Vefatının 23. Yılında TARIK BUĞRA – DAYAK CENNETTEN ÇIKMADIR

Vefatının 23. Yılında TARIK BUĞRA – DAYAK CENNETTEN ÇIKMADIR

Roman, hikâye ve tiyatro eserleriyle Türk edebiyatının en önemli isimlerinden olan Tarık Buğra’yı (1918-1994) vefatının 23. yılında rahmetle anarken, özellikle edebiyatla ilgilenen, yazmaya hevesli kişilerin çok faydalanacağını düşündüğümüz bir yazısını, onun hatırasına ve belki bir duâya vesile olur niyetiyle paylaşmak istiyoruz.

Türk edebiyatının Tarık Buğra imzasıyla ilk tanışıklığı, onun birkaç sayfalık kısa hikâyeleriyle başlamış, bunlar o kadar çok sevilmiş ki, yazar kendisini bir anda Sait Faik’lerle mukayese edilirken buluvermiştir.

Fakat Buğra orada kalmaya niyetli değildir. Onun gözü büyük romanlarda, piyeslerdedir. Özellikle Milli Mücadele yıllarını o güne kadar alışılmış “resmi” şablonun dışında bir bakış açısıyla ele aldığı Küçük Ağa isimli dev romanıyla birçok ezberi bozarak Türk Milletinin kalbinde taht kurmakla kalmamış, gelmiş geçmiş en güzel Türk romanlarından birisine imza atarak, romanımızın dünya romanıyla hangi zeminde yarışabileceğine güzel bir örnek olmuştur.

Küçük Ağa öncesi Türk romanında Milli Mücadele döneminin din adamı, düşmanın işbirlikçisiydi. Buğra bu şablonu yıktı. Ülke olarak bugün de yaşadığımız sıkıntının temelinde İstanbullu Hoca ile Küçük Ağa’nın aslında bir ve beraber olduğunu anlayamamak gelir. Din ile vatan sevgisini karşı karşıya getirmek, kurtuluş yolunu tıkamaktır.

Kalemiyle yaşamak zorunda olan bir yazardı Tarık Buğra. Dolayısı ile çok kaliteli eserlerin yanında bir yığın da çerden çöpten sayılabilecek tefrika ve yazı bıraktı. Ama Küçük Ağa ile Gençliğim Eyvah edebî olarak çok ayrı yerdedir. Her ikisinin de dünya romanında yeri olduğuna inanırım. Bunların hemen ardından Osmancık, Yağmur Beklerken, Dönemeçte, Firavun İmanı ve İbiş’in Rüyası gelir. Bu yedisi dışında diğerlerinin onun romancılık konseptine kazandırdığı çok fazla bir artısı yoktur. Gençlik döneminin ürünü olan hikâyelerinin en güzel örnekleri ise Yarın Diye Bir Şey Yoktur adlı kitapta toplanmış olup, hâlen tazeliğini, sıcaklığını korumakta baskı üstüne baskı yapmaktadır. Sovyetlerin Macaristan’ı işgali etrafında vatanseverlik ve bağımsızlık duygusunu işlediği Ayakta Durmak İstiyorum isimli oyunu özellikle tiyatro sanatı açısından da oldukça mühimdir.

Onun edebiyatımıza ilk girişinin ve girdikten sonra nasıl ayakta kaldığının hikâyesini, kendi kaleminden verelim ki, en ufak bir tenkit karşısında küsüp bambaşka mecralara sapmak yerine, eleştiriyi “sıçrama tahtası” yapabilme iradesinin genç bir yazara neler kazandırdığı bizzat kaynağından görülsün. İnanıyorum ki, keyifle okuyacaksınız.

Gökhan YAMANGÜL – 26.02.2017

 

 

DAYAK CENNETTEN ÇIKMADIR
Tarık BUĞRA

Kimse telâşlanmasın ve alınmasın. Gerçi yazım dayağa bir övgü olacak; ama onun genel savunması değil. Yediğim bir tokatın hikâyesidir bu. Çok yararını gördüm; belki uyaracak birkaç genç sanatçı bulur umuduyla yazıyorum:

Yıl 1947… Edebiyat Fakültesi’nin Türkoloji Bölümü bir dergi çıkarıyor. İsim babası ben olmuşum: Zeytindalı. O zaman doçent olan Mehmet Kaplan bey ilgileniyor; ikinci sayı için, “sen bir hikâye yaz” dedi.

Fakülte Fındıklı’da, şimdi Kız Lisesi’nin bulunduğu binada. Hiç unutmam; bir kış gününün öğle üzeri. Ve hikâye yazmak da bir şey mi? Geçiyorum denize bakan bir boş odaya… Ve… Başlıyorum arpacı kumrusu gibi düşünmeye!

Anlıyorum ki, daha hikâyenin ne olduğundan bile haberim yok: Eserim meserim bulunmasa da, ben romancıyım, tiyatro yazarıyım ben! Kafamda, hülyalarımda öyleyim ben.. ve, ne kadar vızıltı saysam da, hikâye nanay!.. Dan diye anlıyorum bunu; yediremiyorum ama: Ikınıyor, sıkınıyor ve üç saat sonra “Kekik Kokusu” diye bir şaheser yumurtluyorum. Güzel mi, çirkin mi? Saçma mı, sapan mı? Bakmadan… bitti ya… koşturuyorum Kaplan beye. Tablo hâlâ gözümün önündedir:

Kış ikindisinin loşluğundan, tepedeki ampulle pek kurtulamayan odada, daha o günlerde bana karşı arkadaşça davranan Kaplan, şaheserimi kendisine has sabırla okuyor, bitirince de; “I’ıh” diyor ve ekliyor: “Sen hikâye yazamazsın.”

(Allah razı olsun.. bu olayı her anlatışımda ters yorumlar o; aslında ise o sözleri için kendisine teşekkürün en hasını duyarım. Hikâyeciliğimi harekete geçirmiş, kırbaçlamıştı. Başka hikâyesi olmadığı için, o şaheseri nasıl olsa koyacaktı. Pekalâ, bir şey söylemeden, bir burun kıvırmasıyla geçiştirebilirdi işi. O zaman hikâyeci Tarık Buğra’ya da nanay!..)

Nitekim, hemen o akşam, muallim muavinliği yaptığım Şişli Terakki Lisesi’nde, nöbet tuttuğum büyük etütte, Kaplan’ın verdiği hızla Oğlumuz’u yazdım.

(………….)

O gece Oğlumuz’u belki on defa okudum. Sabahı zor ettim ve izin alarak fakülteye koştum, Kaplan’a uzattım; “Bir hikâye” dedim.

Aradan iki hafta bile geçmemişti ki, Oğlumuz, o yıl hikâye yarışması açan bir gazetede çıktı. Daha doğrusu çıkmış: Bir sabah, değerli şair ve öğretmen Zeki Ömer Defne, biz nöbetçi muallim muavinlerinin de oturduğu öğretmenler odasına; “İyi günler Oğlumuz” diye girdi, bir de “Enfess” çekti. Anlamamıştım birden. Arap neden sonra uyandı. Ders başlar başlamaz koşup bir gazete aldım: Evet; Oğlumuz orada idi. Tutmayın beni!

O bir şey mi? Arkasından bir mektup.. bir mektup daha. Ve bir telgraf.. Pantolonunun arkası yama tutmaz hale gelen delikanlının kaderi değişiyor mu idi, ne?

Birinci mektup gazeteye davet ediyordu. Gittim; orada şimdiden, birinciliğimin havası esiyordu. Oğlumuz’u alır almaz, sırayı filan bırakıp hemen basmışlar. Allah gani gani rahmet eylesin, Ahmet Hidayet Reel ile neşriyat müdürü; “Kasa bizde olsa bin lirayı verirdik” dediler. Bin lira! Aylığın on yedi küsur lira olduğunu düşünün, bin liranın ne demek olduğunu anlarsınız. Ne iş yaptığımı sordular ve iş teklif ettiler: Stajyer olarak derhal başlayabilirdim. Neden bilmem, belki de gündüzler bana kalır diye, aklım musahhihlikte idi. Söyledim; kabul edildi.

Fakat geçin bir kalem, lâfı mı olur onun. Zaten kısmet de değilmiş. Ve önemli olan öteki mektuptu: Uçakla gelmiş, uçakla. Üstünde de Büyük Millet Meclisi yazıyor. Ya imza? İmza Ordu Mebusu Yusuf Ziya Ortaç! Ve nasıl bir övgü.. hâlâ saklarım: Minicik hayatımın büyük dönemecidir o. Beni çağırıyordu. Gel de kanatlanma!

Burnumun birden bire ve iki karış birden büyüyüverişidir bu. Kaplan’ın –bilerek veya bilmeyerek- attığı şamarı değerlendirmemi önleyen, onu unutturan, hattâ ona “Peh-he” dedirttiren büyüyüş!

Ünlü dergilerin ve –Akbaba’nın- kurucusu, şair ve Türkçe ustası Ortaç benden Çınaraltı için her hafta bir hikâye istiyordu.

Her hafta bir hikâye mi? Hem, bu hikâye masalı hâlâ bitmedi mi? Yazdık işte Oğlumuz’u. Ve kitapları çıkmış birçok hikâyeciden de meşhur olmadık mı?

Ama, tevazuumuz bize üslup değiştirttiriyor ve mini bir sırıtışla; “Her hafta bir hikâye? ben? yazamam ki, efendim” diyorum. O da; “yazarsın, yazarsın.. iki, üç bile yazarsın. Anlarım ben iki cümleden” diye kesip atıyor.

Ve başlıyorum:

Çınaraltı; sayı bir: Havuçlu Pilav Meselesi. Sayı iki; Buhran. Sayı üç; Karaoğlan.

Böylece de sürüp gidiyor. Her hikâye peşin, peşin teslim anında, on beş papel. Bir olaydır bu. Sait yedi buçuk lira alıyor. Demek bir kapı gerçekten aralandı. Bir “büyük sanatçı” doğdu. Buna kimse inanmasa bile, ben kendime yetip de artıyorum.

Dahası da var: Reşat Nuri Güntekin.. dudaklarının arasında, külü üç santim uzamış sigara.. Küllü Baba gibi.. Peyami Safa.. gözlerinde ve yüzünde gülümseyiş.. Behçet Kemal.. Her zaman; “Hadi bağıra bağıra türkü söyleyelim” diye ayağa kalkıverecekmiş gibi.. günün tanınmışları, övülmüşleri geliyor. Ortaç da, eserinden, buluşundan memnun, pırıl pırıl; “seni görmek istedi” diye bir bir tanıştırıyor onlarla. Eh, daha ne olsun yani? “Kabaramazsın kel fatma”ya ne gerek? Bende kabardıkça kabarıyorum.

Derken bir de Halide Edip’ten övgü gelmesin mi? Büsbütün oldum ben: Yazmak? hele hikâye yazmak? angarya artık.. nutuklar atmak, sanat ve edebiyat üzerine çene çalmak, hele hele, seni övecek eş, dost aramak dururken yazmak da ne oluyormuş? Artık hikâyeleri -o da on beş papelin hatırı için- baskıya ancak yetiştirebiliyorum. Ve, başlangıçta beni, ellerini keyifli keyifli uğuşturarak, gülücükler saçarak karşılayan Ortaç’ın da tadı kaçmış gibi. Ama bunu görecek göz ne arar büyük adamda?

Bir hafta –adı Fal’dı- hikâyeyi uzattıktan hemen sonra; “Halide Edip hanım benim için diyor ki..” diye bir masala başladım.

Şimdi, iş işten geçtikten sonra fark ettiklerimi söylüyorum: Rahmetli beni acıyan bakışlarla süze süze dinledi, dinledi de patlayıverdi.. hem de dinamit gibi:

Vah budala, vah.. sen de bunlara inanıyor, kendini büyük hikâyecilerle bir tutuyorsun, ha? Kaç hikâye yazdın aptal? daha düzineyi bile bulmadı. O söyledikleri isimlerin, Çehov’ların, Mauppassant’ların yüzlerce hikâyesi var. Senin daha yirmi demeden tükenip gitmeyeceğin ne belli? Bak sana söyleyeyim, Buğra: Gidişin de o gidiş.”

Tokat dediğin işte budur. Dayağın Cennet’ten çıkma olduğuna da işte bunun için inanıyorum. Zira, bugün eğer benim de yüzden fazla hikâyem olmuşsa, romanlarım, piyeslerim olmuşsa, adım gibi bilirim, bu sonucu bu tokat, bu dayak sayesinde almışımdır.

O zaman gözlerimden üç, beş damla yaş akmıştı. İşte şimdi de öyle ve o kurtarıcı yaşların minnet borcunu ödemek ister gibi. Nerdeee? Bu yaşlar, paylamadan sonra alıp beni götürdüğü Pandeli’deki yemeğin hakkını bile ödeyemez. Yeter ki, şu anlattıklarım bir tek genç istidadı olsun uyarmış ola..

                                                                                                                                                            Tercüman, 1975

Kaynak: Tarık Buğra, Politika Dışı, Ötüken Yayınları, 1.Basım, İstanbul 1992, sayfa: 283-287

TARIK BUĞRA VE “İBİŞ’İN RÜYASI”NDAN KALANLAR

 

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d