DARBEYE DARBE AMA KİME ZARAR? (Elverişli Kullanışlılık ve Adaleti Yıkan Devleti Yıkmıştır)
DARBEYE DARBE AMA KİME FAYDA başlıklı yazımızı Anayasa’nın 15. Maddesi ile bitirmiştik. Onunla başlayalım yine:
“savaş hukukuna uygun fiiller sonucu meydana gelen ölümler dışında, kişinin yaşama hakkına, maddî ve manevî varlığının bütünlüğüne dokunulamaz; kimse din, vicdan, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz ve bunlardan dolayı suçlanamaz; suç ve cezalar geçmişe yürütülemez; suçluluğu mahkeme kararı ile saptanıncaya kadar kimse suçlu sayılamaz.”
Kendisine karşı yıkıcı faaliyete giren yapıya karşı bir devletin, bir kurumun, bir canlı organizmanın ani refleks göstermesi ve gelen yıkıcı saldırının fevkinde karşılık vermesi doğaldır. Buna itirazımız yok. Bu husus hukuk dilinde “nefs-i müdafa” diye geçer. Nefsi müdafaanın da sınırı vardır. Sınırı, gösterilen refleksin saldırının geldiği yeri hedeflemesi ve başka mağduriyetler oluşturmamasıdır.
15 Temmuz gecesi Türk Milletinin gösterdiği refleks bir meşru müdafa ve yıkıcı saldırıya izin vermeme refleksidir. Saldırının ABD menşeili yapılar eliyle yürütüldüğünü düşünen İslâm temelli vatansever Türk Milletinin 1919 yılından sonra gösterdiği ilk büyük çaplı reflekstir.
Millet, ani refleksin ardından, mevcut iktidar hâkimiyeti ele alıncaya kadar sokakları boş bırakmamıştır.
Akabinde OHAL ilan edilmiş, Türk Milleti saldırının geldiği hedefe yönelik adımlar bekleyip saldırının geldiği hedef ile savaşma iradesini ortaya koyarken, iktidar “ülkedeki ABD karşıtlığının artmasından rahatsız olduğu”nu, “ordunun NATO’ya göre yeniden dizayn edileceğini” ilan etmiş ve halkın bu “üst akıl“a olan tepkisini dile getirmesine izin vermemiştir. Sonrasında olanlar malûm…
Çıkan kanun hükmünde kararnameler ile yüzbinleri bulan memur ihraçları, gözaltılar, mal varlığına el koymalar, gözaltı sürelerin uzatılması, ilk beş gün avukat görüşlerinin kısıtlanması vs. gibi kimin neye göre nasıl karar verdiği belli olmayan bir sürece girilmiştir. TSK komuta kademesi ve yargıda büyük bir tasfiye olmuş, Soruşturmalar darbe soruşturmasından ziyade “cemaat tasfiyesi” adı altında darbeye direnen Türk Milletinin çocuklarına yönelmiştir. Soruşturma ve tutuklamalar saldırının geldiği ABD ve onun Devlet içine sızmış ajanlarına değil; çoğu en alt düzeyde memur, hademe, bakkal çırağı, öğretmen, asker, polis, imam, öğrenci ve ev kadınlarına yönelmiştir.
Anadolu insanı yıllardır devletine ve iktidarın referansına güvenerek ve tamamen İslâmî hassasiyetleri gereği çocuklarını cemaatlerin dershanelerine, okullarına, yurtlarına vermiş ve ardından bir gecede çocuklarının terörist damgası ile damgalandığını öğrenmiştir.
Soruşturmalar ile yüzbinlerce mağduriyet oluşmuş, onlarca polis, asker, savcı, imam intihar etmiştir. Yapılan soruşturmalarda bir çok gariplikler de yaşanmaktadır. Adana’da 23 iş adamını “Fetö”den tutuklayan hâkim sonrasında Fetö’den gözaltına alınmış, Konya’da “Fetö soruşturması” yürütüp yüzlerce insanı gözaltına aldıran savcı, yine “Fetö”den tutuklanmış, aynı gerekçeden soruşturulup gözaltına alınan pilotlar karakola imza verdikten sonra altına F16 verilip Suriye ve Irak’a darbe girişiminde bulunan NATO güçleri ile birlikte hava operasyonuna gönderilmiştir.
On binlerce memur kendilerine bir suçlama yöneltilmeden, savunması alınmadan, söz hakkı tanınmadan, sadece asılsız ihbarlar ve niyet okumaları ile memuriyetlerinden ihraç edilmiş, meslek diplomaları/ruhsatları dahi iptal edilmiştir. Alınlarına yapıştırılan damga nedeni ile özel sektörde dahi iş bulmaları engellenmiş, hasbelkader iş bulanları ise, işverenler, korkudan işten çıkarmak zorunda kalmıştır.
Tek tek saymaya sayfalar yetmez, her gün yüzlerce akıl almaz mağduriyet yazlıp çiziliyor. Yıllardır milliyetçi, milli görüşlü, solcu, ulusalcı olarak bilinen insanlar dahi tutuklamalara maruz kalmıştır. Yazının başında bahsettiğimiz Anayasanın 15. Maddesini paçavraya çevrilmiştir. Engellenen darbe girişimi sonrası, iktidar eli ile yapılan uygulamalar ile fiilen Anayasa ortadan kaldırılmıştır. Darbe girişimi öncesinde de adil bir hukuk yok iken, en azından insanların maruz kaldığı haksızlığa şeklen dahi olsa dava açabilme hakları vardı.
Darbe girişimi sonrası ise mağdur olanlara karşı gerek İdari mahkeme yolu, gerekse Anayasa mahkemesi yolu kapatılmış, mağdur olanın hakkını hukuki yoldan arama şansı bırakmamışlardır.
Hükümet tarafından, feryatlar ayyuka çıkınca “komisyonlar kurulacağı” söylemi ise komiktir. Mağdur olan hakkını yargıda araması gerekirken, mağduriyete sebebiyet verenlere “itaat etme ve boyun eğdirme”den başka bir işe yaramayacaktır.
Bir insanın kendini mağdur hissetmesi ve hakkını hukuki zeminde arama yolları, gücü elinde bulunduranlar tarafından tıkanmış ise önünde iki seçenek vardır; Ya kabullenip hukuki yolu tıkayan güce boyun eğip itaat edecek, ki bu köleliktir. Ya da kabullenmeyip itiraz edecek ve gücü elinde bulunduranın koyduğu hukukun dışına çıkıp, kendi hukukunu ortaya koyacaktır. Ki bu durumda da terörist damgasını yiyecektir.
Bu uluslararası alanda da böyledir:
İslâm beldelerinde vatanı işgal edilen vatanseverlerin gösterdiği direnişe de “terörizm” yaftası yapıştırılmaktadır. Güçlünün, kendisinin koyup kendisinin uymadığı kurallara karşı mağdurun da uymaması meşrudur ve uyması da beklenemez. O da kendi hukukunu dayatabilir.
İş nihayetinde gerçek bir Adalet’i tesis edecek olan “Kim’in hukuku?” meselesine gelir. Asıl tartışılması gereken husus da budur.
“Kim’in hukuku?” sorusunun cevabı karşısında, darbeye kalkışan ile darbeye muhatap olanların hukuku ve kalkışma sonrasındaki uygulanan hukuku değerlendirdiğimizde birbirlerinden farkları yoktur.
Şunu da yazmadan geçmek istemiyorum:
BOP sürecinin devamı için dün BOPçu ikdtidar tarafından ordunun içini boşaltma gayesi ile Ergenekon operasyonlarında DOST olarak kullanılan cemaat mensupları, şimdi yine aynı gaye için DÜŞMAN olarak kullanmaktadır. Kullanılma açısından değişen bir şey yoktur. Gelinen noktada cemaat bağlılarının, yeri geldiğinde dost olarak, yeri geldiğinde ise düşman olarak kullanılma elverişliliklerini sorgulamaları gerekir. Dost ya da düşman olarak kullanılırken neye, nasıl âlet olduklarını bilmeleri gerekir. Aksi takdirde dost olarak kullanılırken yenilen maklube sofralarında gülüp, düşman olarak kullanılırken gözaltında “nerede adalet!” demelerinin hiçbir getirisi ve samimiyeti yoktur.
“Fetö’ye karşı mücadele veriyoruz” diyerek gaza gelen iktidar bağlılarının da, 15 Temmuz saldırısının nerden geldiğini gözden kaçırmamaları gerekir. Yoksa saldırıyı yapanların bizzat kendi çocuklarına yöneldiğini gördükçe figan etmelerinin bir çaresi de olmayacaktır. Ayrıca halk içindeki cemaat mensupları da bu ümmetin bir kazanımıdır, içlerinde değerli, donanımlı, dürüst insanlar yoğunluktadır ve bu kazanımlar ümmetin faydasına tahvil edilmelidir. Düşmanlaştırılıp düşmanın kucağına itilmemelidir.
Unutulmaması gereken: Devleti akıl, hukuk ve teşkilât yönetir, bunlar yoksa devlet de yoktur. “Adalet mülkün temelidir” sözü mahkeme salonlarında hâkimin arkasındaki duvara değil, bizzat hakimlerin ve idarecilerin zihnine kazınması gereken bir ölçüdür.
Darbecilerin ortadan kaldıramadığı hukuku, onlara nispet yaparcasına ortadan kaldırmak uzun vadede kime zarar? Adaleti yıkan, devleti yıkmış olmaz mı?
Av. Mehmet TIĞLI