HÜR SAVAŞÇIDAN NOTLAR – TÜRKİYE İZLENİMLERİ VE İŞGÂL

HÜR SAVAŞÇIDAN NOTLAR – TÜRKİYE İZLENİMLERİ VE İŞGÂL

Nihan ÖZTÜRK

On sekiz günlük Türkiye seyahatinden sonra Almanya’ya geri dönmüştüm.

Evime varır varmaz Hür Savaşçı’ya da geldiğimi bildirmiş “Çay’a buyur” teklifini almıştım.

Kendisine, kafamda ve gönlümde biriktirdiklerimi anlatmak için sabırsızlanıyordum, çünkü biliyordum ki onca senedir vatanına gidemeyen biri için bunları duyabilmek, memleketten bir koku alabilmek, sözle de olsa hasret giderebilmek paha biçilmez bir şeydi.

Ertesi akşam atladım gittim yanına.

“Özlemişim sizi efendim. Tabi çayınızı da…”

“Sende özlettin kendini. Nasıl geçti yolculuğun? Memleketten ne haber?”

“Biraz gecikme dışında bir yaramazlık olmadı çok şükür,  uçak da tribülansa uğramadı. Bir yanım daha kalmak isterken, bir diğer yanım daha fazla durmamak için çırpınıyordu desem abartmış olmam. Bugüne kadar hiç böyle olmamış ve bu kadar tuhafıma gitmemişti Türkiye seyahatlerim. Açıkçası bir kaç gün dışında tat almamıştım. Hele ki çok sevdiğim İstanbul’dan.

Siz nasılsınız?”

“Boşver beni, haberler sende. Anlat dinliyorum.”

“Öncelikle sizin selâmlarınızı götürdüğüm ve en güzel iki günümü beraber geçirdiğim Akıncı Beyi’miz Ali Osman Zor Bey’in, sonra Adımlar Fransa, İstanbul, Maraş ve Sakarya’da ki tüm değerli gönüldaşlarımızın kalbi selâmlarını ileteyim.”

“Aleykümselâm!”

“Gidişimin ertesi sabahı altı buçuk gibi Fransa’dan gönüldaşımız Ergün Bey ve oğlu ile buluşup Eyüp’e geçtik. Niyetimiz saat sekiz sularında Ali Osman Zor Bey ile orada buluşmak, Pierre Loti’de çay içip, Haliç’e karşı sohbetin ardından Adımlar Dergisi’ne geçmekti. Vakitli vardık fakat uzun zamandır kimsenin şahit olmadığı muazzam bir yağmur ile karşılaştık. Öyle bir gök gürültüsü duydum ki, aynı anda heyecanı ve dehşeti bir arada yaşadım diyebilirim. Sokaklar su altındaydı. Nihayetinde o gün İstanbul bize eğlenmeye gelmediğimizi ihtar ederken aynı gün dolu dolu yaşamış ve sıcağı sıcağına Adımlar ile kucaklaşmış olduk. Maşallah, gönüldaşların motivasyonu yerinde.”

“Buna sevindim.

Yağmuru ve seli haberlerden takip etmiştim. Sonra bir daha oluyor. Bu sefer ceviz büyüklüğünde dolu falan yağıyor değil mi?”

“Evet. İkincisinde Balıkesir’deydim, ben de haberlerden takip ettim. Bir öncekinden kısa fakat bayağı bir korkutucu geçmiş.

Bu arada unutmadan söyleyeyim. Siz Pierre Loti’nin asıl veya eski ismini biliyor musunuz?”

“Bilmiyorum. Meraklandım şimdi.”

“Ali Osman Zor Bey anlattı sağ olsun. Esas ismi İdris-i Bitlisî Tepesi. Merhumun türbesi de hiç göze batmayacak şekilde tepede, ancak bir evin bahçesinde.”

“Bak bunu hakikaten bilmiyordum. Bilgiyi veren de, getiren de sağ olsun.

İdris-i Bitlisî..

Ehli Sünnet Ruhu’nun sağlam örneklerinden…

Bir tarihçi, şair, çevirmen ve hattat…

Ayrıca Osmanlı Devleti’nin üst düzey bir yetkilisi ve üst rütbeli askeri…

Safevîlerin, Osmanlı ile sınır bölgesine saldırmasıyla başlayan muazzam bir örgütleme örneği ortaya koyup bölgenin, yani Vilayet-i Şarkiye’nin, Merkez Devlet olarak gördüğü Osmanlı’ya katılmasında büyük bir rol oynadığı kesin. Hakkında kimi Türk der, kimi de Kürt. Mesela bilirsiniz, Batı kaynaklarında Kürt denilirdi, tahminen Kürt olduğu yazılır. Ama bu bizi bağlamaz. Stratejik olarak önemi yeter. Bütün bunların Yavuz Sultan Selim Hazretleri döneminde olması ayrıca dikkat edilmesi gereken hususlardan.

Neyse, kısa bir değinmiş olduk.

Başka ne var ne yok?”

“İstanbul’un belirli yerleri olan Adalar, Marmara, Eyüp, Anadolu sahili dışında ilk başta dediğim gibi tuhafıma giden ve çok çirkinleşen şeyler gördüm.

Bu gidişatın, “Memleket nereye gidiyor?” sorusuna verebileceği cevabı ne olabilir?

Kentsel dönüşüm adına eski dedikleri binaları yıkıp yerlerine derli toplu ve düzenli binalar yapacaklarına, büyük bir yamyamlık ve açgözlülük almış başını gidiyor. Sadece yüksek olmaları dışında ne bir estetik ne de bir mânâ taşıyan yere batasıca yüzlerce gökdelen dikmeyi yeni şehircilik sanıyorlar. Bir bakıyorsunuz herhangi gariban bir mahallenin ortasında onlarca katlık bir şey dikiliyor. Görüntü kirliliği, görmemişlik, manyaklık değil de ne bu? Bu arada müteahhitler müthiş para götürüyor. Alt yapıya harcanan hiçbir maddî ve mânevî çalışma görmedim. Yangından mal kaçırır gibi yık ve hemen dik mantığı ile herkes kafasına göre dikiyor. Yeniden yapılanma dedikleri daha da düzensiz bir yapılanma diyebilirim. Yeşilliği Eyüp Mezarlığı, Topkapı Sarayı ve çevresi gibi belirli mekânlara sıkıştırmışlar. Öylesine iç karartıcı bir şehir olmuş İstanbul. Zaten İslâm’ın ruhunu ve tadını ancak Eyüp Sultan’da ve Eyüp Mezarlığı’nda alabiliyorsunuz. Öyle bir hâle geldim ki, üçüncü defa gittikten sonra kafama dang eder gibi anladım. İslâm, burada hapis tutuluyor ve herkes açık hava hapishanesine kendisini ziyarete geliyor.

Eyüp… Türbe ve Mezarlık!

Ne mübarekler var orada…

Gelecekten haberciler!

Umutsuzluk içinde umut…

Müsaadenizle şöyle birşey karaladım okumak isterim:

Hey Mezarcıbaşı

Sen misin ölüler ile haşır neşir

Yoksa ben mi

Püfür püfür esen rüzgâra

Ölüler mi serilsin

Yoksa ben mi

Karga sesine karışan yapraklar

Eyüp’ün bestesini okuyor kediler

Ne mübareklere mekân şu yer

Kalan onlar mı yoksa ben mi

Konumuza geri dönersek…

Mahalle diye bir şey kalmamış, esnaf diye bir şey kalmamış.

Moğol İstilası gibi her tarafı saran ve amansızca saldıran bir kaba ve ruhsuz güç, bütün her şeyi bir yerlere sıkıştırıyor.

Ortalık marketlerden geçilmiyor.

Hele İslâmcı geçinenlerin hali?

Hepsi ticaretten gayrı bir gayesi kalmamış yığınlar.

İpini koparan müteahhit oluyor, market açıyor.”

“Eyvah eyvah. Ya insanlar ne halde?”

“Türkiye, ortaya karışık biraz “küçük Amerika”, biraz Avrupa, biraz Arabistan, biraz Malezya olmuş efendim. Anadolu tarafında o derece yok ama karşı taraf o kadar çok mülteci veya Arap turist kaynıyor ki, neredeyse Türk insanı azınlık gibi duruyor. Bu kuru kalabalık içerisinde Türk’ün asıl durumunu, psikolojisini, sosyal hayatını, patlama noktasına çeyrek var halini görebilmek herkese nasip olmuyor. Sanki bir huzur havası var sanıyorlar. Bütün streslerini, korkularını, yanlış giden şeylerin tesellisini tüketim çılgınlığına ve yeme içmeye gömmüşler. Müthiş bir alış-veriş çılgınlığı yaşanıyor. Ortalıkta sıcak para akışı denilen birşey yok. Tamamiyle sanal paralar, kredi kartları, çekler ve senetlerle işler dönüyor. İnsanlarımızdaki gerginliği görmeyenlerin ve görmek istemeyenlerin sadece yandaş medya ve tuzu kuru olanlar olduğunu herkes biliyor. Biliyor ama neye yarıyor? Herkes rahatça gidiyor, her zaman önleri tıklım tıklım ve her köşe başında olan banka otomatlarından iki tıkla para çekebiliyor ya, sorun yok. Aslında bu, yakın bir zamanda gerçek bir sosyal patlamanın da nereden ve nasıl patlak vereceğine dair bir ipucu.

Öte yandan “Mültecinin İstanbul’da veya diğer büyük şehirler de işi ne?” diye de kimse sormuyor. Hele karşıdaki sokakların tabelaları iyice Arapçaya çevrilmiş durumda. Bazı caddelerdeki dükkânlar tamamen Suriyelilere tahsis edilmiş. Sanırım vergi de alınmıyor. Bu ne rahatlık? Mülteci değil resmen yerleşmeye gelmişler. İster istemez rahatsızlık duyuyorsunuz. Hani neden iç Anadolu’ya ve Doğu bölgesine değil de İstanbul’a yığılmalarına müsaade verilmiş? Birçok kişi için katı, sert bulunabilir bu sözler. Ama, mesela Almanya niye buna bu şekil müsaade etmiyor? Türkiye’de paralı mülteciye daha farklı davranıldığı görülmüyor mu?

Ayrıca Suriye’den Arap nüfusunun boşaltıldığına dair teorilerin gittikçe yerli yerine oturduğunu söylemek zorundayım.

Bir de şu var efendim; her işin kendine has bir ahlâkı vardır değil mi? Mesela en azından trafik kurallarına değinmek istiyorum. Kimsenin trafik lambalarını taktığı falan yok. Seslendirilmiş şekliyle geçebilirsiniz sesi geliyor ama arabalar durmuyor ki. Ya da kilometrelerce şehir içinde bir tane bile trafik lambasının olmayışı. Feci bir görüntü… Hele otobanlara bağlanan yollarda ve kavşaklarda…

Ergün gönüldaşım anlatmıştı bir kere:

(Hani şu Batı’nın ilmini ve tekniğini alalım ama ahlâkını almayalım falan… Yahu bari ilimlerinin ve tekniklerinin ahlâkını alsaydık.)

Neticede her şeyin, yani mesela ilmin, bilmin, sporun, müziğin olduğu gibi tekniğinde bir ahlakı vardır değil mi?

O kadar şeritli yol yapmışlar ama takan yok. İlla iki şeriti kapatacak şekilde ortadan giden arabalar. Zaten kemer takan yok ve kornasız işlemeyen bir trafik.

Şunu da ekleyeyim;

Bu yapılan ne kadar metro, Marmaray, yol falan varsa tek hamlelik işler oldukları, yaptık-ettik, oldu-bitti mantığı ile yapıldıkları o kadar belli ki. Geliştirmek şöyle dursun işleri sıkıştıracakları ve tıkandıracaklarını düşünüyorum. Zaten herhangi bir sert yağmurda siz de neticeyi görmüşsünüzdür.

Böyle kısa kısa ve paldır küldür anlatıyorum, umarım kafanızı şişirmiyorum efendim.”

“Yok rica ederim. Bunları duymak çok önemli benim için.

Anladığım şu; Koca bir gürültünün içinde sıkışmış bir kaç ciddi ses var ve bunlar tehlikeyi haykırsa da sesleri pek duyulmuyor. Bu koca gürültülü kitle de tehlikeyi ortaya koyucu yazılan ve çizileni samimi bir şekil de takip etmedikleri ve şaşaalı medyadan aldıkları bilgilerle herşeyin düzgün olduğunu sandıkları için düzen bir şekilde devamını sağlıyor. Bundan memnun olan sığ ve beceriksiz medya ve yandaşlar da ellerini ovuşturup keyif çatıyor.

Ne kadar da çok Kanunî’nin meselesine benziyor. Tabi sadece şekil olarak, mânâ olarak kesinlikle değil!

Biliyorsun Kanunî seferdeyken vefat ediyor ve bu orduda huzursuzluk çıkmasın diye vezirlere kadar herkesten gizleniyor. İç organları gömüldükten sonra vücudu tahtın üzerinde İstanbul’a getiriliyor. Bütün bunları başaran dönemin dâhi zekâsı Sokullu Mehmet Paşa… Devlet, böyle adamların sayesinde ayakta kalır. Bugün iç organları tamamen çürümüş ve sadece şekil olarak bize gösterilen bir devlet var ortada. Bunu ne gizleyebiliyorlar ne de açıkça itiraf edebiliyorlar.”

“Efendim, bu söylediklerinizi iliklerime kadar hissettim. Bizzat yaşadım. Viranenin önüne şen şakrak ve rengârenk bir örtü örtmüşler ama örtüyü hafif aralayan arkadaki karanlık yıkıntıyı hemencecik görebiliyor. Çılgınlar gibi hergün bir gündem değişikliği hep bu yüzden. Ama kokuyu saklayabilecek hiçbir mekanizma mevcut değil.”

“Evet, ellerinde hiçbir şey kalmadı. Sanal ve sunî söylemler ve hareketlerle işi idare edemeyeceklerini kendileri de biliyor. Ama ne yapsınlar? Bundan kendilerini kurtarabilecek hislerden mahrum gibiler. Kurtuluşun nerede olduğunu bal gibi bilseler de refleks bozukluğu yaşıyorlar ve bunu kendilerini takip edenlere de bulaştırıyorlar. Bir de bu işi bilerek, isteyerek, zevk alarak yapan gönüllüler var. Ne oldukları belli bu bölücü ve işgâle meydan hazırlayan bu ajan tayfası bugüne kadar her şekliyle görüldü. Dün iktidara saldıranlar bugün iktidarın en büyük savunucuları. Bazen ben bile keşke Erdoğan biraz olsun millî duruşunu koruyabilse ve tam bir rest çekebilse diyorum kendi kendime ama şu saate kadar samimi olduğuna dair ne bir söz ve ne de bir icraatına rastlamadım. Anlıyoruz ki, devletimiz de Beştepe’ye tamamen sıkıştırılmış ve artık açık açık Türkiye’ye karşı bir taarruz-işgâl haberleri çıtlatılmaya başlatılmış vaziyette.

Adımlar’ın yıllardır dikkat çekmek istediği tehlikeye karşı bu beceriksiz ve hantal stratejistler, bu geç kalınmışlığın hesabını nasıl verebilirler?

Bu resmen vatan hainliği değil midir?

Herkesin rahatça ve hiç düşünmeden anı anına birilerini vatan haini veya kahramanı kabul ettiği bir dönemde samimilerin ve samimiyetsizlerin kavgaya tutuşmasından daha doğal ne olabilir? Bütün mesele hedefi iyi sezmekte ve bir an olsun gözden kaçırmamakta. Çünkü bizim için düşman tek. İster dıştan isterse yerli işbirlikçi olsun… Milletin gerçek temsilcileri haine “hain” damgasını vurarak  sahici kahramanını elbette omuzlayacak ve kendini ve vatanı selamete çıkaracaktır. Bundan en ufak bir şüphemiz yok.

Bu Kahraman Kumandan Salih Mirzabeyoğlu ve yüzde yüz orijinal ve millî eseri de İBDA’dır.

Bizim teklifimiz apaçık böyle!

Hedefimiz iktidar!

Bunu yaparken ve isterken de şekilden şekle girmiyor, sızmıyor ve maske takmıyoruz.

İBDA bağlısı olma gayretimizi herkesin, dostun ve düşmanın rahatça duyabileceği, görebileceği ve hissedebileceği bir şekilde gümbür gümbür Adımlar’ımızla ortaya koyuyoruz.

Ve bunu yaparken bütün samimi, babayiğit ve vatansever kesimlere nasıl davrandığımız biliniyor.

Varsa başka eli, gözü ve fikri hiç kirlenmemiş ve bunu böyle yapabilecek bir kahraman ve fikir teklifi sunabilen, buyursun.”

Bu sırada yolculuk yorgunu olabileceğimi ve gidip dinlenmem gerektiğini söylüyor.

Sohbete öyle bir dalmışız ki çok özlediğim çayından ancak bir bardak içebilmiştim.

Ama son olarak birşey eklemek istedi!

“Bak “işgâl”den falan bahsettik değil mi?

Bir komplo teorisi olmadığını ve işin şakasının kalmadığını artık sağır sultan bile biliyor.

Hatırlarsan bir Alman dostumla yaptığım bir sohbeti aktarmıştım sana. Geçen yine kendisi ile konuşuyoruz, aynen şunları söyledi.

(Trump’ın dışında gerçekleşen olaylar var. Biliyorsun “Küresel Çete” kendisinden hiç hoşnut değil. Buna Almanya’da dâhil, çünkü ticari olarak epey bir çomak sokmuş oldu. Özellikle de silâh konusunda. Hani Katar’la ve Suudlar’la tek seferde yaptığı ziyaretlerden sonra imzalanan milyar dolarlık anlaşmalar var ya… İşte Amerikan “Derin Devleti” olarak görülebilecek CIA buna karşı vakit geciktirmemek için etnik Kürtçü gruplara yığınla ve sürekli olarak alenen ağır silâh hediye ediyor. Türkiye’nin hemen yanında konuşlanan bu silâhlı tehlikeye karşı hiç Avrupa Birliği ülkelerinden ses çıkıyor mu? Çıkmıyor! Neden? Çünkü, ne kadar siyasî bir sertleşme olduğu sanılsa da, Almanya ve Türkiye arasında bugüne kadar görülmemiş derecede bir işbirliği kurulduğu biliniyor. Bir yandan iyi bir işbirliği mevcutken diğer yandan Erdoğan’ın gereksiz ani çıkışları yüzünden, Alman Devleti kendisinden muhteşem derecede rahatsız… Yani siyasî olarak değil, şahıs olarak. Bir bakıma istemiyorlar artık. Bunu değerlendirmek isteyen Almanya özellikle de güçlü bir karşı hamle ve muhalefet aracı olarak gördükleri Gülen Hareketine çok iyi destek veriyor. En son bir televizyon programında rast geldiğim üzere ve anladığım kadarıyla sanki Gülen’i ve Hareketini CIA’nin elinden alıp kendilerine çekmek istiyorlar. Bu sayede hem Erdoğan’ı istedikleri gibi sıkıştırmak hem de her hangi bir işgâl teşebbüsünde, anında diledikleri gibi hareket etmek istiyorlar. Gerisini sen düşünürsün. Seni sevdiğim için bunları söylemek istedim.)

Bugüne kadar şakasına da olsa takıldığımız tarihten kalma müttefiklik konusuna binaen teşekkürlerimi sunmuştum.

Bunlar öyle hafife alınacak teoriler değil ve sizinle paylaşmak istedim.

Bir dahaki sefere arkadaşları da bekliyorum.”

“Peki efendim, iletirim.

Allaha emanet olun.”

Nihan ÖZTÜRK – ADIMLAR Avrupa

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

%d