İTALYAN KIZI, KÜÇÜK SONIA

İTALYAN KIZI, KÜÇÜK SONIA

Sabahlara dinlenmiş, dinç, dinamik, zıpkın gibi kalkmak, dudağımda tatlı bir tebessümle gerinirken yeni güne “merhaba” demek, pek ender görülen bir şey benim için. Daima yorgun ve bezgin, daima üzerimde tonlarca yük, memnuniyetsiz karşılarım yeni günü. Belki de hayatımda en büyük haksızlığı sabahlarıma yaptım. Geceleri dost edinip, sabahlara yüz çevirdim. Oysa sabahlar taze, duru, berrak, cıvıl cıvıldı. Belki de sırf bu yüzden sevemedim sabahları.

Bunda sabahların bir suçu yok elbette. Bütün suç, mahzun ve delici bakışlarıyla kalpleri titreten, yüzündeki çizgilerde hüznün gölgesi dolaşan, buna rağmen her daim sakin, her daim esrarlı, cilveden âzade ama bir o kadar da alımlı kadın gibi, baş döndüren gecelerde…

İşte sabahlara hemen hemen her zaman böyle sarhoş kalkarım ben. Dediğim gibi bütün suç gecelerin…

Buna rağmen, yatağımda ayılmaya çalışırken, gözlerim kapalı dualarımı okuyarak hamd ederim Allah’a her sabah. Çünkü bilirim ki, gece varlığını, tazeliği ve neş’esiyle genç kızları anımsatan sabaha borçludur.

Sonra kalkarım usul usul yatağımdan. Sabaha nankörlük etmemek adına, zoraki ona ayak uydurmaya çalışırım. Bir bilseniz dostlar bu benim için ne denli çetin bir iştir ve her şeyin farkında olan zavallı sabah, her şeye rağmen bana karşı ne denli sabırlı ve müşfiktir.

Dolaşırım sonra evin içinde. Geceyle meşk edenin bir kendim olmadığını görürüm. Sehpa ve masanın üzerinde çay bardakları, kahve fincanları, kül tablaları, kalemler, kitaplar, defterler… Kasvet kaplar tekrar ruhumu, ellerim ayaklarım beton tutar, vazgeçerim ayılmaya çalışmaktan. Bir müddet öylece atarım kendimi koltuğa. Neden sonra çay koyarım ocağa. Hayat gibi, zift olup acıyana kadar demlensin diye rahat bırakırım onu.

İnsanın bir amacı yoksa, ne zordur güne başlamak.

Ben böyle bir kadın değildim. Ne ara bu hâle geldim onu da bilmiyorum. İnanması benim için bile zor ama bir zamanlar hıncımı, üzüntümü, kederimi, derdimi her yeri pırıl pırıl yaparak atardım içimden. Böylece sanki ruhum da ak pak olur, huzura kavuşurdu. Sonra hayat yine neş’eyle devam ederdi. Hayat yine neş’eyle devam etsin diye ben, her sabah dudağıma istemsizce gelen şarkıyı söylüyorum şimdi. İsterse yüreğimi parçalayan bir türkü olsun bu, hiç fark etmez. Keder de neş’eye dair değil midir? Yeter ki canlansın donuk ruhum, yeter ki, yaşadığımın farkına varayım.

İşte bu sabah şen şakrak şarkılar, hüzünlü türküler de uğramadılar gönlüme; umarım terk etmemişlerdir beni. Yok canım, amma da kötü niyetli oldun son zamanlarda. Gönlünü, yeni gelen misafire yer vermek için meşgûl etmek istememişlerdir kesin. Evet evet öyledir. Bu sabah, hiç hatırında olmayan bir misafiri ağırlamadın mı, hatırlasana…

Adı Sonia’ydı. Kaç yaşlarımdaydım tam bilemiyorum. Dokuz, bilemedin on. Bu konuda benden dört yaş büyük olan ağabeyimden yardım almak en mantıklısı.

Fakat, Sonia da nerden çıktı sabah sabah. Şu insan ruhu ve ruha bağlı hafıza ne kadar da garip ve bir o kadar da esrarlı…

Sonia (Sonya) ne kadar çabuk ve güzel girmişti hayatımıza. Hepimiz taa o zamanlarda bile hayret etmiştik bu duruma.

Evimiz İstanbul’un en nezih semtlerinden olan, yalılarıyla meşhur Yeniköy’deydi. Boğaz’ın incisi Yeniköy…

Sakın ola, aklınızdan yalı çocuğu gibi şeyler geçirmeden hemen söyleyeyim ki, biz yalı değil, “yalılar” çocuğuyduk. Yani adres olarak… Evimiz denize on dakika yürüme mesafesinde, daha yukarılardaydı.

O zamanlar mahallemizin büyük bölümünü müstakil evler oluşturuyordu. Bir de beş, bilemedin altı binadan oluşan Mimarlar Sitesi.

Çocukluğumuzda bu site insanları, sanki bizden birileri değilmiş gibi gelirdi bize. Ne onların çocukları bizlerle oynardı, ne de biz, “onlar da bizimle oynasa keşke” derdik. Başka dünyanın insanlarıyla, aynı mahalleyi paylaşmak umurumuzda bile değildi velhasıl.

Biraz büyüdükçe biz varoş çocukları, kendilerini bizden üstün gören, ya da en azından o zaman bize öyleymiş gibi gelen, elit tabakanın, elit çocuklarına hafiften gıcık kapar olduk.

Mahalle bakkalı, sonradan eltim olan, hayatım boyunca dostum ve kardeşim olarak kalacak, rahmetli Nuray’lara aitti. Nuray’ın ağabeyi (aslında köyden gelen ve onlarda kalan amcasının oğluydu) işletmekle mükellef kılındığı bakkal dükkânını, kâh yemek ve tuvalet gibi şahsî ihtiyaçlarını gidermek, kâh tekele gitmek gibi dükkân ihtiyaçları için bize bırakır, biz de bu durumdan son derece memnun, mes’ud, gururla dükkânı devralır; çabuk gelmemesi için de dua ederdik.

İşte, site çocuklarına gıcık kapma olayımız, tam olarak bu görev sırasında başlamıştı diyebilirim. Son derece mesafeli, soğuk, donuk, kibir abidesi bu çocuklar bize hiç benzemiyorlardı. Dükkâna girerken gülümsemiyor, çıkarken iyi günler temennilerinde bulunmuyorlardı.

Gerçi ağabeyleri, bizimkilerle hiç de öyle değildiler. Her gün, akşama doğru birlikte futbol oynarlar, sonra onlar dağılır, bizimkiler kendi aralarında sohbete devam ederlerdi. Ama yine de, kaçan topu yakalamak için yorgun kıçını daha fazla yormamaya özen gösteren ve, “Heyy ufaklık; şu topu yakala!” diye bizi aşağılayan buyurgan tavırlarından dolayı, biz onlara da gıcık ve düşmandık. Evet, evet o çocukça gururumuzla, onları düşman bellemiştik.

Bu savaşı, yine böyle bir emir kipiyle karşılaştığımızda, aşağıya doğru yuvarlanan topa bir tekme vurarak ilk ben başlatmıştım.

Son sür’at giden topun arkasından koşan çocuğu seyrederken aldığım keyfi, belki de hayatım boyunca hiçbir şeyden almadım.

İşte bu keyifle, aradan geçen onca zaman sonra meseleyi çoktan unutmuş olan ben, oyuna devam ederken, yokuş aşağıya koştuktan sonra, bir de tekrar orayı tırmanmak zorunda olduğundan kan ter içinde kalmış delikanlının, burnundan soluyarak sorduğu; “Topa tekmeyi sen mi vurdun?” sorusuna, yürek yemişçesine mağrur; “Evet, n’olmuş!” cevabını verdim.

Bağırıp çağırmasını, azarlamasını beklerken, kafama çarparak sektirdiği topu da alıp, zafer kazanmış kumandan edasıyla ardına bile bakmadan gitti.

Bu, kendi adıma çok alçaltıcı bir durumdu. Kaçmak, korkmak kitabımda yazmadığından, kırılan gururum da keyfim kadar uçlardaydı. Doğrusu delikanlı, farkında mıydı bilmem ama, iyi bir manevra yapmış ve o günü galibiyetle bitirmişti. Ama savaş daha yeni başlamıştı ve bizim de kendimize göre taarruz ve savunma planlarımız vardı.

Devam Edecek…

Emel ZOR

Bir Cevap Yazın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Adımlar Dergisi sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et