DİLMURAT’A İTHÂFEN… SALİH MİRZABEYOĞLU’NUN KALEMİNDEN

TARİH NE İŞE YARAR *

CEVHER İlhan: Bir yazınızda “Biz redd-i mirâs hakkına sahib değiliz!” diyorsunuz. Bununla neyi kastettiğinizi biraz açar mısınız?

PROFESÖR İlber Ortaylı: (…) Bunun arkasında iki sebep yatıyor. Bir tanesi, müthiş bir tarih bilmezlik, tarih öğrenmeme ve reddetme tavrı var. Bu garib bir mesele. Hep söylüyorum, matematik bilmeyen açıkça matematiği reddedemez, gülünç duruma düşer. Müziği sevmeyen belki vardır. Bunlar kalkıp da “Biz müziği sevmiyoruz, müzik berbat bir şeydir!” derse ne yaparsınız? Meclisinize sokmazsınız, kovarsınız. Maalesef bu TARİH konusunda hiç de böyle olmuyor. “Tarih lüzumsuz, bunlarla uğraşacağına başka şeylerle uğraş, ileriye bak” falan gibi görüş vardır. İkincisi, bazılarında OSMANLI’ya karşı, “Türklükle çok aynileşiyor” diye, bir etnik nefret vukua gelmiş olabilir. Bunları anlamak çok güç; çünkü böyle bir metodla, böyle bir düşünceyle bir yere varamıyorsunuz… Bu bakımdan, normal bir ülkede tartışılmayacak şey bizde tartışılıyor. Hiçbir şekilde Fransa’nın bir solcusu, monarşi karşıtı, – “Biz bu mirâsı reddediyoruz!” demez. Derse, Fransa olmaz. Âdeta bu fizik kanununa aykırı. Fransa kralını sevmeyebilir, aristokratının getirdiği medeniyete karşı olabilir, ama onu inkâr edemez. Bu kadar açıktır. Bunu Sovyet Rusya’da da duymadım. Konuştuğumuz bir kişi, hükümdârları anlattı, aristokrasinin meydana getirdiği kültürü ortaya koydu, büyük Petro’yu, hatta Katarina’yı methetti. Sonunda da onları kötüledi. “Onlar zaafı ve kusurları olan hükümdarlardı.” dedi. Yani, “Böyle bir mirâsı tanımıyorum!” demiyor adam. Dolayısıyla bu tip bir anlayış mümkün değildir. Bu anlayış nerede vardır? Ortadoğu’da vardır. Kral Faruk’u kovalarsınız. Kral Faruk yabancı dil konuşur, hanedanı Türkçe konuşurdu. Irak’ta aynı şey oldu. İnsan anlıyor ki, kendine göre bir tarih. Böyle bir TARİH olmaz… Ne Kraliyetimiz’in bir geçmişi var, ne Cumhuriyetimiz’in bir sağlamlığı söz konusu. Tarih çim sahası değil ki, istediğin yerleri tespit edip, kazık çakıp, çitle çeviresin. “Ben bu kadarını seviyorum, gerisini yakalım” veya “bana ne” diyemezsiniz. Bu mümkün değil. Onun için bu örnekler gözümüzün önünde bulunsun. Ve ona göre düşünelim.

İkincisi, bu redd-i mirâs dış saldırılara karşı bir ara kullanılmış. “Ermeniler böyle tedhiş iddiasında ise Osmanlı ile hesaplaşın!” denilmiş… Orada da söz konusu olmuştu ama o mesele değil. Ben meseleyi daha ziyade tarihî mütalaa açısından ele alıyorum.

Kendi tarihimizi “redd-i mirasa” hakkımız var mı? İster kendimizi reddettiğimizden ayrı görmek, isterse “şu işe yaramaz tarih mevzuu”ndan kurtulmak niyetiyle “evet” densin, sebebler farklı da olsa – örtüşen tarafları da bulunsa, bunun altında “cahillik” yatar. “Redd-i miras” tâbiri içinde, tarihin işe yaramaması değil de, o tarihi tasvib etmeme mânâsı da var. TARİH, “küll” olarak, MUTLAK FİKİR’in mekânda serili hâdiseler zinciri-silsilesi, bu çerçevede de her şeyin ve her mevzuun ona mahsus yaşanmış geçmişini ifâde eder. Öyleyse TARİH’in reddi, bir bakıma TOPYEKÛN İLMİN, bulunan ana birikimini reddetmektir ki, yeri gelir, bulunulan ândaki SEBEB’in geçmişteki NETİCE’ye ilgisi de kaybedilmiş olur. Yahud herkesin bildiği üzere, bugünkü NETİCE’nin geçmişteki sebebi… Bu en geniş TARİH ANLAYIŞI – ZAMANÎ ŞUUR meselesinin ortasına siyasî ve sosyal genel ifâdesine ve ilgili meselelerine giren malûm TARİH ilmini koyarsak, bu ilmin kendine mahsus formasyonu ayrı mesele, onun da ne işe yaradığını ortaya seren, meselâ BOLU F-TİPİ CEZAEVİ’nde bir hücrede, bu işe eğlencelik ve kendini oyalama gibi bakmayan, sanki bir ERMİŞ’in kendi DERUNÎ olgunluğunun ardından Âlemde geçmişin ve hâlin “seyr-i seferi”nde kendi iç âlem düzeninin besinini bulan bir mânâya erer. “Tarih ne işe yarar?” sorusunu düşünmek bile, elbette TARİH hususunda bir bilgin var, malûm tarih ilminden bile kıyas edilemez bir derinlik getirir. Bunun üzerine bir de TARİH ŞUURU? O, “seyr-i sefer” niteliğindedir. Ne basit “vatan, millet” edebiyatı, ne de ne işe yaradığını uzmanının da bilmediği özel ve meslekî merak çerçevesinde TARİH çeşitleri. Bahsettiğim nitelik, hem onları mânâlı kılan, hem de benimsemeleri gerekenlerdir. O zaman da, sanki tarikat edebi gibi mühimsenen ve “hayat biçimi” denilmeye lâyık bir iş olur. Aslolan, İNSAN ŞUURU, “ben bilgisi” için. Her iş ve mevzu için geçerli olan da bu değil mi? Niçin yaşıyorsak, YAŞAMAK onun için; vesile ve birikim… Tarih, hepimizin kendine mahsus bir tarihi var ve hepimizin hisse sahibi olduğu bir bütün, bir mânânın bütünleşmesi, ZAMANIN BÜTÜNLEŞMESİ içindir; malûm mânâda TARİH de. Demek ki, toplam ifâde, NEFS MUHASEBESİ içindir. “Tarih ne işe yarar?”… Bu husus ve bu hususa NİYET ve dereceler. “Zaman İBRET aynasıdır!” buyuran Hazret-i Ali Efendimizin sözü, kendimiz ve başkası için, “Halka hizmet HAKKA hizmettir!” buyuran Allah Sevgilisi’nin sözü, bu yönüyle de REHBER… Şimdi: REDD-İ MİRAS, adamına göre, müsbet veya menfi görülenler mânâsını kapsar. Benimseyip benimsememe bakımından, elbette biz de bir tarafız: Meselâ, “İslâm Tarihi” olarak KENDİ tarihimize yaklaşmak ve buna nisbetle “gerekli veya değil” demek, KAVİM niyetiyle tarihe bakarak “gerekli veya değil” demek arasında fark vardır. Bizim, DÜNYA TARİHİ kadar bir genişlik ve bölüm çeşitliliğinden, KENDİ tarihimiz nitelemesi içine giren KAVİM tarihi kadar bir genişliğe, hepsini ihtiva eden anlayışımız, İBRET,  bundan da kasıd, İSLÂMÎ niyettir. Kavimler, ister çölde kaybolan dereler gibi sükûta ersin, ister dinler Hak veya bâtıl kılıklı, devrini tamamlamış veya kaybolmuş olsun, ister asıl veya tortu hâlinde o niteliklerini devam ettirsin veya barındırsın; TARİH ÖNCESİ DİNOZOR’un artığında bile ilmî mütalâa ile çeşitli ilimlere malzeme teminine çalışılırken, bütün bir insanlık tarihindeki YAŞANMIŞLIK’ı gözardı etmek? Biz, OSMANLI’nın çöküşünden sonra BÜYÜK DOĞU-İBDA anlayışıyla, bunun vatanı neresi ise o, ANADOLU insanı, bu insanın genişliği kavim ve millet genişliği ve coğrafyasında, elbette tarihinde olup bitenleri, MÜSBETLERİ BİZİM, menfileri de “onların bâtınını selâmlamak” şeklinde kabul edeniz. “Elini küfre değdirse Şeriat doğurur” diyen bir anlayışa kul. “Küfrün kaynağını bilmeyen, gerçek imânda olamaz!” anlayışıyla, menfinin bâtınını selâmlayan bir anlayışa tâbi… Malûm: Şu âlemde insan, ya imânı ZÂHİR ve küfrü mümkün mânâsına gizli, yahud da küfrü ZAHİR ve imânı mümkün mânâsına gizlidir. Kâfire selâm veren Veli’ye, “niçin selâm verdiği” sorulunca, “o benim zâhirimi selâmladı, ben ise onun bâtınını!” demiş. İslâm Tasavvufu ile Batı Tefekkürü arasında kanatlarını açan İBDA, o velinin sözünü TARİH bahsinde de göstermek ister. Aşağıda, KIRGIZ ismi ile ilgili bir efsanede, bunu misâllendirmeye çalışacağım. Görülecektir ki, hem İSLÂM öncesine âit bir zamana, hem Hak din olmayan bir anlayışa, hem onu tesbit eden kişiye nisbetle, bizim anlayışımızın dışında; ama bu, onu görmezden gelmemizi gerektirmiyor. ÖNÜMÜZDE BİR HAZIR ve HALÂMIZA bir gıda. “Tarihten böyle istifade edilir!” de demiyorum. Bu tahdit, bir ahmaklık olur. Ama tarihin pazar yerinde topladığı ne olursa olsun, onu toplayan kişinin Müslüman olması, bahsettiğim netice açısından onu, “yaptığı işin neye yaradığı” hususunda isbat sahibi yapacaktır; “boşuboşuna bir iş değil!”… Bu şuurun, yaptığı işte MUHAKKAK MÜESSİRLİĞİ de var. İnsan için MUTLAK TARAFSIZLIK, mümkün değildir, o yokluktur. Ancak, herkes için geçerli bedahetler ayrı. Bu hikmetler, vesika temininden ilmi sıralama ve değerlendirmeye, usûllerine, teşhis üzerine yapılan tecride kadar, TARİH için geçerlidir. KAŞ yaparken, göz çıkarmayalım: Anlatışımın bir büyüsü olduğuna eminim. Ama tarihin her çeşidi ve basamağı ile ilgili, iş “Ağız yolunu bilmez, kaşık çalar pilava!” diyen Üstadım’ın belirttiği saçmasapanlığa dönmesin. Dikkat edin: Ben, TARİHÇİ değilim. Ama hem onlara, hem okuyanlara, bir GÖRÜŞ getirdiğimi sanıyorum. Benim için ne ifâde ettiğini, hemen hemen anlattım… ALİ OSMAN ZOR vesilesiyle el attığım KIRGIZ tarihine şöyle bir bakışta, Avukat – Emekli Albay Cumay Suyunaliyev, DİLMURAT, Sabur Bey, Emekli Albay BARAT ve BARAN Dergisi’nde medhini gördüğüm Raise Otanbayev’in şahsında, ANADOLU RUHU’nu bulmam tabiîdir. İthafım… Fikrimizin ulaştığı her yer ANADOLU’dur.

KIRGIZ İSMİ VESİLESİYLE

ALEM’de İNSAN, beden mülkü üzerine kaim olan ruhu ile, nefs-şuur’un iki tarafını da temsil eden bir varlık olarak, İNSAN’dan murad hakikatini yerine koymak mükellefiyetiyle göründü. Kim ne derse desin, İNSAN’da ilk bedahet duygusu, YARATICI hissidir. Onunla VAR ve onunla DAİM olacağını sezdi. VARLIK olmadan BİLGİ ve BİLGİSİ olmaz. Buna hiç kimse “hayır” diyemez, çünkü bu hiçbir din ve felsefenin –ilmin– alelâde yaşayışın reddedemeyeceği bir gerçektir. Bana “hayır” diyorsan, redde bile bana-varlık’a nisbetle söylüyorsun. Demek ki sen, beni reddederken bile bana delilsin. Bu KUŞATAN hakikatinin rivayeti muhtelif; ama, “varlık olmadan bilgi ve bilgisi olmazdı!” hakikati bile, eğer VARLIK olmasaydı olmazdı. Bunun reddi de, onun delili. Neticede, YARADICI’nın reddi de, onun hakkındaki bilgide ve yanılma bilgide: Besbelli ki sen, müessire nisbetle bir ESER’sin. Yaratıcı’nın reddi, imânsızlığın imânı olarak, aslında bilgide kurduğu ne ise – nitelediği, YARATICI da odur. İstersen YARATICI kendini bul, YARATICISIZ OLMUYOR. Demek ki ayrılıklar ve zıdlıkların esası, YARATICI’nın vasıflandırılmasında. TEZ olmadan ANTİTEZ olmaz. TEZ, yaratıcı kabul edende mi, yaratıcıyı kabul etmeyen yaratıcı imânında olanda mı? Bana bir şey söyle, Hindistan’daki inek yemeyen insana bakıp da inek gibi sırıtma yerine, “o ne ise o” diye alıp, kendi hakikati içinde aslını gösterebilsin. Onu kuru tesbit ve öğrenme değil, onu onun anlayışını psikolojik – sosyolojik – antropolojik vesair ilimlerin deformasyonuna uğratmadan ve ondan istifade ikinci plân, varlığın varlıkla bilinmesi hâlinde doğrudan varoluşan tarzda bilsin, sonra kendinden onun müntehasını – son tecridde aslının ne olduğunu bildirsin. BEŞER düşüncesi birbiriyle kapışır ama, YARADAN ne diyor? Herkesin YARADAN bildiği kendine de, GÜDÜK OLMAYAN ve belirttiğim hususları karşılayan YARADAN? MUTLAK ve bunun bile tahdidi bir mânâ belirtmesine nazaran, İZAFÎ içinde de ona ondan yakın olan ve NAKLİ? Biz, topyekün âlem, kâinat ve İNSAN tarihini, merkezinde Allah Sevgilisi olan PEYGAMBERLER TARİHİ olarak görüyoruz. TEZ onların getirdiği, onların izinde olanların getirdiği. ANTİTEZ, kıymetleri ayrı, onların karşısında olanlar. Devirlerinde olup bitenlerin tevatüren nakli sürecinde içinde bulundukları ortamın hâdiseleriyle karışarak, hayâlleşerek, masallaşarak, hurafeler ve efsaneler hâlini almışlardır. Özlerinde barındırdıkları imân, fikir ve ilim de, karışık mahiyetleri ile hep HAKK dinden gelme. İmam-ı Gazâlî Hazretleri’nin belirttiği FELSEFECİLER’in sebeb olduğu zarar gibi: Söylediklerinin içinde doğru şeyler vardır, onlar söylüyor diye toptan karşı çıkarsın, olmaz. Söylediklerinin içinde doğru olanların büyüsüne kapılıp tamamen kabul edersin, bu da küfür olur. Biz, “düşünerek bulmak ve sezerek yapmak” ŞİİR İDRAKI’na bağlı kalarak, bu güzele hitab bir bediî idrakine muhatab görünen efsaneleri ve efsaneleşmiş tarihleri, Mutlak Doğru terazisinde tartarak ruhî oluşumuz yolunda hakikatlerini arayacağız. Tarihin, efsanesinden kaskatı vakıa hâlinde tesbit edilmişine kadar nasıl ele alınması gerektiğini söyleyebildiğimi sanıyorum. EFSANE zannıyla bakılanların ne olduğuna gelince, bir vesile, SALİH Aleyhisselâm’ın devesi hakkındaki mucizenin, AHİR zamanda tecellisi ile ilgili, ŞİİR İDRAKI ile bakılması gereken Hadîs’ine dair: Hadîslerin senedi ilmiyle uğraşanlar, ne dedi, ne der bilmiyorum. Ama, bütün Peygamberler’in mucizesinin O’nda toplu ve içinde bulunduğumuz zaman da O’na âit bulunmak bakımından, O’ndan bugüne bütün VELİLERİN KERAMETİ, bağlı oldukları Peygamber’den bilinmek hakikatiyle, O’nun, O’ndan. Salih Aleyhisselâm’ın mucizesi olarak KAYA’dan hamile olarak çıkan ve doğuran, sonra öldürülen devenin yavrusunun, yine bir KAYA’ya kaçıp gizlenmesi ve AHİR Zamanda – O’nun devrinde görünecek olması, bu husustaki HADÎS, “Dabbet-ül ARZ” meselesi, bizim kurcalamamız içinde sanki O’nun yaşadığı devir gibi göründü: Arzın sarsılması… O geldi, eğer “dünyayı sarsan hâdise ve dünyayı sarsan yeni NEFHA”dan kasıd ise, topyekün varlık tarihinde O’ndan daha çok kime yakışabilir? Bu tevafuk, HADÎS’in AHİR kasdında O’nun AHİRİ olarak göründüğüne, zamanımıza uzayan GÖLGESİ TARİH O’nun olduğuna göre? Sakın GÖLGE’den ASIL’a tarih, 1980 olmasın? Hicrî-1400: TAHT-Abdülhakîm Koltuğu… Dabbet-ül Arz: 1439= 440: KISAKÜREK: Salih Mirzabeyoğlu… Dabbet-ül Arz: 1438: “MU-SA” Mirzabeyoğlu: Hâlet-Suret. Hâl. Keyfiyet: Leht-Bir bütünün cüz’ü, parçası: Hillet-Yorgunluk. Kusto: Elbette-Kat’i ve kat’iyye yakın hükümlerde kullanılır: BETÜL-Hazret-i Meryem ve FATIMATÜZ ZEHRA Hazretleri’nin vasfı… Musa Mirzabeyoğlu: 1418: Necib Fazıl Kısakürek: VAHDET: Tahsis-Rağbet ettirmek, meylettirmek: EDEBİYAT-İlmi edebin bütün yönleri, sözle ilgili bütün ilimler: Ciddiyat-Hakiki sözler… Mu-sa: Sudaki sandık, sudaki BEŞİK.

KIRGIZ kelime ve isminin kökü ve mânâsıyla ilgili çok sayıda rivayetin yanı sıra, yazılı kaynaklarda bilgiler mevcut olduğu… Hemen hemen ortak noktalarının, KIRGIZ’ın, KIRK KIZ ile ilgili ve ortak atalarının buradan geldiği… KAŞKARLI Mahmut’un eserinde “bir Türk boyunun adı” diye anıldığı… Grekçe’de “Herkis”, Arabça ve Farsça’da “Kırkız” ve “Hırhır” diye bahsedildiği… Tatar ilim adamı Hadi Atlasî başta, birçok ilim adamının Kırgızları, Oğuzlar’la bağdaştırdığı… Malûm, OSMANLILAR’ın ilk kabile hâli, Anadolu’ya göç eden Oğuzlar’ın KAYI boyundan – ki bunların benim için özelliği, KARTAL’daki TELEGRAM’da Türkçü geçinen ahmak ve cinsî sapık DURAN veya iddia KENAN’ın, beni bozmak adına onları MÜZ’ün çöplük takımından – kıytırık göstermesiydi; hani İSLÂM bağlılığı, HİLÂFET durumları filân… KIRGIZLAR’ın “kırk kabileden meydana geldiğini”, bunun MANAS Destanı ile uyuştuğunu söyleyen ilim adamları da var… EFSANE: “Kırk Kız” ile ilgili efsaneye, SAPIKLIK’ın “Türk kültürünün bir parçası” diye ciddi ciddi savunan DURAN gibi Türkleri defetmek üzere de el atıyorum… Burada DİKKAT edilecek husus, TUTEM’in hâkim olduğu dönemlerde “hayvanlar insan, insanlar da hayvan” formunda idi… Bunun dışında, barışın GÜVERCİN ile, kuvvet ve kuvvetlinin ARSLAN sembolü ile tavsifi gibi, meselâ EBU HALİD-Köpek, canavar, EBU SÜLEYMAN-Horoz gibi, İNSAN isimlerinin hayvana-canlılığa âit bir vasıfla lâkablanması şeklinde bir durum, mecaz, şu, bu… Şimdi: Bir HAN KIZI, Kırk Kız arkadaşı ile gezmek için uzaklara gider. Bu sırada düşman saldırıya geçer ve HAN’ın ülkesini talan ederek herkesi öldürür. Obadan sadece KIZIL Köpek ve geziye giden Kırk Kız sağ kurtulur. Bu Kırk Kızdan türeyen boya da KIRGIZ ismi verilir… KAZAK ilim adamı Ç. Valihanov’un “Kırgızlar Hakkında Yazılar” isimli çalışması, bu efsane hakkında geniş bilgiler vermiş ve Efsane’nin İslâm dünyasında yayılmasında rolü olmuş… 1970-1980 arasında, bir RUS ilim adamının, Sovyet idaresindeki kavimler hakkında, birkaç bin sene önceye dayanan masallarını derlediğini ve incelediğini duymuştum. Bizim o günkü aydın geçinenlerin gözüyle hava-cıva işleri. İlim gözüyle de, bizzat uğraşanının “ne işe yaradığını bilmez” ve yarandıramaz olduğu işlerden. Oysa, öz ilminin dışında, HÂLÂ’ya, şimdiye, HALİHAZIR’a âit, nice fikrî ve pratik kullanıma malzeme olucudur. MİSÂL BEN, İBDA yolundan BÜYÜK DOĞU’ya… SAFSAFA: SÜZMEK. Elemek… Süzmek ve elemek, hem “özü elde etmek, almak”tır, hem “tasfiye etmektir”… TASFİYE etmek, niyete göre iyi veya kötüdür, yahud ASIL olanı veya gerekli gördüğünü, İSTİFADE’ye almaktır… Üstadım’ın İDEOLOCYA ÖRGÜSÜ’nde KURT için, “Anadolu’da, bir dere kenarında gözlerinin haresine dala dala SÖĞÜD’e inkılâb etti!” dediği veçhile… SAFSAF: Söğüt… Malûm, benim “Necib Fazıl’la Başbaşa” isimli eserimin alt başlığı SÜZGEÇ VE ŞEKİL… Efsane’deki KÖPEK, bana, bu eserin hüviyetinde ne söylüyor: BASIR, “Kalb gözü ile gören. Basiret. Bu mânâlara nisbetle SEMBOL, köpek”… KIZ: NEFS… Yanlarında BASİRET, gezmeye giden ve kurtulan KIRK İNSAN… İster BASİRET’i erkek say ve KIRK Kız’dan türeyiş oldu de, ister BASİRET sahibi KIRK KİŞİ’den türeme oldu de. Bunlar evlendiler ve KIRK BOY bunlardan meydana geldi… Bu hikâyenin başka bir anlatımı daha vardır: Bir Padişah’ın, güzeller güzeli bir kızı varmış, hizmetinde de KIRK Kız. Günlerden birgün, onlara tahsis edilen Saray Bahçesi’ndeki kısımdan gezmeye çıkmışlar ve SARAY ortasından akan dereye varmışlar. Suyun üstü KÖPÜK’lü. Köpüğe ilgi duymuşlar ve derede yıkanmışlar. Neticede HAMİLE kalmışlar. Bundan haberdar olan Padişah, kızmış ve KIRK Kızı ıssız bir DAĞ’a götürüp bırakmış. İşte KIRGIZ boyu bunlardan türemiş… KEF-Köpük: 100: Mücennebe-Savaşçı asker: Kelîm-Kendisine söz söylenen: Milel-Milletler: Müna-Suya giden yol. Birinin yerine kaimi makam olmak: Semm-DELİK. Sıfır. Sır: GUSTO… KEFF-Elin avuç içi. Kader çizgisinin EL ve AVUÇİÇİ’nde olduğuna inanılır: 100: Menat-Dönecek yer ve melce: MELÎK-Hakimi mutlak. Hükümdar. Kadir: Nümy-Pul. Köprü: Mis-BAKIR. Kızıl ve sarı karışımlı maden… Kefa-Sıkıntı, meşakkat, mihnet: 101: Kefa’-Kabı BAŞAŞAĞI etmek, ters çevirmek: GUSTO… KUSTO: 169: Rahman Sûresi, 19-20. âyetler: Kasah-Sırtlan. Kuvvetli adam. Korku. Endişe, fikir. Gizli… KEFTAR-Sırtlan: 700: Osmanlı: Kefter-Güvercin. Kuş-can… Keft: Cem etmek, toplamak. Sarfetmek… Ab-Süvar: Sulardaki köpük, kabarcık. Su üstünde yüzen. Suya vuran ışık. (Mevlâna Hazretleri, CAN’ı, suya vuran ışık gibi tutulamaz olarak vasfetmiştir.) KAPTAN: 269: İstizac-Işıklanma. Nurlanma: Mükra-Kiraya verilmiş şey… Süver-Suvar-Suret-Sûreler… AKARSU, ruhtur; NEFS de, ondan hisse kaderimiz. Hâlimiz, TESİR ile harekete geçen KABUL edici ruhumuz. Her hâliyle, içe ve dışa doğru, aksiyonumuz… Buraya kadar anlattıklarımın, BAŞYÜCELİK DEVLETİ’nde hangi mevzuları alâkadar ettiğini ANLAYANINA bırakıyorum… BİR NOT: Kırgız Efsanelerini, GAZİ ÜNİVERSİTESİ’nden MAYRAMGÜL Dıykanbayeva’nın Doktora Tezi’nden aldım. Bundan sonra da yeri geldikçe müracaat edeceğim güzel kaynak eserlerden biri… SON NOT: Devlet, kullanana nisbetle niteliği değişen bir ÂLETTİR. İçe ve dışa doğru GAYENİ söyle, o niteliğini gösterendir.

* Salih MİRZABEYOĞLU / Ölüm Odası –b-Yedi- 65. bölümden

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d blogcu bunu beğendi: