veya bâtıl olması, o insan için bir şeyi değiştirmez. O her hâlükârda bâtıldadır; çünkü yığınların aksine Allah’ın kulundan beklediği şey tercihtir. Redde veya kabulde doğru tavır, taklitle kazanılanı mârifet ile tercihe yükseltmektedir. Aksi takdirde söylemek zorundayız ki, hiçten ancak hiç doğar.

***

“İnsanoğlunun ayak çukurunun içbükey olması veya gözkapağında kirpikler bulunması, hayat için dinden daha gerekli olurdu, tâ ki insan için ne olursa olsun sadece hayatı sürdürmek tek gâye olsaydı ve o bunu tek başına da yapabilseydi.”

Birtakım peşin kabul ve ezberlerle yaşandığı için hiç akla gelmeyen, hatta belki işe de gelmeyen, bir ân durup da sorulmayan bir sorudur: “Neden sana inanmalı ve dediğini yapmalıyım ki? Ben böyle de pekâlâ işimi görebilmekteyim.” Ahiret ve hesap, bu sorunun tek cevabı olmamalıdır çünkü onlar da bizzat birer iman davetidir. Açık bir ölçüdür ki, bir şey kendisine delil olamaz. Size “İnan!” diyenle, bu yapacağınız faaliyetin sebebini “çünkü ahiret var” diye açıklayan aynı kaynaksa, nereye kadar o kaynağın dediklerini yapacağınız sorusu doğar. Öyle ya, madem ki dediklerini delillendirmesi gerekmemektedir, sizden her şeyi isteyebilir. Ayrıca durum buysa, Firavun’a itaati nasıl tenkit edebiliriz ki, hem de Firavun’un nimeti ve gazabı çok daha peşinken?

Şüphesiz insana ulaşan şey isterse Kur’an âyeti olsun, neticede onun için bir haberdir ve haber ister istemez bir süzgeçten geçer. Farz-ı muhal, elinize kapağında Kur’an olduğunu beyan eden bir kitab geçtiğinde; içinde fıtrata mugayir, meselâ tırnakları kesmemek gerektiği, mahremiyetin olmayacağı, su içmenin haram olduğu gibi hükümler gördüğünüzde bu kitabı reddedecek tek sebebinizin, daha önce gördüğünüz Kur’anlara benzemiyor olmasından fazla bir şey olması gerekmez mi? Eğer bütün hakikatler ancak ve ancak nakilden öğrenilecekse, kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesini neden tenkit etmektedir ki bu kitab, o insanların elinde Kur’an mı vardı ki bunun yanlış bir fiil olduğunu bilebilsinler? Demek insanda bir şey vardır ki, doğru ve yanlışı onunla ayırtedebiliyor olsun. Ancak bu şeyin varlığıdır ki, insanı bir yere çağıran herkese onu da tatmin etme mükellefiyeti yüklemektedir. Bu şeyin ismi akıldır ve sadece hürlerde doğru çalışır.

Baştaki sözde İbn Sînâ’nın yaptığı da budur; davetin gerekliliğinin isbatı… İnsanoğlu bir canlı türü olarak, tabiatta olduğu gibi varolamaz. Ne bir kürkü vardır, onu sıcaktan ve soğuktan koruyabilsin; ne dişleri ve tırnakları avlanmaya müsaittir; ne de sindirim sistemi çiğ eti sindirebilmektedir. Aklen vâcibdir ki bu tür, bir topluluk ile beraber yaşamak ve ihtiyaçları paylaşmak zorundadır. İşte bu mecburiyettir ki aralarındaki ilişkiyi bir hukuk ile belirlemek ihtiyacını doğurmuştur. Bu hukukun ise insanların üstünde bir değerden doğması gerektiği de aklî bir zorunluluktur. Aksi takdirde, lehlerine olanı hak, aleyhlerine olanı zulüm olarak görecek ve organizasyonu buna göre kuracaklardır. Böyle bir topluluk ise yok olmaya mahkûmdur. Akla şöyle bir soru gelebilir, bugün yaşayagelen topluluklar nasıl varolmaktadır? Cevabı basittir; çelişki ile… Eğer tek meşruiyet halkın çoğunluğunun istediği ise neden bazı gereklilikler halka sorulmamakta ve onlar mutlak kabul edilmektedir? Bazı şeylerin mutlak kabul edilmesi bugünkü anlayışın vaz’ettiği ilkelerle çelişki hâlindedir ve onları yaşatan da budur.

İnsanı hür kılacak olan, davetin bir bâsiret ile olması ve davet edilenin de buna tercih olarak katılmasıdır. Yoksa iş sadece; “sen gel bize sürüklen, fazla düşünme, soru da sorma, sadece sürüklen, biz sana sosyal statü de sağlarız, hem karnın doyar hem cennet de cebinde olur, daha ne istersin” anlayışına döner. Böyle bir topluluğun ise oluşturabileceği tek manzara; idâre edenlerin nefsî hazlara köle fakat onları yerine getirmekte görece hür, idare edilenlerin ise bir gün kendilerinin de bu açıdan hür olabileceği umudunun sürekli taze tutulduğu, artık birbirine dolanmış zincirlerle dolu hazin bir tablodur. Devletinden hukukuna, ailesinden tarîkatına, böyle olmadı mı?

***

Cânan gide rindân dağıla mey ola rîzan
Böyle gecenin hayr umulur mu seherinde

Seyretti havâ üzre denir taht-ı Süleyman
Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde

Ziyâ Paşa’yı anmadan geçemedik. Aşağı yukarı tablosunu çizmeye çalıştığımız bu yığınların, şimdi yine kritik bir seçimin önünde olduğu söyleniyor. Kendisini dayatan gerçek derdi perdelemek için başka ve doğrudan ilgili olmayan dertleri hâlletme yoluna gitmekte hayret edilecek bir şey yoktur. Maalesef insanların kendilerinden başlayarak her yere uyguladığı bir faaliyettir. Sanki ülkenin gerçek derdi sistem teferruatları imiş gibi, bir kesim tarafından bütün ümit buraya bağlanmakta, bir diğer kesim tarafından ise bütün cehd ü gayret bunu engellemeye harcanmaktadır. Referandumdan onay çıksa suç oranı mı düşecektir, fazilet ve ilim mi artacak, adalet mi hâkim olacaktır; yoksa tüm bunlar onay çıkmadığı durumda mı olacaktır veyahut şu an vardır da onay çıkınca mı kaybedilecektir? Neden doğru soruları sormazsınız? Ben olsam; desteğine dini sebeb gösterene, din görünümlülerin iktidarı sürsün diye “dinden verebilecekleri tavizin üst limitini” sorardım. Muhalefetini sistem teferruatının değişmesine bağlayana ise, “şu ana kadar eski sistemdeyken neden muhalefet ettiği”ni… Bir de bu iki kesim, kabulünü ve reddini üst bir ideale bağlıymış gibi göstermeye yeltenmez mi, gerçek insanın çatlayası gelir. Yahu bir an için rollerin değiştiğini varsayalım, iktidar ile muhalefetin… Şimdi kabul tavrında olanların, madem mevzu kişi değil sistemdir, aday karşı cenahtan da olsa yine kabul vermeleri gerekmez miydi? Soruya aynıyla şimdi red tavrında olanlar da muhatabdır; öyle bir durumda, madem mevzu kişi değil sistemdir, aynı cenahta bulundukları adaya da red diyecekler miydi? Bu türden bir, sese doğru yürüyen zombi sürüklenişine “tercih” diyebilmek için nasıl bir körlük ile imtihan ediliyor olmalıdır insan?

Zincirlilerin kavgasında, bir tarafın en şahini olan bir zât-ı muhteremin darbe girişimi gecesini, komşu bir ülkeden iniş izni alamadığı için havada geçirmiş bulunduğunu havayollarından üst düzey birine bizzat doğrulattım. Sonra mevkiinden de alındı zaten ama çevrede dolanmaya devam ediyor. Yakın zamanda ise daha mevkili biri kürsüden, üç vakit öncesine kadar en acı sözlerle saldırdıkları siyasî partinin hareketini yapıyordu. Bu zât-ı muhteremin ise neden aynı kürsüde istavroz çıkarmadığına, Hıristiyan vatandaşların seçmen sayısının bir şeyi değiştirecek kemmiyette olmamasından başka makul bir cevab verebilmek mümkün değildir. Madem durum budur ve madem herkes tarafından da böyle olduğu bilinir, bütün iktidar kuvvetiyle meclis kürsüsünden savrulan bir cümleye, Bedir Savaşı’nı gölgede bırakacak bir destan muamelesi yapmaya hacet nedir? Korkunç ihtimâl ise, bu süslemenin sadece milleti kandırmak için yapılmadığı, kendi aralarında da aynı şekilde konuşanların bulunduğu ihtimâlidir. Boşuna denilmemiştir; “faziletliler”i öldürün ki ahlâk kurtulsun!

***

“Ve yalnız ben… Gözlerim, sökmeye yakın şafak aydınlığını seyre hazır, o olağanüstülüğü bekliyorum. Olağanüstülük? Ömrümün bütün girinti ve çıkıntılarını kendisine mahsus bildiğim büyük zuhur… Muazzam bir İslâmî zuhur… Başıma ne geldiyse bu yüzden…”

Der Salih Mirzabeyoğlu… Sadece kendi hasis ömürleri boyunca değil, nesiller boyunca genlerine zincirli olmak işlemişlerin, balta ile üzerlerine doğru gelen bir “Zincirkıran”a kucak açmaları beklenmez. Ki zincirlilerin indinde, baltanın zincirlerine inme ihtimâli, boyunlarına inme ihtimâlinden daha korkunçtur ve bu anlaşılabilirdir. Benim anlamadığım ve esas merak ettiğim ise; fikir sahibine mensubiyet iddiası ile bir fikir sahibi olduğunu vehmedenlerin, bu zuhurun gerçekleştiğini mi yoksa bekleyenin meğer sadece bir kişi olmadığını mı düşündükleri? Mensubiyet iddiası devam ettikçe burada bu ikisinden başka mümkün bir cevab yoktur. Ve eğer cevab bir kere daha sükut ise, zincire bir nevi zorla maruz kalan yığınların yanında, hür olmak için bunca imkâna rağmen boynunu zincire uzatanlara ne isim verilmelidir?

Harun Reşid döneminde bir adam “ben Peygamberim!” der, dolaşırmış çarşıda pazarda… Huzura çıkardıklarında Sultan bakmış adamın hâli perişan, sormuş:

– Sen Peygamber misin?

– Evet.

Sultan bu adamın sarayın mutfağına yerleştirilmesini ve dilediği gibi yiyip içmesini emretmiş. Bir müddet sonra tekrar çağırmış, adamın keyfi yerinde… Yine sormuş:

– Sen Peygamber misin?

– Evet.

– Sana vahiy de geliyor mu?

– Geliyor.

– Ne diyor vahiyde?

– Bulunduğum yeri terketmemem emrediliyor Hünkârım.

Sultan’ın eski bendesi, sahte Peygamber’in ise az evvele kadar ki yeni bağlısı olan ve şimdi bu durum karşısında bir kere daha (üç mü oldu?) dönmek zorunda kalacak olan “fikir sahibleri”ne Sultan ne etti bilinmez. Lâkin Sultan’a “Hünkârım” diyen sahte Peygamber’in en büyük öfkeyi, bu mezkur “büyük siyasetçiler”den göreceği kesindir.

Cem TÜRKBİNER – ADIMLAR Dergisi
23 Şubat 2017

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: