DEVRİM ÖNCESİ RUS EDEBİYATINDAN ÜÇ İSİM: TOLSTOY, ÇEHOV, GORKİ
Adımlar Dergisi matbû yayınına ara vermemiş olsaydı çıkacak ilk sayı için “Çehov ve Geçiş Dönemi Rusya’sı” başlıklı bir deneme yazmaya niyetlenmiş; malûm hadiseler sonrası dergi bir süreliğine kesintiye uğrayınca biz de bu yazı fikrini onun yeniden yayın hayatına başlayacağı güne kadar ertelemiştik. Fakat dün Odatv’de tesadüf ettiğimiz Mümtaz İdil imzalı “Fransız Devrimi Öncesi Edebiyat Neyse” (1) başlıklı yazıyı okuyunca, Çehov’un da aralarında bulunduğu bahsedilen isimlere dair birkaç cümle yazmak kaçınılmaz oldu.
Sayın yazar 1917 Bolşevik devriminden önce tıpkı Fransız devrimi evvelinde olduğu gibi Rusya’da da çok büyük edebiyatçıların olduğunu hatırlatarak, Tolstoy, Çehov ve Gorki’nin adlarını sıralamış; bunların birbirleriyle dostluklarından, ayrıştıkları ve birleştikleri noktalardan kısa ve öz olarak bahsetmiş. Bu isimlere dair kendi yargılarını olabildiğine saklayıp sadece hadiseyi resmetmekle yetinse de, biz bu yazı vesilesiyle birkaç hususa temas etmeden geçmek istemiyoruz.
Tolstoy ve o çınarın gölgesinde büyüyüp ayrı bir kök ve gövde bütünlüğüne erişen Gorki ile Çehov’un dünya görüşleri birbirinden farklıydı. Onları bir araya getiren Bolşevik Parti’sinin programı veya Marks’ın ideolojisi değildir. İçlerinden sadece Gorki komünist faaliyetlerde bulunmuş ve 1917 devriminin kavgasını vermiştir.
Bütün Rusya’nın mitolojik bir kahraman gibi baktığı, yaşayan bir aziz olarak görülen Lev Tolstoy koyu dindardı. Allah’a inanıyor ve insanlığı kendine özgü din anlayışı ile aydınlatmaya çalışıyordu. Gorki böylesine büyük bir adamın “Tanrı’yla olan ilişkisini” bir türlü kavrayamaz ve anılarında “bir inde iki ayı” benzetmesini yapar. (2)
Tolstoy 1828 doğumluydu; 1860 doğumlu Çehov’dan 32, Gorki’den ise tam 40 yaş büyüktü. 1910’da 82 yaşındayken evinden kaçıp bir tren istasyonunda hayata gözlerini yumduğunda Bolşevik Devrimine daha 7 sene vardı. Ömrü boyunca görmezden geldiği ve her vesile ile burun kıvırdığı Dostoyevski’nin erken ölümü onu uçsuz bucaksız Rusya topraklarının adeta tek hükümranı yapmış, Goethe istisna, belki hiçbir devirde hiçbir yazarın görmediği ilgi ve sevgiyi onlarca sene doyasıya tek başına yaşamıştı. Bütün bir Rusya’nın ortak aklı ve ortak vicdanıydı o. Ülkesinde gördüğü bu genel kabul bir yana, dünya genelinde de benzer bir hürmetle karşılandığı muhakkaktı. Ona roman ve hikâyelerini göstermek, sanat, din ve hayat mevzularında nasihat almak isteyenler Rusya’nın gelişip serpilen yeni yazarlarından ibaret değildi. Biyografilerinde dünyanın dört bucağından mektuplar yağdığı yazılıdır. Sadece edebiyat planında değil, bütün bir millet hayatında tesir sahibiydi. Tolstoycular adı verilen gruplar bir araya gelip köyler kuruyor, onun fikirlerine uygun bir hayat tarzı geliştirmeye çalışıyorlardı.
Çehov ve ondan sekiz on sene sonra yazı hayatına atılan Gorki bu anlamda Tolstoy’cu olmamıştır. İliklerine kadar tesirinde kaldıkları ve gölgesinde büyüdükleri adamın idealize ettiği hayat tarzı onlar için bir eleştiri konusuydu. Bizce Çehov, özellikle en başarılı eserlerinden olan Altı Numaralı Koğuş’ta Tolstoy’un kötülüğe kayıtsız kalmaya yol veren ahlâk felsefesini teşhir masasına yatırmıştır. Mümtaz İdil’in yazısında “roman ile hikâye arası” diye tarif ettiği bu 70 sayfalık minik roman yahut uzun hikâye o kadar sarsıcıdır ki; böyle basit, sıradan bir konunun içine bu çapta büyük bir insanlık davasının yerleştirilebilmesi hayranlık uyandırıcıdır.
Bugün hâlâ dünyanın dört bir yanında doktorun uğramadığı ve kapısında, düzeni sağlamak için bildiği ve inandığı tek terbiye metodu olan yumruklarıyla içeriye tıkılmış meczup ve ruh hastalarını öldüresiye döven Bekçi Nikita’ların nöbet tuttuğu “Altı Numaralı Koğuş”lar vardır. O tımarhane koğuşunun Çarlık Rusya’sı, içindeki delilerin de sefalet içinde yolunu yitirmiş bütün bir Rus halkı olduğunu düşünmemek mümkün mü? Peki ya onlarca sene hastalarını bir defa olsun ziyaret etmek aklına gelmemiş Başhekim Yefimiç’e ne demeli? İktidardayken kurulu düzeni değiştirmek için yetkilerini kullanmak yerine delileri öldüresiye döven Bekçi Nikita’ya, hastaların nafakalarını çalıp çırpan ve köşeyi dönen muhasebeciye göz yummuş, olup bitenleri görmezden gelmiş ve bütün ömrü köşesine çekilip kitap okumakla ve hayatın hiçliğine dair karamsar felsefeler üretmekle geçmiş bu kibar adam… Madem ki insan ölümsüz değil ve kara toprağa karışmak mukadder, “günün birinde yer kabuğu ile soğuyarak milyonlarca yıl anlamsızca güneşin etrafında dönüp duracağız”; öyleyse ne diye tımarhaneye bir çeki düzen vermek için uğraşalım? Fakat gün gelir, zorla deli gömleğini giydirip aynı koğuşa doktoru tıkarlar ve Bekçi Nikita’nın demir yumruklarını yediği gün iş işten geçmiştir. Mesaj açıktır: Kötülüğü el ile düzeltmez ve dil ile müdahale etmez isen yıllar geçtikçe kalbinle de buğz edemez olursun ve gün gelir aynı kötülük seni de harcar. Ya onlardan birisi olacak, ya gücün yeter iken onlara müdahale edeceksin.
Çehov’un herhangi bir partiyle ilgisi yoktu. Fakat Rus Akademisi’ne şeref üyesi seçilen Gorki’nin üyeliği Çar tarafından veto edilince bunu protesto etmek için Akademi’deki üyeliğinden istifa edecek kadar örnek bir aydın duruşu vardır.
Gorki ise dostluklarının ilerleyen yıllarında her gün biraz daha didaktik bir yazara dönüşüyor, kaleminin bütün gücünü Çarlık düzenine karşı halkı ayağa dökmek için harcıyordu. Rusya bozkırlarında var kalmaya çalışan ve “nerede sabah orada akşam” yaşantısına mecbur bırakılmış avareleri bütün çıplaklığı ile anlattığı ilk hikâyelerindeki samimi, herkesi anlamaya ve yontmaya çalışan geniş yürekli insanın yerini, gürültü eden, bağırıp çağıran, insan psikolojisini aşağılayan bir başkası almıştı. İşte, aklıma gelen ilk örnek Yaz Misafirleri adlı oyun. Bozkır hikâyelerinin yanında ne kadar fakir ve kurudur. Üstelik bu yıllarda Gorki’nin Lenin’le tanışıp dost olmasına daha bir hayli zaman var.
Çehov Rus devriminden on üç, kanlı biçimde bastırılan 1905 ayaklanmasından ise hemen bir sene önce öldü. Derinliği ve ayrıntıyı basitin, en basitin içinde yakalamasıyla bütün Rus yazarlarından farklı ama bir o kadar da Rus’tu. Bolşevik devrimini görseydi tavrı ne olurdu, o devrim tarafından adeta “komünist edebiyatın peygamberi” ilan edilen Gorki’yle ilişkisi ne şekilde sürerdi; bunları hiç bilemeyeceğiz. Ama şahsi tahminim odur ki, Stalin dönemi Rusya’sını Altı Numaralı Koğuş ve Stalin’i Bekçi Nikita’dan farklı karşılamazdı.
Devrim öncesi geçiş döneminin Rus insanı hiçbir yazarın eserinde Çehov’da olduğu kadar yalın, berrak ve önyargısız olarak resmedilmez. Kısmet olursa Adımlar dergisi matbu olarak yayına başladığında onun eserlerini tek tek ele alarak bu geçiş dönemi Rus toplumunu göstermeye çalışacağız. Şu kadarını söyleyelim ki, oradaki çürümüş ve kokuşmuş aydın ve halk manzaraları günümüz Türkiye’siyle tıpatıp paraleldir. Bizim baktığımız yer de tam bu noktadan olacak.
Mümtaz İdil’in yazısında Tolstoy’un Çehov’dan pek hoşlanmadığı, onun tiyatro eserlerini acımasızca eleştirdiği şeklinde bir bilgi var. Şöyle: “Üstelik Tolstoy, Çehov’dan çok da haz etmez. Hatta onun Vanya Dayı tiyatro eseri hakkında çok da ağır bir eleştiri yazar.”(3)
Öncelikle haz etme meselesinin yanlış bir ifade olduğunu belirtmek zorundayım. Tolstoy Çehov’u Gorki’yi sevdiğinden daha fazla sever ve tutar. Bunu zaten bizzat Gorki yazıyor: “Çehov’u severdi, ona baktığı zamanlar gözleri sevgiyle dolardı.” (4) Bir başka sayfada da aynı şeyi belirtir: “Çehov’a sevgisi babaca bir sevgi. Bu sevgi de bir yaratıcının gururu da var.” (5)
Tolstoy’un Gorki’yle olan ilişkisi Çehov’la olanından daha karmaşık ve sıkıntılıdır. Hatta bu çatışma, Tolstoy’un 1905 ayaklanması hakkında, Avrupa basını için yazdığı “Rusya’daki Toplum Hareketleri” başlığını taşıyan makalesinden sonra Gorki’nin 18 Mart 1905 tarihli mektubuyla (6) had safhaya ulaşmıştır. Yapılanların yanlış olduğunu, siyasi boğuşmanın gerçek ilerlemeyi geciktireceğini ve dünyadaki kötülüklerin ancak insanın kendi içindeki dini ve ahlâki bütünlükle ortadan kalkabileceğini yazan Tolstoy’a karşı Gorki bu mektubunda ateş püskürmüş, “bir zamanlar hür olup şimdi tutsaklaşmış ruhun artık Rusya’yı temsil etmiyor” diyecek kadar ileri gitmiştir. Stefan Zweig’ın Tolstoy’un son günlerini “hayali” olarak anlattığı “Tanrı’ya Sığınış” başlıklı kısa oyununda onunla tartışan üniversiteli ihtilâci gençlere söyletilenler Gorki’nin bu mektubundan ilhamla yazılmış olmalı. Bu kısa piyes müstakil bir eser olarak değil, Zweig’ın ünlü Yıldızın Parladığı Anlar kitabına bölüm olarak yazılmıştır. Tolstoy’la hayali olarak tartışan o üniversiteli gençlerin Lenin ve Gorki’nin kişiliğinden ve düşüncelerinden ilhamla karakterize edildiğini düşünmemek elde değil. (7)
Mümtaz İdil yazısında Tolstoy ile Gorki’nin anlaşmazlıklarından da üstünkörü bahsetmiş ama orada da itiraz edeceğim bir ifade var: “Tolstoy gibi dev bir yazarın Gorki ile olan ilişkisinde en çok çakıştıkları nokta anarşizmdir. Gorki sosyalisttir ve her sosyalist gibi onun da damarlarında anarşizm dolaşmaktadır.”(8)
Kavramları yerinde kullanmak gerekir. Sanırım yazar burada anarşizmi ihtilâlcilik anlamında kullanmış; ama bunun artık TRT’nin 12 Eylül sonrası tek kanal olduğu zamanlarda kalması gerekir. Anarşist olan Tolstoy’dur, Gorki değil. Gorki yeni bir düzenin savunucusudur, Tolstoy ise Hristiyanlık’tan beslenen, pasif anarşizm diye anılan ve Gandhi’ye de ilham veren bir sivil itaatsizlikten yanadır. Hiçbir yasayı ve hatta anayasayı takmaz. Liberaller de, monarşistler de, Bolşevikler de onun için birdir. “Anayasal bir devletin özgür olduğunu iddia edenler” hakkında “gardiyanlarını seçme hakkına sahip olduklarından ötürü kendilerini özgür sanan mahkûmlar” benzetmesini yapar. (9) Ona göre gardiyanın Çar yahut Bolşevik Partisi olması arasında fark yoktur. İnsanlar ancak birbirlerinin yaşantısına burnunu sokmayarak “Tanrı’nın cennetini” yeryüzünde kurabilir.
Vanya Dayı hakkında yazılana gelince… Bu elbette sayın yazarın şahsi görüşü değil ve sadece Tolstoy’dan nakil. Ama olur da “büyük hikayeci, kötü oyun yazarı” algısına yol açar çekincesiyle Çehov’un tiyatroya kattığı değerin en az hikayeleri kadar büyük ve yer yer onları aşan bir noktada olduğunu belirtmeye mecburuz. Çehov, hikâyelerinde olduğu gibi oyunlarında da bu türe bambaşka bir sadelik getirmiş, alışılmış dram sanatının kalıplarını kırıp ona günlük hayatın içinden beslenen ama bir o kadar düşündürücü ve eğlendirici, teferruatları yakalayıcı hava kazandırmıştır. Atmosfer tiyatrosu diyebileceğimiz, insanı şaşırtmak yerine ağır ağır içine alan ama bir daha yakasını bırakmayan farklı bir yöntemdir bu.
Tolstoy’un “yaşayan İsa” olmaya soyunduğu son senelerindeki sanat görüşü, sadece genç Çehov’u değil, Shakespeare’i bile yerden yere vurucu bir darlıktadır. O kadar ki, bu darlığa Anna Karenina başta olmak üzere kendi muhteşem eserlerininin bir çoğunu da sığdıramazsınız. Vanya Dayı’yı ahlâksızlıkla suçlayan adam Anna Karenina’i niçin yazdığını izah edemez. Kaldı ki, Vanya Dayı piyesinde ahlâk dışılığı meşru gösteren bir şey yoktur. Yaşlı profesörün genç ve güzel karısının dilinden dökülenler ortadayken:
“-Herkes sövüp duruyor kocama, acıyarak bakıyorlar bana. Zavallı kadın, yaşlı bir kocası var! Bana gösterilen bu yakınlığın nedenini nasıl da anlıyorum! Az önce ne diyordu Astrov: Ormanları düşüncesizce mahvediyorsunuz ve çok geçmeden yeryüzünde hiçbir şey kalmayacak. Tıpkı bunun gibi, insanları da düşüncesizce mahvediyorsunuz ve sayenizde çok geçmeden yeryüzünde ne sadakat, ne iffet, ne de özveri yeteneği kalacak. Sizin olmayan bir kadına neden ilgisiz kalamıyorsunuz. Çünkü hepinizin içinde bir yıkma, yok etme şeytanı var. Ne ormanlara, ne kuşlara, ne kadınlara, ne birbirinize acıyorsunuz.” (10)
Bu alıntıda da dikkat çekeceği gibi, orman ve ağaç kıyımına ilk dikkat çeken yazarlardan birisi Çehov’dur. 1897’de yazılan Vanya Dayı’da Doktor Astrov adlı oyun kahramanı Rusya’daki orman katliamına isyan etmekte ve son 50 sene içinde ülkenin ne kadar çoraklaştığını gösterir bir harita hazırlamaktadır. “Bu güzelliği sobada yakmak, yaratamadığımız şeyi yok etmek için mantıksız bir barbar olmak gerek. Kendisine verilen şeyi çoğaltmak için mantıkla, yaratıcı güçle donatılmıştır insan; ama bugüne kadar hep yaratacağına yok etti. Ormanlar gitgide tükeniyor, ırmaklar kuruyor, av hayvanlarının kökü kurudu, iklim bozuldu, yeryüzü günden güne yoksullaşıyor, çirkinleşiyor.” (11) Dikkat: Sene henüz 1897 ve tam 118 sene evvel… Eminim ki, o günlerde gittikçe azalmasından bahsettiği güzellikler şu gün bizim sahip olduğumuzdan defalarca kat fazlaydı.
Ya 1904 yılında ölümünden hemen önce sahnelenen son oyunu Vişne Bahçesi… Bizim iri kıyım müteahhitlerin arasından fırlayıp gelmiş gibi duran ezik ve sonradan görme Lopahin isimli oyun kahramanının ilk iş olarak o güzelim Vişne Bahçesi’ni satın alıp ağaçları kesmeyi ve bölgeyi yazlıkçı turizmine açmak gayesiyle yerlerine pansiyon dikmeyi tasarlaması… Perde kapanırken bahçeden gelen ve ağaçlara inen baltanın sesi aslında yüreklerimizi doğramaktadır. Çehov budur işte. Kimsenin üstünde durmadığı, herkesin önemsiz ve basit gördüğü, meseleden bile saymadığı şeylerin aslında insanlığa ait ne mühim problemler olduğunu yüz yıl evvelinden görebilmiştir. Tiyatroya –şimdilerin genel geçer sinema müşterileri gibi- aksiyon görmek için giden bir bölüm izleyiciye Çehov’un eserleri sahnede sıkıcı gelebilir. Ama zamanla ona alışan ondan kopamaz.
Bu bilge kişilik sadece 44 sene yaşadı ve en üretken olacağı dönemde “verem” sebebiyle hayatını kaybetti. Onun cenaze töreni de ne acı ki, Gorki’nin bir gövde gösterisine dönüşmüştür. Çehov aslında hep yalnızdı ve mezarından fırlayıp kendi cenaze törenini yazma fırsatı olsaydı, ironinin tavan yaptığı o muhteşem hikâyelerinden birisine daha imza atardı.
Tolstoy ve Gorki ilişkisinin detaylarını, aralarına Lenin’i de katarak bir başka yazıya ısmarlayalım.
14.11.2015
Hakan YAMAN –
DİPNOTLAR:
1- Mümtaz İdil’in yazısının yer aldığı internet sayfası: http://odatv.com/fransiz-devrimi-oncesi-edebiyat-neyse…-0811151200.html
2- Maksim Gorki, Tolstoy’dan Anılar, Bilgi Yayınevi, 1.Basım, Ağustos 1967, Çeviri: Akşit Göktürk, S:16
3- Mümtaz İdil, a.g.y.
4- Maksim Gorki, Tolstoy’dan Anılar, S: 52
5- A.g.e. S: 6
6- Maksim Gorki, Mektuplar, Ararat Yayınevi, 1968, Çeviri: Zeyyad Özalpsan, S: 8,15
7- Stefan Zweig, Yıldızın Parladığı Anlar, Can Yayınları, 3.Basım, Çeviren: Kasım Eğit, S:173-206
8- Mümtaz İdil, a.g.y.
9- Henri Troyat, Lev Tolstoy, İletişim Yayınları, 1.Baskı, 2010, Çev: Z.Canan Özatalay – Işık Ergüden, S: 803
10- Anton Çehov, Bütün Oyunları 1, Adam yayınları, 1.Basım, 1984, Çeviren: Ataol Behramoğlu, S: 105
11- A.g.e. S: 103