ESATİR VE MİTOLOJİ’YE DAİR: 10 – İSMAİL ALEYHİSSELÂM

ESATİR VE MİTOLOJİ’YE DAİR: 10 – İSMAİL ALEYHİSSELÂM

ESATİR VE MİTOLOJİ

Eserin onsekizinci bölümü “Hayâl Hakikati” başlığıyla başlıyor. Bölüm içindeki diğer başlıklar: İngilizce’de Hayâl, Hayâlin Mânâ ve Mertebeleri, Rüyânın Mahiyeti, İnsanî Hakikatin Perdeleri, Hayâl, Misâl Âleminin Berzah Özelliği, Hayâl İlmi, Berzah Hayâl, Morpheus, Mübalâğa-Fahriye, Sanat-Hırs-Fikir Çilesi-İroni…

Esatir ve Mitoloji’nin en yoğun, benim en sevdiğim bölümlerinden biridir bu. Ancak çok az bir fragman alabileceğim yine…

Rüyânın Mahiyeti:

“RÜYÂ – ZAMANIN VE MEKÂNIN DIŞINDA

ŞUURLU FARAZİYELERE DAYALI

PSİKOLOJİK BİR METODLA – YORUMLANAMAZ

AMA ŞİMDİ İŞİMİZ YORUM DEĞİL…

 

İNSAN RÜYÂ GÖRMEZ – RÜYADA GÖRÜLÜR

GÖRDÜĞÜ KENDİ HÂLİ

VE BAŞKASININ BENİ…

(…)

Herhalde anlaşıldı rüyânın

ZAMANÜSTÜ niteliği

rüyâ misâl âlemindendir

HAYÂL âleminden giyinen!

 

Hayâl İlmi:

Menzili hayâlden daha büyük

ve hükmü ondan daha yaygın

bir şey daha yaratmamıştır Allah…

 

Öyle ki – hayâlin hükmü sirayet eder

mevcut olmayan ve imkânsızlara da

İLÂHÎ KUDRET yarattığı şeylerde

hayâlden daha büyük bir şey var etmemiştir

İLÂHÎ KUDRET de ondan zuhur

inanç ve kıyamette Allah’ın

tecelligâhıdır HAYÂL

sanki zamana nisbetle mekân…

(…)

Hayâl ilmi – uykuda görülen rüyanın

insanların öldükten sonra

bulunacakları yerin ilmidir…

 

Hayâl ilmi – suretlerin ilmidir

parlatılmış cisimlerde görülen suretler

onda ortaya çıkar…

 

İLÂHÎ İSİMLERİ – esmayı ve tecelliyi

ve onun umumîliğini

bu esastan – yâni hayâlden

daha iyi bilecek bir şey yok

çünkü – BAĞLAMA VASITASIR HAYÂL

duyular – hisler ona yükselir

mânâlar ona iner

ve sürekli kendi yerindeyken

her şeyin ürünü onda toplanır…

 

HAYÂL – mânâyı taşıyıp

mânâyı dilediği surette cesetlendiren

iksirin sahibidir

tam tasarruf sahibi olarak görülür

mânâları cisimlere kaynaştırmak içindir

mecazlar, semboller, teşbihler, ritler

Şeklinde devam eden uzun ve güzel “nutuk”…

8 Nisan 2013

HAZRET-İ İSMAİL

Hazret-i İbrahim‘in büyük oğlu olan İsmail’in tarihin hangi döneminde yaşamış olduğunu tam bilmiyoruz. İsrailiyata göre, Milâttan Önce 2200 civarında olduğu söylenirse de, İslâmî telakkiye göre, bu çok güvenilir bir tarih değildir. Çok daha eski olabilir. Çünkü İsrailiyatta Hazret-i Adem‘den bu yana 6-7 bin yıl geçtiği söylenirken, İslâm tasavvufuna göre 300.000 yıl geçmiştir.

Yine İslâm tasavvufuna göre, tarihin 7 büyük devresi vardır. Bunların herbirinde yedi büyük Peygamber gönderilmiştir. Dördüncü devrede ikinci büyük Peygamber olan İbrahim, beşinci devrede üçüncü büyük Peygamber olan Musa, altıncı devrede dördüncü büyük Peygamber olan İsa ve son devrede Peygamberler Peygamberi… Her bir devre arasında ne kadar zaman olduğu kesin belirtilmemiştir.

Rivayete göre, Hazret-i İbrahim‘in eşi Sara‘dan çocuğu olmaz. Eşi bu duruma çok üzülür ve onun, kendi Mısırlı cariyesi olan Hacer ile evlenmesine izin verir. Hacer‘den İsmail doğar. Ancak bir müddet sonra Sara‘dan da İshak doğar. Bunun üzerine Sara, Hacer ile oğlu İsmail‘i çekememeye başlar. Geçimsizliğin artması üzerine, Hazret-i İbrahim, Hacer ile İsmail‘i alarak Mekke tarafına getirir.

Mekke o zamanlar, kimsenin yaşamadığı bir yerdir. Hacer bu ıssız yerde bırakılmaya çok içerlerse de, bunun Allah’ın emri olduğunu öğrenince itaat eder. Oğlu İsmail bu sırada henüz süttedir. Hazret-i İbrahim onları burada bırakıp gidince zor günler geçirirler. Susuz kaldıkları bir gün, Hacer çıldıracak gibi olur. Safa ve Merve tepelerinin arasını yedi kere dolaştığı (Hac’daki âdet ondan kalmıştır) çılgın ve ümitsiz bir arayışa koyulur. Yorgunluktan bayılmak üzereyken, bir melek gelir ve ayağıyla yeri kazmaya başlar. O yerden zemzem suyu fışkırır.

Bölgede su çıktığını öğrenince, Yemen civarından Cürhüm kabileleri gelerek oraya yerleşir. Mekke şehri böylece kurulur. Bu civarda yerleşimin aslında çok daha önce, Hazret-i Adem‘den sonraki dönemler içinde başladığı rivayetleri de vardır. Orada Kâbe’yi ilk defa Şit Peygamberin inşa ettiği söylenir. Ancak Tufan’dan sonraki dönemler içinde bu yerleşimlerin izleri kalmamıştır. Bölge çölleşmiş, yüzyıllarca kimse yerleşmemiştir. Ta ki, Hazret-i İsmail‘e kadar… Bir gün Hazret-i İbrahim tekrar o yöreye gelerek oğluyla beraber Kâbe’yi yeniden inşâ edince, Mekke müminler arasında kutsal bir şehir haline gelir.

Hazret-i İsmail Cürhümlüler arasında büyür. Onlardan eski Arapçayı ve bu lisanın alfabesini öğrenir. (Sanırım Sümerlerden çok daha önce olur bu.) Büyüyünce onların kızlarından biriyle evlenir. Ne var ki, İsmail‘in oğulları ile Cürhümlüler zaman içinde birbirlerine düşerler. İsmail‘in oğulları Cürhümlüleri Mekke’den kovar. Cürhümlüler’in soyunun zamanla ortadan kalktığı veya Yemen taraflarında karışarak yaşamaya devam ettiği rivayetleri vardır. Bununla beraber, Arap kavmi, İsmail‘in soyundan gelmiştir. En eski Araplar olan Cürhümlüler’in hiçbir izi kalmamıştır.

Bir şey daha ilave edeyim: Hazret-i Adem, daha sonradan verilecek adla, Süryanice konuşurmuş. İlkel, tek heceli bir dil olmalı! Bu dilden ilk önce Hintçe ayrılmış ve oluşmuş… Yemen civarına gelen ve “Arab-ı Aribe” denilen ilk Araplar da bu Süryanice’nin daha gelişmiş bir şeklini konuşurlarmış. Bu dilin bir başka türevi de, Harran ve sonra Kenan’da Hazret-i İbrahim‘in ve ondan sonra da oğlu İshak‘ın konuştuğu, İbranice’nin atası olan Arâmice imiş. Hazret-i İsmail‘den sonraki yeni harman içinde Arapça, gelmiş geçmiş en muazzam dil olarak ortaya çıkmış. Tabii, Hintçe kolu ve ondan ayrılarak oluşan diğer diller, Asya’da ayrı bir gelişme seyri göstermiş. Türkçe de bu gelişme içinde ortaya çıkmış.

Allah Sevgilisi‘nin zaman zaman İsmail‘in Arab-ı Müstaribe (sonradan Araplaşmış Araplar) adı verilen bu tertemiz soyu ile övündüğü ve Mekkelilere “ey İsmail oğulları” diye hitap ettiği bilinir. Yine sahih hadislerden birinde, Hacer‘in kadınca telaşına gülümseyerek, “Hacer eğer suyu tutmasaydı, Zemzem şimdi bir ırmak olup akacaktı” diye söz edildiği malumdur. Bir başka hadiste, kadınlarda “uzun etekli elbise giymek” âdetinin İsmail‘in annesi Hacer ile başladığı, çünkü onun izini rakibesi Sara Hatun‘a belli etmek istemediği…

Putperestler arasında da hatırası korunmuştur Hazret-i İsmail‘in. Mekke müşriklerinin Cahiliyye devrinde Kâbe’ye diktikleri putlardan biri de Hazret-i İsmail‘i temsil ediyordu. Yani Sabiiler arasında Hazret-i İsmail, dinlerinin İdris Peygamber‘den sonraki büyük kurucusu olarak tanındığı bilgisi vardır. Batılılar Hazret-i İsmail‘den kalma birtakım töreleri yaşatan bu topluluklara Hacerîler mânâsına Hagerene derler. Sara Hatun‘un soyundan gelen İsrail Oğulları, Arapları “Hacer’in soyu” diye küçümserken, Hazret-i İsmail‘i, daha sonraki Peygamberleri vasıtasıyla ululamışlar ve “Samuel” ismi onlar arasında en yaygın isimlerden biri haline gelmiştir. 

1 Aralık 2011

HAGAREN

Hacerî – Hazret-i Hacer’in Çocukları” anlamında olduğu sanılan bir terim “hagarene”. Mezopotamya, Suriye ve Mısır’ın erken Arap fatihlerini açıklamak için erken Süryanî, Yunan, Kıptî ve Ermeni kaynakları tarafından kullanılmış. “İsmailîler, Hazret-i İsmail’in soyundan gelenler, Hazret-i İbrahim’in Hanif dinine mensup olanlar“…

Anlaşıldığına göre, Haçlılar tarafından Müslüman Araplara verilen isimlerden biri aynı zamanda. Bunun yanında “Saraken” gibi bir başka isimlendirmeleri de olduğu malum;  ben bu kelimenin “Şarkî-Doğulu” kelimesinin Frenkçesi olduğu kanaatindeyim.

Daha sonra ise –ne alâka ben de anlamadım– “hagarene” kelimesi, Bulgar müslümanlarını tarif eden bir terim olmuş; aynen böyle diyor bir kaynak…

Ben bu kelimeye nerden sardım meselesine gelince… Bundan 15 sene önce klâsik Fransız yazarlardan Rabelais‘yi okuyorum. Orada, eserin kahramanı Pantagruel‘ün ismi açıklanırken deniliyor ki: Panta Yunanca’da “her şey”, gruel de Hagarene dilinde “susamış”, dolayısiyle Pantagruel “her şeye susamış” demek…

Sen bi takıl bu kelimeye, neymiş lan bu Hagarene dili, kim konuşuyor, hangi bağın gülüsün sen derken, bugünlere geldik… Özetle, yeni öğrendim; belki birinin işine yarar diye de buraya atayım.

10 Haziran 2014

KÂBE’DEKİ PUTLAR – I

Mekke’nin Fethi’nden önce Kâbe’deki putlar, fî tarihinde Luhay oğlu Amr adında bir adamın başlattığı geleneğin ürünleri. İbrahim dinine tâbi olan, İsmail Oğulları tarafından yönetilen Mekke’de, bu adamın yaptığı bir tür “dinde reform” olmalı! Bilmediğimiz, çok eski bir tarihte yaşamış olan bu adamdan Kâinatın Efendisi bir defasında “cehennemde barsaklarını topluyor” şeklinde bahsetmişlerdir.

Amr, putları ilk önce Şam’da görür ve oradan “Hubel” adlı putu alarak getirip Kâbe’nin üstüne kor. Bu Hubel, muhtemelen Yunanca’sıyla “Kybele” olarak bildiğimizi ana tanrıça’dır. Çünkü eski dönemlerde Anadolu ve Suriye’de bu tanrıçaya tapılırdı. Hititler zamanında bu tanrıçaya “Kubaba” denildiğine göre, herhalde onun Mekke’ye getirildiği tarih Milattan Önce Birinci Bin’den daha eski değildir.

Hubel, sonraki “üç büyük put”tan biri olmamasına rağmen, Kâbe’deki ilk puttur. Bu putun “ezlam” dedikleri bir ritüeli vardı. Yanında üç fal oku: Birinde “emeranî Rabbî” (Rabbim bana emretti), diğerinde “nehânî Rabbî” (Rabbim bana yasakladı) yazılıydı. Üçünçüsü ise boştu. Yapacağı iş konusunda karar veremeyen kişi, “ezlâm” işiyle görevli kimse aracılığı ile bu oklardan birini çekerdi. Birinci ok çıkarsa, tasarladığı işi yapar, ikincisi çıkarsa o işten vazgeçerdi. Üçüncüsü çıkarsa, o işi bir yıl erteler, ertesi sene falı yenilerdi. “Ezlam” görevi, Mekke’de yönetim işlerinden biri sayılırdı. Tıpkı vergi toplamak vesaire gibi bir yetki konusu. O yetkiye sahip olmak için kabileler arasında sık sık kavga çıkardı. Demek ki, işin içinde iyi bir gelir de vardı.

Bundan sonra Kızıldeniz kıyısından Menat, Taif’ten Lât, Nahle denilen vadiden Uzza getirilmiştir. En büyük üç put bunlardı. Müşriklerin hayatına bu putlar ve onlar etrafındaki âdetler nizam verirdi. Putlardan şefaat dilerler, karşılarında el bağlayıp yardım isterler, bir ihtiyaçlarında onlara sığınırlardı. Onları ziyaret eder, tavaf eder, onlar adına kurbanlar keserler, hattâ yiyeceklerinden bazılarını onlara ayırırlardı. Müşrikler “Allah”ı bilmiyor ve ona inanmıyor değillerdi. Hatta kelime olarak bile biliyorlardı. Ancak hayatlarına nizam vermeye gelince, İbrahim Peygamber’in şeriatı değil, bu putlar etrafındaki bâtıl inanç ve töreler baş roldeydi.

Put konusu günümüz insanı tarafından yanlış anlaşılır. Sanki bir şey söylermiş gibi, Kâbe’nin de bir şekil olduğunu, ona yönelmenin de putçuluk olduğunu falan söylerler. Her türlü şekle yönelmek aynı şey olsaydı, Kemalizm’i altı ok, Komünizm’i kızıl yıldız temsil etmezdi. Veya birine yönelmek, diğerine de yönelmiş olmak sayılırdı. Veya matematikte herhangi bir formülü kullanmak, bütün formülleri kullanmış olmak anlamına gelirdi. Oysa her formülün ayrı bir konusu vardır. Bunun gibi, her inanç ve düşünce sistemi, her ideoloji, ayrı bir ideal’i temsil eder. Önemli olan, hayata nizam verenin ne olduğudur. Önemli olan “gayeye varan yol – doğru formül”ün ne olduğudur. Gerisi vesaireye girer…

Nitekim, Kâbe’nin iç duvarına asılan tasvirler arasında Hazret-i İbrahim’e, Hazet-i İsmail’e, Hazret-i İsa’ya ve Meryem Ana’ya ait olanlar bile vardı. Bunlar da “doğruyu yanlışta kullanmak” şeklinde, o putperest iklimin ikonaları yapılmıştı. İslâm’a göre de bunlar Peygameberler ve kutsal kişilerdir; aslolan, onları bir figür halinde asılsız bir yola harç kılmak değil, “doğru düşünce olmadan doğru düşünce faaliyeti olmaz” doğrusunun delilleri olduklarını görmektir.

Yoksa sadece birtakım tasvirler ve heykeller değil, kavramlar da birer puttur. İçi doldurulmadıktan, mahiyeti bilinmedikten, asılsız hedeflere götürücü olduktan sonra “helâl”, “haram”, “hac”, “kurban”, hatta “Allah” gibi kavramların sadece kavram olarak bulunuyor olmaları neye yarar ki? Onlar zaten çok eskiden beri vardı; ama mahiyetleri bilinmiyordu. Ve “Cahiliyye” buydu.

Dahası şu söylenebilir: İslâm’da Allah’ın kişileştirilmesi (teşhis) yoktur, bütün anlayışlardan üstün bilinmesi (tenzih) vardır. Dolayısiyle Kâbe, “Hubel” veya “Kybele”nin puthanesi değil, müslümanların “kıble”sidir.

3 Aralık 2011

KÂBE’DEKİ PUTLAR – II

Şimdi bu arkadaşlar, görünen ve bilinen şeylerin ötesinde, görünmeyen ve bilinmeyen âlemler olduklarına inanmazlar. Ama putlar konusuna gelince, onların görünen ve bilinen yönleri ötesinde görünmeyen ve bilinmeyen derinlikleri olduğunu söylerler.

Ne kadar yamalı bohça bir doktrin bu! “İslâm karşıtı olsun da ne olursa olsun” deyip, kimden ne duyarsa almış getirmiş. Putlara tapanların sadece taşa ve toprağa taptıklarını kim iddia ediyor ki zaten? Yine kendileri…  İslâm’da böyle bir iddia yok. Hatta Kur’ân’a bakarsanız, cinlere tapmakla suçlanır putperestler. Öylesine de kendi içinde bir romantizmi vardır.

Şimdi adam almış ortaya bir baş tanrı; sonra onun etrafında aklına ne gelirse koymuş. “Bu onun kızı, bu kızının kocası, şu eniştesi, bu dayısı”… İslâm da bunu reddetmiş: Ne dayısı, ne eniştesi; Allah birdir demiş.

Ee, ne var bunda yani?

14 Aralık 2011

 

Selim GÜRSELGİL

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: